Her 6 Mayıs’ta / ALGÜL UMUTLU
Babası Cemil Gezmiş gazete manşetlerinden öğreniyor oğlunun yakalandığını. “Çok şükür” diyor kendi kendine; “Sağ salim, yara beresiz yakalanmış hiç olmazsa, kurşun yağmuru altında vurulmadı ya, ne olacak cezası neyse yatar çıkar” diye düşünür. Nerden bilsin sağ yakalandı diye sevindiği oğlu için hakimlerin kalem kırıp darağaçlarının kurulacağını...
Bir yangın ormanından püskürmüş genç fidanlardı
Güneşten ışık yontarlardı sert adamlardı
Hoyrattı gülüşleri aydınlığı çalkalardı
Gittiler akşam olmadan ortalık karardı.
Attilâ İlhan
Çok eski yıllarda, 6 Mayıs dendiğinde “Hıdırellez” bayramından başka bir şey gelmezdi akıllara.
Dünyada darda kalanların yardımcısı olduğuna inanılan “Hızır” ile onun denizlerdeki temsilcisi olduğuna inanılan “İlyas”ın buluşmalarından alırdı adını bu bayram. Her yıl 5 Mayıs’ı 6 Mayıs’a bağlayan gece buluştuklarına inanılan bu ikilinin hem baharın müjdecisi olduklarına hem de insanlara bolluk ve ferah getireceklerine olan inançla dilekler bağlanırdı gül dallarına, ateşler yakılıp üstünden atlanırdı mahalle aralarında. Ne kötü bir söz çıkardı o gün ağızlardan ne de bir yeşil koparılırdı dalından.
Ta ki 1972 yılına kadar.
Nihat Behram, “Darağacında Üç Fidan” dedi onlara. Erdal Öz, “Gülünün Solduğu Akşam”.
O yıl da; tıpkı bugünkü gibi Hızır ile İlyas’ın buluşmalarına hazırlanıyordu bütün ülke. Tatlı bir koşturmaca başlamıştı her yerde. Dilekler yazılıyordu kağıtlara; evi olmayan ev istiyor, arabası olmayan araba, çocuğum sınıfını geçsin diyenler bile vardı; gül olmasa da olurdu hayalleri dalına asmaya ama muhakkak bir ağaç bulunmalıydı onca dileği dibine bırakmaya.
Ankara’da üç baba
O sıralar ülkenin başkentinde, Ankara’da üç baba “Bahar Bayramı” koşuşturması için değil, oğulları için koşuşturuyorlardı.
Ne uykusuzluktan kan çanağına dönmüş gözleri, ne de kan ağlayan acılı yürekleri önemliydi. Kader birliği yapmıştı onlar da çoktandır çocukları gibi; birlikte dilekçeler veriyorlar, görüşmeler yapıyorlar, çocuklarını kurtarmak için her yolu deniyorlardı. İşte şimdi de hem durum değerlendirmesi yapmak hem de ihtiyaçlarını karşılamak için Ankara Mamak Cezaevi yollarında yan yanaydılar. Cemil Gezmiş, Hıdır İnan ve Beşir Aslan Hıdırellez’in farkında bile değildiler, tek amaçları çocuklarıyla bir kez daha görüşüp varsa ihtiyaçlarını gidermek.
“Bugün sayım var” der cezaevi yetkilisi onlara, “Bugün sayım var, üstelik de banyo günü bugün, görüşmeniz mümkün değil, bugün gidin, görüş için yarın gelin.”
Hiç de kötüye yormazlar bu durumu. Akıllarına bile getirmezler o sırada çocuklarının zincir şakırtıları arasında infaz için hazırlanmakta olduklarını. Israrlarının fayda etmediğini de anlayınca ertesi gün için sözleşip ayrılırlar cezaevi kapısından. Ulus’ta bir otele yerleşir baba Gezmiş büyük oğlu Bora ile birlikte. Onca yol gelmişken görüşmeden dönecek hali yoktur ya İstanbul’a. Hem belki birkaç görüşme daha yapma fırsatı olacaktır böylece, idamların engellenmesi için.
