Mevcut düzeni sarsıcı etkisi ya da potansiyeli açısından devrimci bir moment olmaya göz kırpan kesişimsel bir akış olarak Gezi’yi anlamak için Türkiye tarihini toplumsal değişim perspektifinden incelenmenin faydalı olacağını düşünüyorum. Bu perspektif, eleştirel teoriye ait şu Hegelci fikri temele dayanır: Bir nesneyi eleştirmeye ve aşmaya yönelik kıstaslar bu nesnenin kendisinden türetilmelidir. Tabii ki bu gelişim materyalist ilkelere göre anlaşılmadır. Bu da analizin topluma dışsal kategoriler kullanılarak biçilmediği, onun içkin eğilimlerine, krizlerine, paradokslarına ve potansiyellerine dayanarak geliştirildiği ve böylece Marx’ın dediği gibi "zamanın mücadeleleri ve arzuları hakkında kendi kendini anlamasına" katkıda bulunduğu anlamına gelir.
Bu açıdan bakıldığında Türkiye Cumhuriyeti tarihinin toplumsal değişimini, başat üretim tarzı olan kapitalizminin gelişimi, uluslararası kapitalizme eklemlenişi ve bu süreçlerle karşılıklı etkileşim içindeki toplumsal mücadeleler bağlamında değerlendirmek gerekir. Bu bağlamda söz konusu tarihi kendi içerisinde anlamlı olduğunu düşündüğüm 3 ayrı döneme ayırarak inceleyeceğim. Bunlardan ilki 1923-45 arası dönem, ikincisi 1945-1980 arası, üçüncüsü ise 1980’den bugüne olan dönemdir. Bu dönemlerde yaşanan toplumsal değişimin niteliğine ve aktörlerine metnin uzunluğu ölçüsünde sınırlı olarak değinebileceğim.
TÜRKİYE KAPİTALİZMİNİN İLKSEL BİRİKİM DÖNEMİ
Cumhuriyet’in kuruluş tarihinden 1945 yılına kadar süren dönem, Türkiye kapitalizminin ilksel birikim dönemidir. İlksel birikim süreci; bir yandan el koyma aracılığıyla mülkiyet yapısının dönüşümünü içerdiği gibi aynı zamanda da kapitalist üretim tarzının başat sınıflarının tahsis ediliş sürecini de içerir. Ulus devletin kendisi ulusun kendisinin ve ulusal burjuvazinin olduğu kadar işçi sınıfının da üretilmesi ve belirli bir ideolojik program çerçevesinde idare edilmesi biçiminde kurulur. Yerli burjuvazi için sermaye birikiminin koşullarını yaratmak, işçi sınıfının politik tahakkümünü sağlayarak mümkün olmuştur. İşçi sınıfının kendi siyasi kimlik ve örgütünü yaratabilecek girişimlerin tamamen önüne geçilmesi ve burjuvazinin denetimli biçimde oluşturulması için karma bir siyasi rejime ihtiyaç duyulmuştur. Zaman zaman liberal öğeler barındıran rejim gerektiğinde planlı ekonomiyi benimseyebilmiş, yer yer de İtalyan faşizmine öykünmekten geri kalmamıştır. Böylece toplumsal değişimin belirleyici öznesi olma mücadelesi vermiş ve bunu da sınıfsız/zümresiz bir toplum yaratma mitiyle meşrulaştırmayı seçmiştir.
