Masaların ölüleri, Cumhuriyet'in hem övülerek anlatılan hem eleştiri konusu yapılabilecek yanlarını boydan boya kesiyor. O nedenle Cumhu...
Masaların ölüleri, Cumhuriyet'in hem övülerek anlatılan hem eleştiri konusu yapılabilecek yanlarını boydan boya kesiyor. O nedenle Cumhuriyet'i anlatan en iyi metaforlardan biri olduğunu düşünüyorum.
Nazım Hikmet’in magnum opus’u Memleketimden İnsan Manzaraları’nın İkinci Kitabı'nın Üçüncü Bölümü’nde, kitap boyunca yolculuğunu takip ettiğimiz trenin yemekli vagonundaki masalara bakan ve onlar üzerine konuşan iki kişinin sohbetini anlatan bir sahne var. Dışarda “insana yalnız büyük, şefkatli, güzel şeyler düşündüren” bir ay, deniz, rüya yelkenlisi ve denizin kıyısındaki kırların ve ağaçların dünyası varken, bu iki kişi kimi ölülerden söz ederler. (1) Birbiriyle konuşan bu iki kişiden biri, her masada oturan zenginleri anlatırken o masaya biraz daha dikkatli bakarsak göreceğimiz ölülerin hikayesini de anlatır. Zenginlerin tümü belirli bir el koyma sonucu zengin olmuştur ve bu el koyma sürecinde mutlaka bir kişinin -bazen çok daha fazla sayıda insanın- ölümüne yol açmışlardır. İlk iki masada, varlığı görünmeyen ama aslında masada olan iki ölü ya da belki iki hayalet, sermaye birikimi sürecinde önce kullanılan ama sonra iş bitince bir kenara atılan, sermaye birikimi sürecinin tabiri caizse kustuğu iki kişidir. İkisi de intihar etmiştir. Üçüncü hayalet ya da ölü ise, Selim, “müteahhit hatta fabrikatör” Hikmet Alpersoy’la ortağı Bulgar’ın fabrikasında çalışan, gencecik bir işçidir. Fabrikada 25 kuruşa 14 saat çalıştırılan işçilerden biri olan Selim buna itiraz eder ve 50 kuruş ücret ile 10 saat çalışma süresi talep eder. “Derin, felsefi bir fikir değil elbet, fakat tehlikeli bir fikir” olan bu fikri nedeniyle 18 yaşındaki Selim’i patron Hikmet ve ortağı Bulgar, komünist diyerek polise ihbar eder.
“Halbuki komünist değildi Selim.
Düşünmemişti komünizmin ne olduğunu bile. O sadece on sekiz yaşındaydı
ve yirmi beş kuruş yerine elli kuruş istiyordu
ve on dört saat yerine on saat.
Polis bu kanaatte değildi fakat.” (2)
18 yaşındaki işçi Selim emniyette çok ağır bir işkenceden geçer, ayaklarının üzerine basamayacak hale gelir, saçlarından duvarda bir çiviye bağlandıktan sonrasını ise bir rüyada gibi geçirir. Sonra, Selim’i çividen çözüp yere yatırınca, bir pencere görür ve o pencereden kendini aşağıya bırakır. Bilmiyoruz der anlatıcı, o mu kendini bıraktı yoksa polis mi onu oradan attı.
YÜZÜNCÜ YILDA O MASALARIN HAYALETLERİNİ HATIRLIYORUM
Cumhuriyet'e dair heyecanla yapılan 100. yıl değerlendirmeleri, özellikle de Cumhuriyet'in ‘iyi yanları’yla ‘kötü yanları’nı ayırmaya dair büyük bir titizlik ve ‘tarafsızlık’la yapılan akademik değerlendirmeleri gördüğümde hemen Memleketimden İnsan Manzaraları’nın anlattığım sahnesini hatırlıyorum. Benim için Cumhuriyet demek işte o masalar demek, yüzüncü yılda da en çok o masaların ölülerini ya da hayaletlerini hatırlıyorum. O masaların ölüleri Cumhuriyet'in hem tüm övülerek anlatılan kısımlarını hem de eleştiri konusu yapılabilecek tüm yanlarını, boydan boya kesiyor, hepsini katediyor. O nedenle, Türkiye Cumhuriyeti’ni anlatan en iyi metaforlardan birinin bu sahne olduğunu düşünüyorum. Masada başarılı tüccarlar, fabrikatörler, işini bilen ve müreffeh isimler var; ama her masada aynı zamanda posası çıkarılmış, intihara sürüklenmiş, katledilmiş başka birileri daha var. Onları görmüyoruz ama aslında onlar o masadalar; masaya musallat olmuşlar, dikkatle bakan gözlere görünüyorlar. Yüzüncü yılda o masanın ölülerini, hayaletlerini, mezarsızlarını gündeme getirmek istiyorum, masada oturanların kimliklerini de çeşitlendirerek elbette.