Yüreğinin bir yanı hızla sona doğru yaklaştıklarını söylemektedir ona, bir yanı da infazların durdurulacağını. Hemencecik asacak değiller ya çocuklarını. Uluslararası düzeye de taşınan “İdamları Durdurun” kampanyası 22 bin imzaya ulaşmıştı. Kimler yoktu ki imzalayanlar arasında; Picasso, Neruda, Beckett, André Malraux hatta Elisabeth Taylor bile Üç Fidan’ın asılmaması için imza vermişlerdi.
Ülke içinde de her türlü baskı ve yıldırmalara rağmen; gazeteciler, yazarlar, milletvekilleri senatörler dört bir koldan uğraşıyorlardı onlar için. Daha kaç gün oluyordu İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanı Sunay’ın huzuruna çıkıp “Bu çocukları asmayın” diye yalvaralı. Bülent Ecevit Meclis’te önergeye karşı çıkanların sözcülüğünü yapmamış mıydı! Avukatlar da “karar”a itiraz etmişlerdi: Usulen de olsa, onlara hukuki bir cevap verilmeden, infaz yapamazlardı. Bu acele neydi! Neyle suçlanıyordu ki çocukları?
Türkiye’nin İkinci Kurtuluş Savaşçıları
Kendi deyimleriyle Türkiye’nin “İkinci Kurtuluş Savaşçıları” değil miydi onlar? Ne demişti 29 Ocak 1971 günü Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan babasına yazdığı açık mektupta: “Elbette ki hapse atılacağız, kurşunlanacağız da… Tıpkı Birinci Kurtuluş Savaşı’nda olduğu gibi. Ama bu toprakları yabancılara bırakmayacağız. Ve bir gün mutlaka yeneceğiz onları. Düşün baba, bugün hükümet işini gücünü bırakmış bizimle uğraşıyor. Çünkü bizden başka gerçek muhalefet kalmamış durumda. Ve hepsi Kemalist çizgiden sapmışlar. Ve tarih önünde hüküm giyme durumundalar. Biz çoktan onları tarihin çöplüğüne atmış durumdayız. ”Birkaç hafta önce aynı gazetede babasının kendisine yazdığı ve “Suçun yoksa adalete teslim ol” başlığıyla yayınlanan mektuba cevabıydı bu Deniz’in.
Ne suçu olacaktı ki sokaklarında komünist avına çıkılan Millet Meclisi’nde linç girişimlerinin yaşandığı bir ülkenin gençlerinin, Anayasa’nın uygulanması ve ülkenin tam bağımsızlığını istemekten başka?
Bunun için düzenlememişler miydi o ünlü Tam Bağımsız Türkiye İçin Mustafa Kemal Yürüyüşü’nü. Ne demişti dönemin Adalet Partili Başbakanı Süleyman Demirel gençlerin canhıraş taleplerine karşı: “Yollar yürümekle aşınmaz” dememiş miydi? Lakaytlığın bu kadarına da pes doğrusu.
Amerikan 6. Filosu’nun İstanbul’a gelişini protesto etmek için başlayan, Vedat Demircioğlu’nun öldürülmesiyle tırmanan eylemler nedeniyle kapatıldığı cezaevinden yeni çıkmıştı Deniz.
Cezaevinden çıkar çıkmaz amacını devrimci düşünceyi ve eylemi yaşatmak ve yaymak olarak belirledikleri Devrimci Öğrenciler Birliği’ni (DÖB) kurmuştu Cihan Alptekin ile. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne kaydolduğunda tanışmışlardı Cihan ile, o gün bugündür yedikleri içtikleri ayrı gitmez iki yakın arkadaş, canciğer iki yoldaş olmuşlardı birbirlerine.
“Cihan yanımda oldukça bana bir şey olmaz” diyecekti sonraları dost sohbetlerinde.
Ve o şakacı, mavracı, konuşkan Deniz, bir tek Cihan’ın Kızıldere’de ölüm haberini aldığı gün büyük bir suskunluğa kapılacak, ağzından başta Cihan olmak üzere, kendilerini ipten kurtarmak için Kızıldere’de destan yaratan dostlarının isminden başka bir şey çıkmayacaktı.