ULUSLARARASI TEKELCİ KAPİTALİZMLE EKLEMLENME MUTABAKATI
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Türkiye kapitalizminin yönetici sınıfı ile burjuvazisi arasında uluslararası tekelci kapitalizm ile eklemlenme konusunda bir mutabakat olduğu görülür. Bu geçişin yönetici sınıf eliyle gerçekleştirildiğini ancak burjuvazinin bu sınıfın boyunduruğundan kurtularak, tekelci kapitalizmin Türkiye’yi tek yönlü dönüştürmesine öncülük etmek için toplumun geniş kesimlerinin rızasını devşirerek, iktidarı ele geçirdiğini görürüz. Bu geçici mutabakat, burjuvazinin vaatlerini yerine getirmemesi nedeniyle kısa sürede dağılınca, bu anlamda Türkiye’nin 1848’i de denilebilecek bir dönemin ardından, sendikacılık faaliyetleri 1950’li yıllarda yeni bir aşamaya geçmiştir. 27 Mayıs ile başlayan dönemde Türkiye’nin tekelci kapitalizm macerasının yeni bir üst yapısal kimliğe sahip olduğunu görürüz. Bu dönem öne çıkan birikim stratejileri, artan kentleşme ve sanayi üretiminin gelişimi gibi bir dizi gelişimin sonucu toplumsal sınıfların ve ideolojilerin politik olarak görünür oldukları ve toplumsal değişime yön verdikleri yıllar olarak karşımıza çıkar. Ancak uluslararası kapitalizme yapılan söz konusu eklemlenme hamlesinin kapitalizmin kendi krizi nedeniyle başarısızlığa dönüştüğünü söylememiz mümkün. Ardından bu krizi Türkiye’nin 68 Kuşağı devrimcilerinin ve 78 Kuşağı'nın kökten bir toplumsal dönüşüme taşıma çabası ve sermaye sınıfının devlet eliyle bu mücadeleye karşı yürütmüş olduğu sınıf savaşımı Türkiye’nin 1970’li yıllarına damgasını vurmuştur.
İLK NEOLİBERAL HEGEMONYA İDEOLOJİK DÖNÜŞÜME ÖNAYAK OLDU
1977-80 arasında sermaye sınıflarının sürdürdüğü kirli savaş ve 1980 Darbesi neticesinde, solun ve işçi sınıfı hareketinin Türkiye’nin toplumsal değişimi üzerindeki belirleyici kapasitesi yok edilmek istendi. Bu, aynı zamanda Türkiye’nin neoliberal uluslararası kapitalizm ile eklemlenmesi için de bir önkoşul niteliğindeydi. 1980’li yıllarda kurulan ilk neoliberal hegemonya (önemli bir parçası da 2000’li yıllara kadar siyasette doğrudan etkin olan ordudur); kapitalist devletin kurumsal yapısını değiştirmekle kalmayarak, toplumsal yapının yeni-sağ ideoloji etrafında neoliberal öznellik biçimlerince domine edilmesini sağlayacak ideolojik dönüşüme de önayak oldu. Bu yıllar aynı zamanda demokratik mücadelenin artan oranda sivil toplum merkezli ve anti-kapitalist olma özelliğini çoğunlukla yitirmiş bir toplumsal muhalefet biçimi tarafından yönlendirilmeye başlandığı yıllar oldu. Toplumsal değişimin muhalif kanadını 1980 öncesi kurulmuş olan soldan arta kalan örgütlenmeler, sivil toplumcu muhalefet ve Kürt özgürlük hareketinin yarattığı politik hat belirledi.
NEOLİBERAL PROJENİN ÜLKEYİ BİR SIKIŞMIŞLIK İÇİNE HAPSETMESİNE ŞAHİTLİK
Bu ilk on yılın sonuna gelindiğinde neoliberalizme ilk yenilgisini yaşatan toplumsal dinamik ise işçi sınıfı oldu. Ancak sınıfın tüm dünyada olduğu gibi tam olarak kendi projesiyle iktidara talip olamadığına ve neoliberal projenin uzun bir on yıl boyunca ülkeyi bir sıkışmışlık içine hapsetmesine şahitlik ettik. 2002 yılında kurulan ikinci neoliberal hegemonya ise bu sıkışmışlığın kurumlarını tasfiye ettiği gibi İslamcı akımlarla liberaller arasında kurulan ve son derece geniş bir uluslararası desteğe sahip olan bir yapıya sahipti.
