Page Nav

HIDE

Grid

GRID_STYLE

Reviews

SHOW_BLOG

Erime Noktası (Alkın Deniz Yiğitoğlu)

Erime noktasındayız. Artık bulundukları kabın şeklini alacak “bireyler”, tedrisattan geçirilmeli. Kızıl yeterli gelmiyor ve artık bu “çağdaş...

Erime noktasındayız. Artık bulundukları kabın şeklini alacak “bireyler”, tedrisattan geçirilmeli. Kızıl yeterli gelmiyor ve artık bu “çağdaş” günlerde tek başına sırıtıyor. Bütün bunların teorileri yazılıp çiziliyor. (...) Başaramayabiliriz yoldaşlar. Ancak Thomas Müntzer’den, Şeyh Bedreddin’den bugüne süren bu kavga dinmeyecek. Erime noktasının aşılması, bu sürekliliğin bilince çıkarılmasında saklı.


Oktay Sinanoğlu’nun kimya terimleri sözlüğüne göre çökelek[1]; “[Alm. Niederschlag] [Fr. precipite] [İng. precipitate ] [Jap. tinden (butu) ] : Sıvı içindeki bir tepkime sonucu, dibe çöken çözünmez özdek” olarak açıklanıyor. “Özdek”[2] ise daha anlaşılır bir anlama sahip aynı sözlükte; “[es. t. madde] [Alm. Substanz] [Fr., İng. substance] [Jap. bussitu] Uzayda yer doldurup kimyasal bir yapısı olan varlık” şeklinde açıklanmakta. Yani tortu. Bir çözülme süreci sonrasında dibe çöken bir madde/ler tabakası. Bundan bahsediyoruz. Kimyasal süreçler maddeyi dönüştürüyor ve onu çeşitli formlara sokuyor. Madde, bu formlar arası dönüşümünde edilgen; dış faktörler onun yapısını değiştiriyor. En azından amatör kimya bilgim bu menzile yetiyor.

Bir başka kavrama daha uzanacağız: “erime noktası”. Bir maddenin (özdek), katı hâlden sıvı hâle geçtiği sıcaklıktır. Bir derecedir. Madde için bir çeşit sırat köprüsüdür, katı özelliğini kaybeder. Katılığıyla birlikte direnç, sürtünme, ağırlık, mukavemet birimleri de silinir. Karakteristik bir değişimdir. Sıvılar bulunduğu kabın şeklini alır; bunu herkes ortaokulda öğrenmiştir. O yüzden madde bir kere eridi mi, geçmiş olsun.

2000’e Doğru dergisinin 20 Eylül 1992 tarihli 38. sayısında Dev-Yol’un o dönem başlattığı iç tartışmalara ve Oğuzhan Müftüoğlu’nun demeçlerine yer veriliyor[3]. SSCB’nin Sokrates-vari intiharı sonrasındaki depremin etkileri satır satır okunuyor.

Devrimci sosyalist hareketin kolektif zihnine, Hiroşima’ya atılan atom bombası tesirinde bir ideoloji bombası atılmıştı. SSCB’nin “içten patlamasının” incelenmesi, masaya yatırılması; bir savaş bilincinin üç boyutlu ekseninde değil, bir çeşit günah çıkarma ayininde âdeta zırlayarak tüm dünyada gerçekleştiriliyordu.

Domenico Losurdo, Tarihten Kaçış kitabında milattan sonra 70’te Roma yönetimine karşı patlak veren Yahudi ulusal isyanından söz açar[4]. Roma İmparatorluğu, isyanı bastırmak için Kudüs’ü kuşatmış ve içerideki isyancıları açlıkla yıldırmaya çalışmıştı. Kentteki açlık öyle bir boyuta gelmiş ki “Oğullar babalarının, daha da acısı, anneler çocuklarının ellerinden ekmekleri kapıyorlardı.” denir. Roma galip gelmiş, kente girmiş ve isyancıları yok etmişti. Yalnızca Kudüs şehrinin yıkılması değil, bir halkın da dünyanın dört bir yanına sürülmesi böyle gerçekleşti. Bu olayları aktaran Yahudi vakanüvisin bizzat kendisi de bir direnişçiydi. Ancak yenilgiden sonra galiplerin tarafına geçmiş, Josef olan ismini Josephus Flavius olarak değiştirmiştir.

İbret vericidir. Domenico Losurdo da bu hikâyeyi ibret alalım diye anlatmaktadır. Yenilmiş bir ihtilalin evlatları düşman saflarına geçmiştir. İlk yaptıkları iş ise ihtilali lanetlemektir. “Biz bir hataydık!” demek ihanetçinin besmelesidir. Meğerse ne hatalar yapılmış, o zamanlar görülememiştir. Hataları fark eden her ihanetçinin yatağında, yaşlılıktan sebep ölmesi de bir doğa yasasıdır, zira kahramanlar, işledikleri “hatalarla” birlikte yenik ihtilallere gömülürler.

6 Kasım 2007, Anfield Stadı…

Liverpool, Beşiktaş’ı 8-0 gibi katastrofik bir skorla yeniyor. Beşiktaş’ın yöneticilerinden Sinan Engin, bu yenilginin hemen ardından dağılmış bir vaziyette röportaj gerçekleştiriyor[5]. 8’lik bir yenilginin ardından “Malzeme buydu.” diyor ve ekliyor: “Biz zaten bu seviyenin takımı değiliz.” minvalinden konuşuyor. Yenilgiyi, felaketi gerekçelendiriyor ve ilk suçlu, yenilenlerin doğasında bulunuyor; malzeme zaten bu.