Önce Yusuf yakalandı, sonra Deniz
Yerleştiği otel odasında, oğlunu kurtarmaktan başka bir düşüncesi yoktu baba Hamdi Gezmiş’in. 12 Mart Muhtırası’ndan hemen sonra; 16 Mart 1971 günü, oğlunun yakalandığını duyduğunda nasıl sevindiği geldi aklına, içi yandı, gülümseyemedi.
Önce Yusuf yakalanmıştı, ardından Deniz, yağmurlu bir günde, Gemerek-Şarkışla’da. Yoğun bir ateş bombardımanı altında, yanlışlıkla girdikleri tel çitli hükümet konağının bahçesinde son bulmuştu onların sürek avı. Deniz için sorun yok aslında, bir sıçrayışta geçiveriyor çitin öbür yanına. Ama onun kadar şanslı değil Yusuf: Tam çitin üzerinden atlamak üzereyken, bacağını havada yakalıyor kör bir kurşuna. Öylece düşüyor gerisin geri hükümet konağının bahçesine, usul usul yağan karın altında, yarı baygın şekilde.
Yusuf’un düştüğünden habersiz, ara sıra elindeki makineli ile tarayarak uzaklaşıyor tarlalara doğru Deniz. Gözleri her yerde Yusuf’u arıyor. Onu ararken harcıyor zaten üzerindeki mermileri çoğunu. Sonrası vıcık vıcık çamur bir tarlanın içindeki bir çukura düşüyor. Etrafı her yandan sarılmış, kurşun sağanağı altında.
İki kurşunu kalınca atıyor silahı elinden, “Çıkıyorum” diye bağırıp çıkıyor çukurdan.
Tam bir hafta sonra örgütün beyni olduğu söylenen Hüseyin İnan da Kayseri’nin Pınarbaşı ilçesinde kurulan bir pusuda yakalanıyor.
Üçü de, ülkedeki sömürü düzeninden kurtulmak için bir isyan ateşinin yakılması gerektiğine inanmıştı. Öyle bir ateş olacaktı ki bu alevler; tüm ülkeyi sarıp sarmalayacak, haramilerin düzenini bir yandan yakıp yok ederken, diğer yandan özledikleri özgür, sömürüsüz ve kardeşçe yaşanan düzeni kuracaktı.
Haksızlığa karşı ayağa kalkan, hakkını arayan dünyayı takip ediyorlardı gün be gün, Güney Amerika, Uzak Asya, Afrika… Küba Devrimi… Vientnam’daki Direnme Savaşı. Çin Halk Cumhuriyeti’ndeki Kültür Devrimi.
Che’nin Emperyalizm’e karşı devrim mücadelesine çağrısının kulaktan kulağa yayıldığı günlerdi. İki değil, üç değil “daha fazla Vietnam” için yola çıkanların Ho Amca’ya selama durduğu günler. Bir gerilla savaşı takılmıştı akıllarına, bir de Mayakovski’nin ünlü dizeleri:
Susun artık konuşmacılar/Siz savdınız sıranızı/Söz sırası mavzer arkadaşta/Şimdi o konuşacak.
Mavzere olduğu kadar sanat ve edebiyata da tutkundular; üniversite kantinlerinde yaptıkları edebiyat tartışmaları dışında sinemaya, tiyatroya da vakit ayırır, resim sergilerini takip ederlerdi.
“Sıradan bir burjuva, inan ki, Beethoven’in Yedinci Senfonisini bir devrimci kadar anlayamaz bence, bir devrimci gibi yaklaşamaz ona. Ne bileyim, bir Lorca’nın, bir Neruda’nın şiirinin tadına bir devrimci gibi varamaz. İspanya İç Savaşı’nı yaşayan biri, Rodrigo’yu nasıl bizlerden daha iyi anlarsa, bu da öyledir” diyecekti, darağaçlarının gölgesi düşen hücresinde yapılan bir söyleşide.
Deniz İstanbul’da barınamaz duruma düşünce Ankara’ya gelmiş, ODTÜ yurtlarına yerleşmişti.
Ah o ODTÜ’nün 201 ve 202 No’lu odaları. Oda değil bir karargâh, taş kesilmiş bir tarih sanki.
En ateşli sosyalizm tartışmalarından en komik mavralara tanıklık etmiş, en olmadık misafirlere ev sahipliği yapmış odalar.