Türkiye burjuvazisinin farklı kanatları arasındaki dengeyi gözettiği ve yeniden tahsis ettiği kadar işçi sınıfının neoliberal boyunduruğa dair rızasını almada oldukça başarılı olan bu dinamiğin kendi içerisinde farklı dönemlere ayrılabileceğini söylemek mümkün. Özellikle 2013-15 yılları arasındaki bocalama dönemi sonrası uluslararası konjonktürün el verdiği ölçüde daha güvenlikçi, emperyalizm heveslisi ve milliyetçi bir yapıya evrildiğini takip ediyoruz. Gezi de işte bu evrim içerisinde geçici de olsa bir kırılma yaratmayı başaran, hegemonyanın sınırlarını çizen ve daha sonrasında siyasi olarak belirli mevzilere akan ama özellikle kadın hareketinin yarattığı dinamiğin altında yatan bir toplumsal gelişme olarak karşımıza çıktı.
Gezi'yi, Cumhuriyet tarihinin son 40 küsur yılına damgasını vuran neoliberal dönüşüm çerçevesinde anlamlandırmak gerektiği için bu dönemin özellikleri üzerinde detaylı biçimde durmak istiyorum. Neoliberalizmin temel özellikleri ve toplumsal değişimin özneleri üzerinde yarattığı etkileri ele alarak devam edeceğim.
NEOLİBERAL TOPLUMSALLIK BİÇİMİ: ALIŞVERİŞ MERKEZİ PROTOTİPİ
Neoliberalizm -bir yönetişim rasyonalitesi olarak- sosyal ilişkilerin pazarın ihtiyaçlarına göre düzenlenmesini ve sosyal ilişkilerin şirket mantığıyla yönetilmesini gerektirir. Bu süreçlerin önündeki tüm toplumsal ve siyasi “engellerin” ortadan kaldırılması da bu sürece dahildir. Ve bu sistemin ayakta kalması, piyasacılık ile piyasa inşasını bir arada yürütebilmekten, kriz ve riske açık olma/uyum sağlamadan ve kendi karşıtında varoluş koşullarını yaratmaktan geçer. Bu da onun dış engellerle bağlantı kurarak ve onlara uyum sağlayarak üstesinden gelme kapasitesine sahip olmanın sonucudur. Neoliberalizmin yarattığı toplumsallık biçimi, bir alışveriş merkezi prototipine indirgenmiş -ekip lideri olarak yönetici elit, küçük ortak olarak burjuvazi ve misafirler biçiminde var olan işçi sınıfı- hesaplanabilir, tüm kolektif kapasitesinden kopuk ve sermaye birikim sürecinin bileşiminde anlam kazanan bir grup insandı.
TOPLUMSAL BÜTÜNLÜK ARTIK YÖNETİLEMEZ HALE GELİYOR
Son dönemde bu model işlemediği için, politik, ekonomik ve ideolojik yönleriyle yeniden üretilebilir bir toplumsal tutunum kriziyle karşı karşıya kalıyoruz: toplumsal bütünlük artık yönetilemez hale geliyor. Toplum mevcut biçimiyle yeniden üretilebilir olmaktan çıkıyor ve denkleme toplumsal yeniden üretim krizi ve iklim krizi de ekleniyor. Sonuç, liberal özgürlükler paradigmasından güvenlik paranoyasına geçiş biçiminde kendisini gösteriyor. Ayrıca bireyler açısından, çözülen toplumun negatif etkilerinden kurtulmak açısından bir topluluğun parçası olma ihtiyacının ortaya çıkışı da bu sürece eşlik ediyor.
GERÇEK TAHAKKÜM ÖZNELLİĞİMİZİN KUŞATILMASINA NEDEN OLUR
Son yıllarda krizde olan ve kendi krizini topluma mal etme konusunda ustalaşan neoliberalizm, sahip olduğu piyasalaştırma/finansallaştırma mantığı ve kendine özgü öznellik üretim biçimi bir arada düşünüldüğünde, gerçek tahakküm projesi niteliğine sahip bir düzen olarak karşımıza çıkar. Neoliberal dönemde sermayenin işçi sınıfı üzerindeki gerçek tahakkümü; üretimin biyolojik, teknolojik ve toplumsal ön koşullarını, yalnızca meta üretimini değil, aynı zamanda toplumsal yapıların ve ilişkilerin üretimini, yaşam süreçlerinin üretimini kapsar. Böylece öznelliğimizin kuşatılmasına neden olur. Toplumsal ve doğal güçlerin tamamını kendi bünyesine katan kapitalizm, işçinin her türlü faaliyetinin gerekli emek olarak görülmesine neden olarak, artı-değerin yani emeğin sömürüsünün gizlenmesine neden olur. Böylece kendisini bu dünya içinde var etmek için faaliyet gösterdikçe daha da sömürülen ve kendisi olmaktan daha da koparılan bir özne yaratılmış olur.