Kimi yenilgiler gelecekteki zaferin ilk kıvılcımıdır. Bazı mağlubiyetler, orduların gelecek zaferlerinin başlangıç noktasıdır. “Başaramayabiliriz yoldaşlar!” şiarındaki başaramamak, buz gibi gerçek bir ihtimaldir. “Mutlaka kazanacağız” da denebilir, denmelidir. Ancak yenilgi, mutlak son değildir. Hele insanın ilk günlerinden beri süregeldiği söylenen bir mücadeleyse mevzubahis, zaten yenilgi yılları muzaffer yıllardan çok daha fazladır. Devrimin, düşmanın son kalesine de kızıl bayrak dikmeden bitmeyeceğini bilenler, zaten hiç o yüksekliklerden düşmemişlerdir. Düşüşü yaşayanlar ise Serencebeyli Sinan’ın psikolojisinde yazıp çizmiş, yenilginin gezgin ozanlığını yapmışlardır. Uzaktan baktığınızda ızdırap dolu ruhlara benzemektedirler.

Oğuzhan Müftüoğlu, “yenilgi” şarkısına “Ben bir birey olarak konuşuyorum.” diyerek başlıyor. Bu cümle, paradoksal bir içimde, yenilginin hem sebebini hem sonucunu içinde taşıyor. Zamanı kıran cümle, hem olayların evvelini hem de geleceğin manzarasını tek bir kelimenin, “birey” denen erimiş öznenin içine saklayarak gösteriyor. Bu erime, kan bağı olmamasına rağmen birbirleri için ölen ve öldüren bir kan kardeşler milleti olan “solcular” için “bireyleşme” sürecinde berraklaşıyor. Bu erime noktası, kendi hakikatine değil de başka anlatılarla hemhal olan solun dışarıdaki yenilgiyi sahiplenmesi ile başlıyor. “Almanlar yenilince biz de yenilmiş sayıldık.” klişesi, Tanzimat zihniyetinin kolektif bilincinde komedi şeklinde tekrarlanıyor; şapkalar çıkarılıp öne konuyor. İşte erime noktası; “örgüt” eriyip “çevre”, devrimci eriyip “birey” oluyor. Devrimci Oğuzhan Müftüoğlu, yani Josef, “özeleştirinin” sisli ormanında kayboluyor, onun yerine “birey” Josephus Flavius geliyor.

Dev-Yol tutanakları, küfürle başlıyor, küfürle bitiyor. Sosyalizmin yenilgisi de ilân ediliyor. “İnsanın doğası zaten bencildir” keşfi yapılıyor. Bütün bu müthiş “keşifler” birkaç güne sığdırılıyor. Ülkenin dört bir yanındaki mezarlıklarda yatan devrimciler, büyük keşiflere varamıyorlar. Nefesi kesilenler, nefes kesmeye çalışıyorlar. Başlar utançla öne eğiliyor. Kendinden nefret dikte ediliyor.

Erime noktasındayız.

Artık bulundukları kabın şeklini alacak “bireyler”, tedrisattan geçirilmeli. Kızıl yeterli gelmiyor ve artık bu “çağdaş” günlerde tek başına sırıtıyor. Bütün bunların teorileri yazılıp çiziliyor.

Erime noktasının ardından tortular örgütleniyor. Artık her şeyin ancak bir tortusu kadar devrimcilik yapılıyor. Oğuzhan Müftüoğlu, son günlerini yazlığında siyah beyaz fotoğrafları yad ederek geçiriyor. Ertuğrul Kürkçü, Kızıldere’de yoldaşlarının öldüğü yaşta olan bir kızla sahillerde içki içiyor. Aydın Çubukçu ise Londra’dan “küçük burjuva devrimciliğinin eleştirisini” kaleme alıyor.

Devrimci önderler ise bu generallerin apoletleri olarak kalıyorlar. Yaşamlarını onlara borçlular. Bir kuşak daha zehirleniyor, bir kuşak daha yenilgi türkülerini dinliyor.

Başaramayabiliriz yoldaşlar. Ancak Thomas Müntzer’den, Şeyh Bedreddin’den bugüne süren bu kavga dinmeyecek. Erime noktasının aşılması, bu sürekliliğin bilince çıkarılmasında saklı.

(Alkın Deniz Yiğitoğlu - 23 Mart 2023 - https://istiraki.blogspot.com/2023/06/erime-noktas.html)

Dipnotlar:

[1] Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu, Fiziksel Kimya Terimleri Sözlüğü, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 1978, s. 36.

[2] A.g.e., s. 88.

[3] 2000’e Doğru, Yıl 6, Sayı 38, “İç Tartışma Tutanaklarından: Devrimci Yol Nereye?”, s. 8-15.

[4] Domenico Losurdo, Tarihten Kaçış: Günümüzde Rus ve Çin Devrimleri, Yordam Yayınları 2016, s. 18.

[5] Sinan Engin, “Beşiktaş-Liverpool 8-0 Maç Sonu”, Youtube.

Hiç yorum yok

EKONOMİ/PARA/PİYASA