Sadece kavgada değil, mavrada da en önde imiş Deniz
Hele bir beyaz atlı prens hikayesi var ki ömre bedel.
ODTÜ arazisinin etrafında hala köylerin olduğu zamanlar.
Köylülerin işe yaramayan atlarını boş arazilere saldığı yıllar.
Arkadaşlardan biri bu atlardan birini bulup yurda getiriyor.
Ata kim önce binecek çekişmesini kazanan Yusuf, Deniz’den önce ata biniyor. Ama kısa bir tür attıktan sonra “Benim şanıma yakışmaz bu uyuz ata binmek, al sen bin” diyerek Deniz’e veriyor.
Deniz ata atlıyor atlamasına ama; ayakları yerlerde sürünüyor.
Bir arkadaşı imdadına yetişip atı kız yurduna çekiyor.
Kızlar pencerelere doluşmuş uyuz at üzerindeki Deniz’e bakıyorlar.
Hazır yurdun önüne gelmişken Deniz espriyi patlatıyor:
“Hüsniye kız, Hüsniye, bak beyaz atlı prensin seni kaçırmaya geldi, hadi bohçanı alıp da gelsene!”
Tabi, yurdun bütün kızları gülmekten yerlerde.
Böyleymiş bizim Deniz işte. Bir yanı manda yürek, bir yanı çocuklar gibi şen şakrak.
Hele bir de Kış Koşusu hikayesi var ki, “İşte bu” dedirtmekte okuyana. “İşte bu bizim Deniz.”
O dönemler Kış Koşusu diye bir etkinlik varmış ODTÜ’de; kız yurdunun önünde başlayıp 10-15 kilometre koşulduktan sonra, yine aynı yerde sonra eren bir etkinlik. İsteyen herkesin katılabildiği bu koşu hakemin elindeki silahını başlatmasıyla başlarmış.
O gün yine atletler ısınma turlarını bitirmiş, hakemin “dikkat herkes yerine” demesiyle birlikte koşu pozisyonlarını almış, kulakları gelecek silah sesini beklemekteymiş. Bom diye bir ses duyulur duyulmaz hepsi birden koşmaya başlamış, ama o da ne! “Durun” diye bağırıyormuş hakem, “Durun daha silahımı ateşlemedim ki ben!” Herkes şaşkın… Peki; hakem değilse kim basmış olabilir tetiğe? Tabi akıllara tek isim gelmekte. O ise sakince silahını yerine yerleştirmekte. Deniz başlatır da diğerleri durur mu? Sırayla herkes patlatmaya başlamış hakemden önce. O gün zar zor başlatılmış Kış Koşusu, şen kahkahalar eşliğinde.
Devrim ideali peşinde doludizgin geçen mücadele günlerinin yanında, buna benzer daha nice “mavraları” öyle güzel anlatıyor ki, kavga arkadaşları Atilla Keskin “Acılara Yenilmeyen Gülümseyişler” adını verdiği kitabında. İster istemez siz de gülümsüyorsunuz onlarla birlikte.
THKO’nun kuruluşu!
Bu döneme rastlar Dev-Genç’ten kopup THKO’yu (Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu) kurmaları ve mali sorunlarını çözmek için pes peşe gelen banka soygunları. 12 Mart’tan bir hafta önce, 4 Mart günü bomba etkisi yapar basında ilk defa duyulan THKO adı. Dalga dalga yayılacaktır sonraları bütün ülkeye. Aynı gün kaçırmıştı Deniz, Yusuf ve Sinan ile birlikte Ankara’da görevli 4 Amerikan askerini. Hüseyin götürür basına fidye istenilen, THKO imzalı bildiriyi, içlerinde açığa çıkmayan tek o vardır çünkü. 36 saat içinde istenilen fidye verilmezse, öldüreceklerdir ellerindeki rehineleri.
Ne fidye istekleri yerine gelir ne de onlar savunmasız bu rehineleri öldürebilirler; birkaç gün sonra serbest bırakacaklardır ellerindeki yemeyip yedirdikleri bu rehineleri.