ÇALIŞMANIN DÖNÜŞÜMÜ, GÜVENCESİZLEŞME VE BORÇLULUK
Neoliberal dönemde üç olgunun insan öznelliğinde giderek daha fazla kurucu ve aynı zamanda yabancılaştırıcı bir rol kazandığına tanık oluyoruz. Gerçek tahakküm koşulları altında oluşan bu yeni yabancılaşma biçimleri, işçi sınıfının çıkarlarına karşı manipüle edilebilecek bir tür öznellik yaratıyor. Çalışmanın dönüşümü, güvencesizleşme ve borçluluk, emeğin yabancılaşmasının ve toplumsal yabancılaşmanın temellerini meydana getiren yeni olgulardır.
Bu olgular üzerine Türkiye örneği üzerinden düşünmek konusunda sıkıntı çekmeyeceğimizi tahmin ediyorum. Örneğin çalışmanın dönüşümü konusunu ele alalım. Burada öne çıkan değişkenlerden ilki emek sürecindeki dijital dönüşüm neticesinde emeğin artan verimliliği. Bu diğer bir yandan da emeğin artan oranda hizmet sektöründe yoğunlaşmasına neden oluyor. Yaptığımız işler kendimizi gerçekleştirme hedefinden uzaklaştıkça Call Center ya da AVM’lerdeki anlamsız mesleklerden birini tercih eder hale geliyoruz. Bunun toplumda yarattığı etki; yüksek öğrenim almış dahi olsa birçok insan çalıştığı işten tatmin sağlayamaması, dahil olduğu toplumsal sınıfa dair özdeşliği yitirmesi, kendi kendisinin girişimcisi olma safsatasına kapılması (burada bahisten blokchain’e uzanan geniş bir skala mevcut) ve sınıf siyasetinden kaçma eğilimidir.
MAAŞLARINI KREDİLERLE İKAME ETMEK ZORUNDA KALANLARIN SAYISI ARTIYOR
Çalışmanın dönüşümüyle birlikte ortaya çıkan borçluluk ve güvencesizlik fenomenlerinin de ülkemizdeki toplumsal sınıflar üzerinde yabancılaştırıcı bir etkiye sahip olduğunu söylemek mümkün. Yüksek borçluluk ve güvencesizlik (kıdem tazminatlarının kalkması da bu etkiyi artıracaktır) gelir ile refah arasındaki bağıntının kopması anlamına gelmektedir. Çalışsa da yoksul olanların, temel ihtiyaçlarını karşılayabilmek için maaşlarını kredilerle ikame etmek zorunda kalanların sayısı gün geçtikçe artıyor. Bu kişiler için elde ettikleri maaş kredibilitelerinin ölçüsü olmanın ötesine gitmiyor. Ayrıca sadece bugünleri itibariyle değil gelecekleri itibariyle de yaşamları ipotek altına alınmış oluyor. Bu sayede mevcut sömürü düzenine kolayca boyun eğdiriliyorlar. Kendilerini mülk sahibi sınıflarla özdeşleştirmeleri ve sosyal güvenlik riskini yüklenmeleri bekleniyor.