BU DÜNYAYA MUSALLAT OLAN HAYALETLER, ÖLÜLER, MEZARSIZLAR METAFORUNUN YAYGINLIĞI
Bu dünyaya musallat olan hayaletler, ölüler, mezarsızlar yeni bir metafor değil. Özellikle devlet şiddetinin geniş bir repertuarda icra edildiği, tarihi devlet görevlileri, yani aslında Cumhuriyet'in görevlileri tarafından zorla kaybedilenlerle, katledilenlerle dolu coğrafyalarda pek çok yazar bu metaforu kullanır. Subcomandante Marcos ve Paco İgnacio Taibo II’nin birlikte yazdığı Huzursuz Ölüler romanının baş karakteri, Meksika devletinin himayesiyle sayısız cinayet işleyen Morales’in izini süren Zapatistlerin soruşturma görevlisi Elias Contreras’tır. Contreras, binlerce diğer insan gibi devlet görevlilerince katledilmiştir ve pek çok başka huzursuz ölü gibi bu dünyadan ayrılamaz. Katillerini bulmadan, olan bitenin gerçeğini ortaya çıkarmadan, hesap sormadan bu dünyayı terk edememektedir. (3)
KOMÜNİST MANİFESTO BİR 'HAYALET'TEN SÖZ EDEREK AÇILIR
Avery F. Gordon, kapitalizmin farklı şiddet biçimlerinin dünyanın başka yerlerindeki güzergahlarını anlattığı ve temel kavramı “musallat olmak” olan kitabında pek çok farklı türden ölünün, hayaletin bugüne ve şimdiye nasıl musallat olduğunu anlatır. Bu güzergahların farklı biçimlerde nasıl temsil edildiğiyle, daha doğrusu temsil edilme biçimlerinin pürüzleriyle uğraşır. Gordon, Amerika’nın kölelik döneminin, köleyi bütünüyle insanlık aleminin dışına çıkaran bir sömürü ve boyun eğme sistemini inşa edişini Toni Morrison’un müthiş romanı Sevilen’deki kimi temaları takip ederek anlatır. Bu temaların en önemlilerinden biri, hikâyeye sürekli geri dönen ölüler, hayaletler, imha edilmiş/yok edilmiş/katledilmiş ama bu dünyayla hesabı bitmemiş olanlardır. (4) Son bir hatırlatma, Komünist Manifesto Avrupa’nın üzerinde dolaşan bir 'hayaletten', komünizmden söz ederek açılır. Farklı baskılarda hayalet, hortlak ya da heyula olarak çevrildiğini gördüm, dolayısıyla Marx ve Engels de komünizmi bugüne ve şimdiye musallat olmuş bir hayalet, hortlak ya da heyula olarak düşünürler.
DERİNDEKİ SORUN
Ben bugün Cumhuriyet'in yüzüncü yılını konuşurken meseleyi o hayaletlere, mezarsızlara, ölülere getirmek gerektiğini düşünüyorum. Son 20 yılın bir bütün olarak bakiyesi ve özellikle son 8 yılın Kürt meselesindeki barışçıl arayışların büyük bir patırtıyla sona ererek Kürt savaşının yeniden başlaması, Gezi ayaklanmasının sonuç elde edemeden sönümlenmesi, yürütülen muazzam bir sürek avıyla kadın düşmanı ve anti-gender olarak tanımlayabileceğimiz feminizmi ve LGBTİ+ hareketini hedef alan şiddet politikaları nedeniyle, cumhuriyet tarihinin belirli dönemlerine daha hayırhah bakan yaklaşımların hem entelektüel dünyada hem de gündelik hayatta daha güçlendiğini görüyorum. Elbette derece farkları olmakla birlikte ve mevcut momentin yakıcılığını kaybetmemek ya seyreltmemek kaydıyla, sorunun daha derinde olduğunu düşünenlerdenim. Nazım Hikmet’in Memleketimden İnsan Manzaraları’nda mükemmel bir şekilde anlattığı masalardaki ölülerin tamamını kavramadığımız sürece kavrayışımızın eksik kalacağına inanıyorum. Doktora tezimi zorla kaybetmeler üzerine yazarken incelediğim pek çok çalışma, Türkiye’de esasen 12 Eylül sonrası bir devlet stratejisi olarak kullanılan ve sistematik olarak 1990’lardaki yeni kontrgerilla repertuarının bir tekniği olarak, Kürt hareketini yalnızlaştırmak üzere, Kürt toplumu üzerinde icra edilen zorla kaybetmelerle ilgili hikâyeyi Ermeni Süryani Soykırımı’ndan başlatıyordu. Dolayısıyla mesele Cumhuriyet'in yüz yıllık hayaletleriyle de bitmiyor; Cumhuriyet'e musallat olan, deyim yerindeyse bir de Cumhuriyet'in devraldığı hayaletler de var.