Artık kafaları daha da netleşmişti. ‘Kır gerillasıyız biz’ diyorlardı, kırlara çekilip eylem yapmaktı amaçları. Bu nedenle önce Filistin’e gidip El Fetih’te eğitim görmüşler, sonra da dağ için hazırlıklara başlamışlardı. Yiyecek, içecek, barınak… Gerilla elbiseleri, dağa dayanıklı postallar dahil her şeyleri hazırdı. Yavaş yavaş gruplar halinde çıkılıyordu da dağa. Bu iş için iki tane motosikletleri bile vardı; biri kırmızı diğeri beyaz Java.
Kırmızı olanı Hüseyin İnan almıştı yoldaşı Tuncer Sümer ile birlikte, ikisi de o güne kadar hiç motor kullanmadıkları halde. Amaçları tüm Anadolu’yu örgütlemekti, karış karış gezmek her toprağını. Motor bu gezileri kolaylaştıracaktı. Hüseyin ve Tuncer Sümer, Filistin dönüşü yakalandıkları için gerçekleştiremeyeceklerdi motor turunu, ama Yusuf tek başına yapacaktı onların yerine. Hem Diyarbakır Cezaevi’ne ziyaretlerine gidiyordu yoldaşlarının hem de Ankara, Bursa, İstanbul, İzmir, Kars arasında mekik dokuyordu motosikleti ile.
Çok sonraları “Devrimin Beyaz Küheylanı” adıyla belgeseli de yapılacak olan beyaz Java Tayfur Cinemre’ye aitmiş. Çok güzel motor kullanmasının yanı sıra teknik konularda da uzmanmış Tayfur.
Kırsaldaki arkadaşlarına katılmak amacıyla en son bu iki motor ile ayrılmışlar Ankara’dan. Yusuf ile Deniz kırmızıda, Tayfur ile Sinan Beyaz Java’da.
Yolda arıza yapınca kırmızı motor, beyaz motoru Deniz ile Yusuf’a bırakıp kırmızıyı tamir ettirmek için ayrılmışlardı onlardan Sinan ve Tayfur. Deniz ile Yusuf yakalandığında altlarında olan bu beyaz küheylandı.
Babası Cemil Gezmiş gazete manşetlerinden öğreniyor oğlunun yakalandığını. “Çok şükür” diyor kendi kendine; “Sağ salim, yara beresiz yakalanmış hiç olmazsa, kurşun yağmuru altında vurulmadı ya, ne olacak cezası neyse yatar çıkar” diye düşünür. Nerden bilsin sağ yakalandı diye sevindiği oğlu için hakimlerin kalem kırıp darağaçlarının kurulacağını.
Gece sokağa çıkma yasağı
Ankara’da gece sokağa çıkma yasağı konduğunda anlıyor, çocuklarıyla görüştürülmeden cezaevi kapısından geri çevrilen babalar, o günün aslında banyo değil, infaza hazırlık günü olduğunu.
Onlar korkunç acıları ve çaresizlikleri içinde kıvranırken darağacı kuruluyordu Ankara Merkez Cezaevi’nde. Kapıdan girişte, ortadaki karakavağın sol tarafında bir demir sehpa. Tepesinde ip ve ilmik. Altında orta boyda bir masa. Masanın üstünde sehpa.
Sokağa çıkma yasağına rağmen çepeçevre zırhlı araçlarla çevrilmişti cezaevi, mahşeri bir asker kalabalığı da cabası. Her yan projektörlerle aydınlatılmış gündüz gibi.
Önce Deniz çıkıyor sehpaya. Sonra Yusuf, daha sonra da Hüseyin.
Üçü de başları dik, adımları berk, dillerinde sloganlarla yürürler darağacına.
Sabah saat 3.50’de infazlar bitip cenazeler Yenimahalle’deki Karşıyaka Mezarlığı’na doğru yola çıkarken ailelere haber vermeye gelmiştir sıra.
Önce baba Beşir Aslan’ın kaldığı Yufuf’un kız kardeşinin evine giderler. Bütün aile hazırlıklıdır zaten. Damadıyla birlikte biner arabaya Beşir amca.
Sonra Cemil Gezmiş’in oğlu Bora ile birlikte kaldığı otelin önünde durur araba.
İki babanın gözyaşları karışır birbirine.