NEOLİBERAL DÖNEM BOYUNCA SADECE İŞÇİ SINIFI KOLEKTİF GÜCÜNÜ KAYBETMEKLE KALMADI
Daha önce bahsetmiş olduğumuz gibi, bir gerçek tahakküm projesi olarak neoliberalizmle yabancılaşma arasındaki ilişkinin olumsuz etkileri neoliberalizmin 2009’dan bu yana süren krizi döneminde daha da vahim bir hal aldı. Özellikle de toplumsal mücadelelerin geri çekildiği dönemlerde, anlamsızlık hissiyatının derinleştiği, buna da toplumsal bağların eriyişinin eşlik ettiği bir yabancılaşma süreci yaşandı. Neoliberal dönem boyunca emeğin yabancılaşmasının yarattığı güçsüzlük, anlamsızlık ve kopukluk nedeniyle sadece işçi sınıfı kolektif gücünü kaybetmekle kalmadığını, kriz yıllarıyla birlikte toplumsal tutunumun da ortadan kaybolduğunu gördük. Bunun yerini beka meselesine dayalı, güvenlikçi bir baskı siyasetinin aldığını gördük. Bu dönemde, toplum kutuplaştırılarak ortak çıkarlara sahip toplum kesimlerinin yan yana gelmesi engellendi ve yabancılaşmanın yarattığı bir topluluğa ait olma ihtiyacı karşısında ‘yerli ve milli’ bir topluluk tasavvuru alternatif olarak önerildi.
GEZİ: KIRILMANIN ORTASI
İşte Gezi tam da bu kırılmanın ortasında durmaktadır. Neoliberal hegemonyanın gelişimini engelleyen, bir anlamda sınırlarını belirleyen bu halk hareketi Batı emperyalizmi destekli siyasal İslam projesinin Türkiye toplumuna verebileceği hiçbir şey olmadığını kanıtladı. Kendi alternatifini üretmek ve de örgütlemek açısındansa haklı biçimde yaratmış olduğu beklentinin ötesinde kaldı. Toplumsal değişim açısından uzun süre etkili olmasına rağmen özellikle son seçimlerin de ortaya koyduğu gibi momentumunu yitirdiğini söylemek mümkün görünüyor.
O günleri bu çerçeve içerisinde anlamlandırabilmek için 2013 yılı Haziran’ında neler olduğunu kısa bir şekilde gözden geçirerek başlayıp, insanları hemen harekete geçiren ana nedenlerin neler olduğu ve protestocuların kimler olduğu sorularını yanıtlayarak devam edelim.
ANNELER ZİNCİRİ, DURAN ADAM
Her şey 31 Mayıs 2013 tarihinde İstanbul'un merkezinde varlığını sürdürebilen tek kamusal park olan Gezi Parkı'nın yok edilmesine karşı yerel bir protestodan gelen S.O.S. sinyali ile başladı. Bu yerel protesto 36 saat içinde ülke çapında bir ayaklanmaya, protestocuların çoğunun deyimiyle bir direniş hareketine dönüştü. Protestocular 1 Haziran'dan 15 Haziran'a kadar söz konusu parkı işgal etti. Bu süre zarfında; diğer şehirlerdeki paralel ayaklanmalara katılan protestocuların yanı sıra; on binlerce insan parkı ziyaret etti, çok daha fazlası sosyal medyayı kullanarak, parka yiyecek ve tıbbi malzeme göndererek dayanışma gösterdi, herkes Gezi Parkı komününün tüm sorumluluk ve zenginliğini paylaşarak karşılıksız bir sosyal ilişkiler ağının parçası olma deneyimini yaşadı. "Anneler Zinciri" ve "Duran Adam" gibi çeşitli olağanüstü protestolara tanık olundu ve elbette ta öncesinden başlayarak eylemler süresince devam eden ve de park işgalinin ardından ortaya çıkan inisiyatiflere karşı ‘eşsiz’ bir polis şiddeti yaşandı. 7 genç protestocu öldürüldü; ondan fazla kişi gözünü kaybetti. Polisin kullandığı biber gazı nedeniyle birçok insan zehirlendi. 15 Haziran'da, Erdoğan'ın İstanbul mitinginden bir gün önce, özel polis kuvvetlerine Parkı ‘fethetme’ emri verilerek, ertesi günkü miting bir zafer şölenine, Erdoğan da İstanbul'un yeni fatihine dönüştürüldü.
