Demirtaş’ın artık sağ ve sol Kemalistlerin, Kürtlere egemenin nazarından yaklaşan bazı “sol” hareketlerin, Türk milliyetçilerinin, Türk İsla...
Demirtaş’ın artık sağ ve sol Kemalistlerin, Kürtlere egemenin nazarından yaklaşan bazı “sol” hareketlerin, Türk milliyetçilerinin, Türk İslamcılarının “hassasiyetlerini” gözetmeyi tamamen bir kenara bırakıp Kürtlerin gözünden hakikati en çıplak, yalın haliyle naklettiğine tanık oluyoruz (...) Demirtaş karşı karşıya bulunduğumuz büyük felaketin, yeni ırkçı-faşist dalganın tetikleyebileceği toplumsal çatışma zemininin nasıl ortadan kaldırılabileceğine dair “Kürt programını” sunuyor.
Peşinen söyleyeyim, bu yazı Selahattin Demirtaş’ın 25 Aralık’ta başladığı ve 8 Ocak Pazartesi günü sonlandıracağı tarihi Kobani davası “manifestosunda” işaret ettiği güncel bir meseleye eğilmekle yetiniyor: “Türksen övün, değilsen itaat et!”
Demirtaş itaat etmeyeceklerini hatırlatmakla yetinmiyor, manifestosunu üç temel sacayağına dayandırıyor.
Birincisi cumhuriyetin ilk yıllarından, esasen 1921 Anayasası’ndan günümüze kadarki Kürt politikası, ikincisi devletin ve AKP’nin bugünkü Kürt politikası, üçüncüsü ise geleceğe dair perspektifi. Demirtaş geçmişe ve bugüne dair tespitlerini sentezleyerek geleceğe dair çıkarsamalar yaparken Abdullah Öcalan’ın geliştirdiği “demokratik özerklik”, “demokratik modernite”, “demokratik konfederalizm” teorilerini sıklıkla hatırlatıyor ve iktidarıyla, muhalefetiyle Türk siyasetine Kürtlerin sorunlarını, taleplerini, amaçlarını, hedeflerini bu bağlama oturtarak hatırlatıyor.
Demirtaş’ın Pazartesi günü yapacağı son “savunmayla” tamamlayacağı manifestosunda Kürt meselesinin çözümü konusunda somut bir yol haritası önermesi kuvvetle muhtemel ama şimdiye kadar kurduğu çerçeve de son derece nitelikli bir bütünlük arz ediyor.
Demirtaş’ın üç sacayağına dayanan manifestosu AKP-MHP iktidarının Kürt politikasının yaratmış olduğu toplumsal, siyasal zehri, yani yeni ırkçı-faşist dalgayı da tartışmaya itiyor. Fakat Demirtaş’ın talihsizliği, Türkiye’de bu tartışmayı yürütecek nitelikte bir ortamın, bu cesarette bir entelijansiyanın bulunmuyor olması.
DEMİRTAŞ TABİ OLDUĞU HAREKETİ TÜRKİYE AKTÜEL SİYASETİNİN ÜSTÜNE, ÖTESİNE ÇIKARIYOR
Selahattin Demirtaş’ın kişisel siyasi tarihinde ilk defa kendi Kürtlüğünü bu kadar vurgulayarak konuşması, savunmasının ilk bölümünü Kürtçe yapması, cumhuriyetin başından itibaren şeytanlaştırılmak istenen Şeyh Said başta olmak üzere Kürt isyanlarının öncülerini sahiplenmesi, şimdiye kadar Türkiye’deki siyasi dengeleri gözettiği için çözüm süreci sonrası Kürtlerin arzu ve taleplerini karşılayamaz hale gelen HDP çizgisini Kürtler lehine yorumlaması çok ciddi bir kırılmaya işaret ediyor. Fakat bu kırılma zannedildiği veya arzulandığı gibi Demirtaş’ı kendi partisiyle, hareketiyle mesafelendirmiyor; aksine DEM Parti çizgisinin Kürtler arasında daha da yaygın bir kabul bulmasını sağlıyor, sağlayacak. Buna dair detayla yorumu ileriki yazılara bırakıyorum.