Hüseyin’in babası Hıdır İnan mezarlıkta yetişir onlara.
Ankara Emniyet Müdürü, kapkara gözlüklü MİT elemanları, sivil polisler.
Neredeyse her mezar taşına bir polisin düştüğü koskoca mezarlıkta topu topu 5 kişi; 3 acılı baba, bir ağabey, bir damat, teslim edilmek istenmeyen cenazelerin başında cebelleşmekteler.
“Deniz’i götürüyorsunuz, çocukları birbirinden ayırıyorsunuz” der Beşir amca, görevlilere “Verin oğlumu İstanbul’a götüreceğim” diyen Deniz’in babasına. “Ben nereye götüreyim Yusuf’umu. Benim memleketim Çorum Sarayköy. Oraya nasıl götüreyim? Gel vazgeç.”
Sonradan öğrenir Cemil Gezmiş, oğlunun “Baba beni İstanbul’a götürmeye kalkma. Ankara’da defnet. Taylan’ın yanına” diyen vasiyetini.
Değil Taylan’ın yanına gömülmesine, üçünün yan yana gömülmesine bile izin verilmez. Çoktan hazırlamışlardır zaten aralarında üçer boşluk olan üç mezarı.
Hıçkırıklar içinde defnederler orada üç acılı baba kendi elleriyle çocuklarını.
İspanya… İç Savaş… Rodrigo… Konçerto… Tam Bağımsızlık…
1968’in devrimci dalgasının dünyayı kasıp kavurduğu günlerde, bu mücadele denizine atılan 20’li yaşlarda gençlerdi Deniz ve arkadaşları. Hepsi de dönemin en iyi okullarında eğitim gören, önlerinde parlak bir gelecek olan gencecik fidanlardı.
Hiçbir kişisel çıkar gözetmeden, hiçbir tereddüte kapılmadan atıldılar antifaşist, anti-emperyalist mücadelenin en ön saflarına.
Tıpkı kendilerinden tam 35 yıl önce dünyanın dört bir yanından kalkıp İspanyol İç Savaşı’na katılmak için yollara düşen o günün 20’li yaşlarındaki gençleri gibi.
Tıpkı “Halk Cephesi” koalisyonun kurulduğu 1936 yılı İspanya’sında olduğu gibi.
Bir yanda Alman Nazilerinden, Mussolini’nin Kara Gömleklilerinden destek alan faşist İspanya ordusu vardı o dönemde de.
Diğer yanda birçok ülkeden gelen devrimcilerden, sosyalistlerden ve anti-faşistlerden oluşan ‘Enternasyonal Tugaylar’ ve İspanya sosyalistlerinin Halk Cephesi…
Kıran kırana süren ve büyük acıların yaşandığı İç Savaş.
Halk Cephesi’nin yenilgisi…
Ve İspanya’da Franco’nun, diktatörlük döneminin başlaması…
Rodrigo’nun 1939 yılında yazdığı Aranjuez Konçertosu ile altı yüz bin kişinin öldüğü bu iç savaş, brigadlarda faşizme karşı canhıraş direnen devrimcilerin coşkusunu, geleceğe olan umutlarını, gerek iç savaş sırasında gerekse de sonrasında yönetimi ele geçirdikten sonra Franco’nun halkına yaptığı zulümleri ve yaşattığı acıları anlatması.
Ve yıllar sonra Deniz’in bizleri; darağacının dibinde, ölümün soğuk ipi boynunda iken bu konçerto ile tanıştırması.
Son arzusu demli bir çay ve sigara eşliğinde Rodrigo’nun Gitar Konçertosu’nu dinlemek olan…
Son sözleri “Yaşasın tam bağımsız Türkiye!” ve “Yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği!” olan bizim Deniz.
Bu nedenledir bizlerin her 6 Mayıs’ta İspanya… İç Savaş… Rodrigo… konçerto… tam bağımsızlık… ve Deniz… ve Yusuf… ve Hüseyin… demelerimiz.
(ALGÜL UMUTLU - SENDİKA.ORG)
Kaynak:
Acılara Yenilmeyen Gülümseyişler – Atilla Keskin
Abim Deniz – Can Dündar
Dağcılar: Atilla Keskin anlatıyor – Can Dündar