NEOLİBERAL HEGEMONYAYI SÜRDÜREN AKP’NİN ÇEŞİTLİ POLİTİKALARININ SONUCU
Beklenenin çokça ötesine geçen bu ayaklanma neoliberal hegemonyayı sürdüren AKP'nin çeşitli politikalarının bir sonucuydu. 2013 yılı Haziranı'na gelindiğinde, birçok insan zaten AKP rejiminin politikalarına karşı direniyordu ve siyasi olarak aktif olmayanlarda da toplumsal, kentsel ve siyasi dönüşüme dair öfke birikmiş durumdaydı. AKP'nin neoliberal standartları kâh içeriği kâh bunları otoriter ve müdahaleci bir şekilde uygulanması nedeniyle zaten tepki çekiyordu. Daha açık bir ifadeyle, AKP'nin muhafazakâr-neoliberal bir dünya görüşünü tüm devlet kurumlarına ve sivil toplum kesimlerine yayma ve dayatma yoluyla İslami çizgideki siyasi ve ideolojik tahakküm kurma çabaları insanlara "yeter!" dedirtti. Polis şiddeti, Taksim ve Kızılay gibi merkezi kentsel alanlarda toplantıların yasaklanması, üçüncü köprü ve Kanal İstanbul gibi projelerle doğanın tahrip edilmesi, üçüncü köprüye 16. yüzyılda on binlerce Alevi'yi katleden II. Selim’in adının verilmesi, muhalif siyasi gruplara yönelik yargı operasyonları ve devam eden davalar, bitmek bilmeyen AVM ve rezidans inşaatları 31 Mayıs ve sonrasında sokağa dökülen eylemcilerin aklındaki pek çok eylemden bazılarıydı.
PROTESTOCULARIN ÇEŞİTLİLİĞİ KAFA KARIŞIKLIĞI YARATTI
Kendisini farklı kimlik gruplarına ait hisseden, farklı yaşam tarzlarına ve tüketim kalıplarına sahip milyonlarca insan sokaklarda bahsedilen politikalara ve arkasındaki anlayışa karşı direndi. Protestocuların bu çeşitliliği Türkiye'deki sosyal bilimciler ve siyasi analistler arasında kafa karışıklığı yarattı. Protestocuların nasıl adlandırılacağı konusunda süregelen bir tartışma var. Ve bununla bağlantılı olarak Gezi’nin anlamı neydi sorusu sorulmaya devam ediyor. Hâkim liberal görüş Gezi’yi tüketim kalıpları açısından anlamlı bir sosyal kategori olarak orta sınıfın kişisel özgürlüğe yapılan müdahaleye karşı verilen tepkisine indirgemektedir/indirgiyor. Bense açıktan bir sınıf hareketi olarak ortaya çıkmamış olmasına rağmen Gezi’nin sınıfsal karakterini ortaya koymanın onun potansiyelini ve yenilgisini anlamak açısından elzem olduğunu düşünüyorum.
GEZİ’NİN SINIFSALLIĞI
Gezi’nin bir parçası haline gelen insanların sergilediği çoğulluğu ve çeşitliliği gördüklerinde bunu Gezi’nin sınıfsal karakterini inkâr etmek amacıyla yorumlayanlara karşı, Gezi’nin sınıfsal bir karaktere sahip olduğu ve protestocular arasındaki tüm bu farklılaşmanın ve çoğulluğun, işçi sınıfının 21. yüzyılda sahip olduğu çoğullukla alakalı olduğu görüşünü savunacağım. Bu görüşe göre, Gezi, Türkiye işçi sınıfının -en azından belirli bir kesiminin- neoliberal toplumsal değişime karşı orada bulunarak kendini yenilemek için mücadele ettiği bir moment olarak kabul edilmelidir. Unutmamamız gereken husus; bir toplumsal sınıfın gelir farklılığına göre tanımlanamayacağıdır, çünkü bu sadece tüketim seviyeleri arasındaki farklılıkları anlamamıza yardımcı olur. Yapmamız gereken şey, üretim araçlarının mülkiyeti ve üretim ilişkileri içerisindeki konumları açısından katılımcıları değerlendirmektir.