KILCAL BAĞLARI BİRLİKTE DÜŞÜNMEK
Burada kapitalizmin gündelik şiddetiyle yaşamları elinden alınan binlerce isimsiz ölünün, kadın cinayetlerinde katledilmiş ve failleri korunup kollanmış kadınların, sadece Kürt olduğu için değil aynı zamanda Kürt hareketinin mücadelesinde bir nefer olduğu için yok edilen binlerce ve cenazeleri zırhlı araçların arkasında sürüklenen onlarca insanın, Cumhuriyet'in polisinin, savcısının akıbetini araştırmaya tenezzül bile etmediği çok sayıda trans cenazenin arasındaki güçlü ve kılcal bağları birlikte düşünmek benim için önemli bir alan açıyor. Türkiye düşün dünyasının ana akımının önemli erkeklerinin -Türkiye düşün dünyasının ana akımının önemli isimleri hâlâ ve hiç şüphesiz ezici bir biçimde erkeklerden oluşur-, çok sevdiği gündelik politik tartışmalardan, makro analizlerden, akıl vermelerden kafasını kaldırıp yüzlerini Nazım Hikmet’in anlattığı masalara, o masaların ölülerine, hayaletlerine, mezarsızlarına dönmesi gerektiğine inanıyorum. O ölüleri katleden sadece tetikçilere değil, onların katledilmesini normalleştiren kurumsal ve toplumsal işbirliklerine, hukuk sahasının o ölülerin katillerini nasıl koruyup kolladığına, onları nasıl hem bilinir kılan hem de yok sayan mekanizmalarla hatırlatılıp unutulduklarına, düşünce üreten pek çok kurumsal yapının bu ölüleri nasıl çerçeveleyerek katliamları bazen bilinçli olarak bazen de artık görünmez hale gelerek doğallaşmış örüntülerle sildiğine, tüm bu etraflı meselelere dikkatle bakmalıyız. Bazen soru sorarak, bazen belirli cevaplar ileri sürerek, bazen öfkeyle, bazen serinkanlılıkla, bazen araştırma yaparak, bazen politize ederek, ama mutlaka bütün boyutlarıyla idrak etmeye, kavramaya çalışarak.
'KAYIPLAR BULUNSUN, FAİLLER YARGILANSIN'
22 Temmuz 2023 Cumartesi günü, Diyarbakırlı kayıp yakınları ve İnsan Hakları Derneği Diyarbakır Şubesi “Kayıplar bulunsun, failler yargılansın” eyleminin 754. haftasında Cizreli Mesut Dündar’ı andı. İHD Diyarbakır Şubesi Kayıp Komisyonu üyesi Fırat Akdeniz, Mesut Dündar’ın katledilme hikayesini şöyle anlatıyor:
“Mesut Dündar, Şırnak’ın Cizre ilçesinde ikamet ediyordu. Çocukken menenjit hastalığına yakalanmış ve maddi imkânsızlıklar nedeniyle tedavi olamadığı için zihinsel engelli olarak yaşamanı sürdürmek zorunda kalmıştı. Mesut Dündar, Cizre ilçesinde yapılan gösterilerde sarı, kırmızı, yeşil flamaları taşıdığı için 3 kez gözaltına alınmış ve yoğun işkencelere maruz kalmıştı. 1992 yılının temmuz ayında Cizre Emniyeti’ne bağlı polisler, ailesi ile birlikte yaşayan Mesut’un evine baskın yapmış ve aileye; 'Mesut’u Elazığ akıl hastanesine götürmek için geldiklerini' söyler. Polisler, Mesut ve babasını evden alarak götürür. Daha sonra Mesut’u Cizre Hastanesine yatırırlar. Ancak Mesut, korkup hastane camından atlayarak kaçar.