Demirtaş’ın artık sağ ve sol Kemalistlerin, Kürtlere egemenin nazarından yaklaşan bazı “sol” hareketlerin, Türk milliyetçilerinin, Türk İslamcılarının “hassasiyetlerini” gözetmeyi tamamen bir kenara bırakıp Kürtlerin gözünden hakikati en çıplak, yalın haliyle naklettiğine tanık oluyoruz.
Genel çerçeveye bakıldığında Demirtaş, en sonda söylenecek sözleri sarfetmeye başladı ve sadece DEM Parti veya Kürt hareketi açısından değil, bir bütün olarak Kürtler açısından netlik ayarı yaptı, yapıyor. Bu da onu ve onun tabi olduğu Kürt hareketini Türkiye’nin aktüel siyasetinin, seçim odaklı irili-ufaklı hedeflerin, hatta seçim ve oy kaygılarının üstüne, ötesine çıkarıyor; Öcalan’ın teorik çerçevesini kurduğu çözüm programını güncelle buluşturmasını sağlıyor.
DEMİRTAŞ SANIK DEĞİL REHİNE OLDUĞUNU GÖSTERİYOR
Demirtaş’ın savunmasının en çarpıcı yanlarından biri ise, devletin veya mahkemenin kendisine dayattığı “savunma hattını” elinin tersiyle iterek karşısındaki güçle eşit hizadan dil kurması. Mahkeme Demirtaş’ı “sanık” yapmaya çalışırken, Demirtaş “rehine” olduğunu gösteriyor ve arkadaşlarıyla birlikte sıkıştırılmak istendikleri dava dosyasının dışına çıkıyor.
Burada Demirtaş manifestosuna dair değerlendirmeye virgül koyup AKP-MHP’nin anti-Kürt politikasının yarattığı siyasal, toplumsal felaket ihtimaline bakalım.
YENİ IRKÇI-FAŞİST SAĞ DALGA DALGA YAYILIYOR
Muhalefetin sağı-solu önümüzdeki yerel seçimlerde irili-ufaklı “kazanımlara”, amiyane tabirle küçük hesaplara odaklanmışken, iktidar cephesinin yıllardır ektiği kötücüllük tohumlarının da bir sonucu olarak özellikle genç kuşaklar arasında yeni bir ırkçı-faşist sağ akım filizleniyor ve dalga dalga yayılıyor.
Geleneksel Türk sağından farklı olarak (veya buna ilaveten), yeni faşist sağ, Osmanlı Devleti’nden devralınıp güncellenen ve yüz yıl boyunca devlet ile toplum sisteminin her alanına sistematik bir programla intibak ettirilen “Millet-i Hakime” (Sünni-Türk egemenliği) ideolojisinin bütün kodlarını miras almakla yetinmiyor, dünyadaki yeni sağın da kodlarından beslenerek kendisine “beynelmilellik” alanı açıyor. Böylece internetin de olanakları sayesinde bu akım tüm dünyayla sanal etkileşim halindeki yeni kuşaklar açısından kuşatıcı bir bütünlük sağlayabiliyor.
“YERLİLİK VE MİLLİLİK” SÖYLEMİYLE YÜCELTİLEN, ÖZÜNDE FAŞİST, MAŞİST VE SALDIRGAN AKIM
Irkçılık, yabancı düşmanlığı, LGBTİ karşıtlığı gibi dışlayıcı, bölücü, saldırgan eğilimler yeni ırkçı-faşist akımlar açısından bu şekilde daha cazip ve geçerli, hatta “meşru” görünmeye başlıyor. AKP iktidarının çözüm süreci sonrası otoriterleşme hedeflerinin sonucu olarak “yerlilik ve millilik” söylemiyle yüceltilen, her türlü “yabancı unsurdan” arındırılmış, özünde faşist, maşist ve saldırgan bu dalga paradoksal bir biçimde evrensel bir akımın parçasıymış gibi makyajlanabiliyor.
Bu açıdan bakıldığında Türkiye’deki yeni ırkçı dalganın yerel olduğu kadar evrensel bağlantılarla da bütünleştiğini ve bu bağlantıları bir meşruiyet zemini olarak işlevselleştirmeye çalıştığını gözden kaçırmamak gerekiyor.