Üretim araçlarına kimin sahip olduğu ve kimin yaşamak için işgücünü bir bedel karşılığında kiralamak zorunda olduğu bu açıdan asıl ölçütümüzdür. Ve yine hatırlamakta fayda var ki, temel ölçütümüzün gerçekleştiği üretim ilişkileri zamansal ve mekânsal olarak yalıtılmış değildir. Bu ilişkiler metaların, hizmetlerin, toplumsal cinsiyetin ve siyasi rejimlerin üretildiği farklı zaman ve mekânlarda tüm toplumu bir araya getirir. Gezi'ye bu açıdan baktığımızda, yüksek eğitimli ve nitelikli işçilerin, yarınki sınıf yoldaşları (öğrenciler) ve profesyonellerle birlikte, açgözlü İslami burjuvaziye ve onun siyasi yoldaşlarına karşı kentin müştereklerini, yaşamı ve kendi toplumsal haysiyetlerini korumak için yürüttükleri bir direniş hareketi olduğunu görürüz.
İŞÇİ SINIFININ YENİ BİR KESİMİ HAREKETİN MERKEZİNDE
Gezi eylemcilerinin nasıl örgütlendiklerine, hangi fikirleri paylaştıklarına ve nasıl bir söylem kullandıklarına baktığımızda, solcu ve ekolojist aktivistlerle birlikte işçi sınıfının yeni bir kesiminin hareketin merkezinde yer aldığı daha da anlaşılmaktadır. Bu yeni grup, yaşamak için hala işgücünü satmak zorunda olan insanlardan oluşuyor. Yani işçi sınıfının bir parçası olan ancak ekonomik ve politik olarak artı değer üretmeyi örgütleme ve toplumsal olayları etkileme konusunda daha yetenekli kişilerden bahsediyoruz. Bu insanlar, birincil üretim araçları olan dijital gereçlere sahip olsalar bile işgüçlerini satmak zorundadırlar. Dolayısıyla yüksek teknolojiyi kullanabilecek niteliğe sahip ve ayrıca yurtiçi ve yurtdışındaki benzerleri ile ağlar kurabilen bir kesim burada söz konusu.
YENİ KESİM, ÜRETİM İLİŞKİLERİNDEKİ GERÇEK YERLERİNİ ÖĞRENİYOR
İşçi sınıfının bu yeni kesimi, üretim için ağırlıklı olarak maddi olmayan emeği harcayan kesimdir. Ağırlıklı olarak iletişim, bilgi ve duygu üretimi alanlarında çalışırlar. Bu, önceki dönemlerde kendilerini sistemin sahibi gibi hisseden bir kesimdi. Sınıf ile olan özdeşleşmeleri de yok denecek kadar azdı. Mali kriz, kemer sıkma politikaları ve artan işsizlik oranlarından sonra, bu yeni koşullar sisteme olan inançlarını kaybetmelerine neden oldu. Harcanabilirliklerinin ‘uzmanlık ve özgünlüklerinden’ önce geldiğini fark etmeye ve üretim ilişkilerindeki gerçek yerlerini öğrenmeye başladılar. AKP'nin müdahaleci politikaları da sistemden nefret etmelerini hızlandırdı. Ve böylece toplumsal olarak saatli bomba haline geldiler. Üstelik tek başlarına da değillerdi; kent yoksulu Aleviler, Kürtler ve taraftar grupları gibi AKP Rejimi tarafından dışlanan herkes -belirli sayıda milliyetçi de dahil olmak üzere- oradaydı.