Polis, 3 gün boyunca Mesut’un babasını da yanlarına alarak civar köylerde Mesut’u arar. Mesut Dündar’ı bulamayan polisler, babasını 3 gün boyunca yoğun işkenceden geçirir. Babası, oğlunu getirmemesi durumunda ölümle tehdit edilir. Baba, onu getireceğine dair söz verince polislerce serbest bırakılır. Mesut Dündar eve geri dönmez, ancak her gün ailesini telefonla arar. Bu sırada polisler de her gün evlerine baskın yapar. Mesut’un ailesini telefonla aramadığı günlerden bir gün, polisin eve baskın yapmaması üzerine aile Mesut’un yakalandığını düşünür.
6 Eylül 1992 tarihinde Mesut Dündar’ın cesedi, Sulak köyü Şeyh Değirmenci Su Değirmeni’nin yanında elleri arkadan bağlı boğulmuş bir halde bulunur. Sulak köyünde olayı gören çok sayıda görgü tanığının beyanlarına göre; Mesut’u olay yerine getiren biri polis 3 silahlı sivil giyimli kişilermiş. Olay yerine gelen askerler, cesedin altında bir bubin tuzağı olabileceği gerekçesiyle cesedi bir zırhlı personel aracının arkasında sürükler.
Özgür Gündem Gazetesi’nin 19 Kasım 1992 tarihli manşet haberinde 'İnsanlık Sürükleniyor' fotoğrafı uzun yıllar hafızalarda kalır, unutulmaz. Mesut Dündar’ın cesedinde yoğun işkencelerden kaynaklı, kesiğe bağlı çok sayıda yara izine rastlanır. Daha sonra ceset ailesine teslim edilir.
Mesut’un infazıyla ilgili Savcılık, ailenin ifadesine başvurmaz. Sadece baba ve oğlunu gözaltına alan polis, babaya, 'Düşmanınız var mıydı? Kimden şüpheleniyorsunuz?' şeklinde sorular sorarak ifadeleri alınmış gibi yapılır.
Aile, 13 Eylül 1994 tarihinde Cizre Cumhuriyet Savcılığı’na yazılı başvuruda bulunur. Cizre Cumhuriyet Savcılığı, 12 Nisan 1996 tarihinde ailenin ifadesine başvurur. İfade başvurusunun nedeni, davanın 3 Mart 1995 tarihinde AİHM Komisyonuna başvurulmuş olmasıdır. Göstermelik bir soruşturma yapıldığı anlaşılır. AİHM, 2005 yılında Mesut Dündar davasında 'yaşam hakkı ihlalinden' Türkiye’yi mahkûm eder.” (5)
MESUT DÜNDAR’IN CUMHURİYET'LE İLİŞKİSİ BİZE NE SÖYLER?
Mesut Dündar’ın hikayesi, İstanbul’daki Cumartesi Anneleri/İnsanları’nın eylemi büyük bir devlet şiddetiyle yapılamaz hale geldiği, kayıp yakınlarının ve hak savunucularının her hafta işkenceyle gözaltına alındığı, yine de kayıp yakınlarının inatla Galatasaray Meydanı’na çıkarak kaybedilmiş yakınları için adalet talep ettiği bir zamanda, sosyal medya kamusunda dahi, çok sınırlı bir ilgi gördü. Türkiye düşün dünyasının mühim insanları için bu hikâye, ana akım politik partiler içi çekişmeler, siyasi dedikodular, yorgun akademik tartışmalar kadar dikkat çekmedi. Bana kalırsa, 100. yılında Cumhuriyet'i konuşacaksak, Cumhuriyet dediğimiz rejime Mesut Dündar ve onun gibi binlerce ölünün bugün ve şimdi nasıl musallat olduğunu konuşmalıyız. Mesut Dündar’ın, bugün 100. yılında mevcut Cumhuriyet'le ilişkisi nedir, bu ilişki bize neler söyler? Bu soruyu düşünmekle Cumhuriyet'e musallat olanların hakkını ve bu hakkın politik anlamlarını kavrayabiliriz. Üstelik, bu kavrama ve idrak etme çabasına oldukça geç kaldığımızı düşünüyorum. Geç olması yine de hiç olmamasından iyidir. (ÖZGÜR SEVGİ GÖRAL - GAZETE DUVAR)
1) Nazım Hikmet, Memleketimden İnsan Manzaraları, s. 151.
2) Age., s. 160.
3) Subcomandante Marcos ve Paco İgnacio Taibo II, Huzursuz Ölüler, Agora, 2005.
4)Avery F. Gordon, Ghostly Matters. Haunting and the Sociological Imagination, University of Minnesota Press, 2008, s. 173.
5) Açıklamanın tamamı için bkz. https://ihddiyarbakir.org/tr/post/24777/kayip-yakinlari-754-hafta-mesut-dundarin-fail
Hiç yorum yok