Bu noktada sormamız gereken soru ise şu: Bir zamanlar sistemin önemli bir unsuru olan ortak üreticileri sistemin mezar kazıcıları haline getiren şey neydi? Sistem için kendiliğinden bir tehdit haline gelmediler ve hayal kırıklığına uğradıktan sonra bile hemen harekete geçmediler. Sadece kendileri tarafından üretilen değil, aynı zamanda kendilerini belirleyen nesneleri ve koşulları kontrol etmek istediklerinde sistemi tehdit eden özneler haline geldiler. Gezi sırasında bu yeni fraksiyon toplumsal ortaklaşmanın öznesi oldu hem de bu ortaklığı ülke çapında inşa etmeye aday bir özne olarak ortaya çıktı. Eylemleri, örgütlenmeleri ve söylemleri ortak olanı gayri maddi emeğin ötesine taşıyarak emekçi sınıfların düşmanı olan neoliberal devlete karşı etiko-politik bir alternatifi simgeler hale geldi. Bu fraksiyonun liderliği, direnişi, yaratılan toplumsal müştereğin etik-politik düzeye yükseldiği ve yaratıcıları tarafından korunduğu ve aynı zamanda bu kişilerin yeni bir tür özne haline geldiği bir ana dönüştürdü.
BAŞKA BİR DÜNYANIN MÜMKÜN OLDUĞUNU GÖSTERMİŞTİR
Gezi, her katılımcının birbirinden bir şeyler öğrendiği, gerçek potansiyelini keşfettiği, eşitlik ve dayanışmanın sıcaklığını hissettiği ve iktidarı birçok açıdan sorguladığı bir okuldu. Bize işçi sınıfının tüm fraksiyonları ile birlikte direnişi örgütleme yeteneğini kullandığında ondan yeni bir yaşam biçimi yaratabileceğini gösterdi. İşçi sınıfının müşterek olanı evrensel bir değer ve siyasal özgürlüğün koşulu olarak görmesi sonucunda iktidar partisi, vatandaşlarının zihinlerini kontrol etme yeteneğini en azından bir an için tamamen kaybetti. Bu da işçi sınıfının kendisini gerçek bir güç haline getirdi. Dolayısıyla farklı kimliklerden, sosyal sınıflardan birçok insan onun liderliğini takip etti.
Gezi'nin en önemli yanı budur; işçi sınıfı en nitelikli kesiminin öncülüğünde yeni bir etik-politik ilişki biçimi, ortak olana dayalı yeni bir yaşam modeli yaratmıştır. Müşterek olanı eyleminin merkezine koyarak özne olmuş ve başka bir dünyanın mümkün olduğunu göstermiştir.
Bu öznelliğin siyasi iktidar alternatifi olmasını engellemek için toplumun belirli kesimlerini gözeten bir büyüme modeli, bir dizi hukuksal düzenleme ve hepsinden ötesi plebisiter bir süreç kurgulandı. Bunun karşısında yer alan kesimde ise 2015 Haziranı’ndan başlamak üzere, Adalet Yürüyüşü, Hayır Meclisleri ve son seçimlere kadar Gezi’nin yarattığı momentumun etkileri güçlü bir şekilde devam etti. Ancak Gezi’nin toplumun maddi üretimine, yeniden üretim süreçlerine ve zenginliğin birikim biçimine dair programatik bir söz üretemediğini gördük. Gezi içerisinden çıkan forumlar inisiyatifinin etik-politik bir projenin inşası ve bunun politik bir forma kavuşturulması, siyasi rejimin olağanüstü hâl kazanmasının da etkileri ile mümkün olamadı. Gezi’nin bir iktidar alternatifi olarak sahiplenilememesi, neoliberal hegemonyanın yeniden üretiminde etkin olan dost-düşman ayrımı açısından kullanışlı bir düşmanlaştırma nesnesine dönüşmesine neden oldu. Bu anlamda zamansal devinimin sınırlarına gelinmiş de olsa özgür ve ortak bir yaşamın kurulabilirliğine dair yaratmış olduğu somut inanç ile yaşamaya devam etmektedir. Güncel politik kötümserlik içerisinde bir yenilenmeye ihtiyaç duyduğumuzu vurgularken bir yandan da "En Güzel Haziranımızın", Rus Devrimi’nden yapılacak bir analojiyle, gelecek 1905’imiz olma ihtimali olduğunu belirtmemiz gerek.
(ALİ YALÇIN GÖYMEN - Dr., Humboldt Üniversitesi Centre for Social Critique’de Misafir Araştırmacı - GAZETE DUVAR)