Yeni ırkçı-faşist dalganın uluslararası ideolojik bir bağlantı bulmasını kolaylaştıran veya mümkün kılan temel unsur ise Avrupa dâhil pek çok bölgede iktidarları değiştiren, yeni sağ akımlar açısından kaldıraç işlevi gören göçmen ve yabancı düşmanlığı. Bu düşmanlık da neoliberal ekonomik sömürü sisteminin yarattığı küresel ölçekteki “tedirginlik çağına” eklemlenen yapay veya gerçek korkulardan besleniyor ve bu korkuların yaratıcısı ve kullanıcısı akımlar, yine bu korkulara karşı “faşist bir devrim hayalini” kitlelere pazarlıyorlar.
Beri yandan Türkiye’deki göçmen karşıtlığının, ırkçıların nazarında Kürtleri birincil hedef olmaktan çıkardığına, hatta yer yer Kürtlerin de, tam da bu nedenle göçmen karşıtlığına iştirak ettiğine dair değerlendirmeler dikkat çekici. Oysa şu anda göçmen karşıtlığını kullanarak yükselen yeni faşist sağ, orta-uzun vadede Türkiye siyasetinde belirleyici bir “alternatif güç” haline geldiğinde, ilk hedefinin Kürtler olacağına dair sayısız emare, olay, vak’a bulunuyor. Açıkça söylemek gerekirse yeni ırkçı-faşist dalga, esasen anti-Kürtlüğün olanaklarını elde etmek için Süriyeli göçmen karşıtlığı üzerinden güç topluyor. Dolayısıyla Türkiye’deki göçmen düşmanlığının Kürtleri ana hedef olmaktan uzaklaştırdığı sanrısı çok da uzak olmayan bir gelecekte yanlışlanacağa benziyor.
YENİ IRKÇI-FAŞİST DALGA AKP YANDAŞLIĞINA DA, AKP KARŞITLIĞINA DA EKLEMLENİYOR
Bahsini ettiğimiz ırkçı-faşist dalgayı yöneten akıl bazı kontrol dışı unsurlar dışında henüz açıkça Kürt karşıtlığını dillendiremiyor. Zira bu dalgayı yönetenler güç toplama aşamasındayken dağılmaya neden olabilecek risklerin farkında. Ama bu sadece geçici, ara bir dönem.
Öte yandan yeni ırkçı-faşist dalga Türkiye toplumundaki AKP yandaşlığına da, AKP karşıtlığına da eklemlenmekten, yeri geldiğinde iktidara, yeri geldiğinde muhalefete “muhalefet” etmekten geri durmayarak sol değerlerin, sol ideolojinin havuzunda toplanması beklenen alt sınıf öfkesini kendi bünyesine almaya girişiyor ve yer yer başarılı da oluyor. Aynı şekilde iktidarın “İslamcı” kimliği sayesinde bu yeni ırkçı-faşist dalga, Türkiye toplumunda zaten hâkim olan Kemalist ideolojinin, Atatürk imajının işine yarayan bütün unsurlarını da sahiplenerek geleneksel CHP seçmeninin çocuklarını kendi bünyesine çekebiliyor.
Aslında bu açıdan bakıldığında ortada çok ilginç bir tablo bulunuyor. Yeni faşist dalga AKP-MHP açısından muhalefetin içinde filizlendirilmeye çalışılan bölücü bir unsur olarak görülürken, en azından son dönem Kılıçdaroğlu CHP’si açısından da AKP-MHP’ye karşı işlevselleştirilebilir görülüyordu. Mayıs seçimleri sürecinde bu yeni ırkçı-faşist akımın iki öncüsünden biri muhalefetle öbürü iktidarla “protokol” yaptı.
“PLANA SADIK KAL” LAFIYLA ALAY EDİLDİ AMA GERÇEKTEN DE BİR PLAN VAR
İktidarın muhalefete, muhalefetin iktidara karşı işlevselleştirmeye çalıştığı yeni ırkçı-faşist sağ tam da bu olanakları kullanarak yol alıyor ve çeşitli partiler, örgütler “kurarak” Türkiye siyaset sahnesinde giderek etkili, belirleyici hale geliyor. “Plana sadık kal” lafıyla çok alay edildi ama gerçekten de bir plan var ve ırkçı-faşist dalganın öncüleri planlarına son derece sadık. İYİ Parti ise bu süreçte mütereddit kaldığı için (Akşener’in 6’lı Masa’dan kalkıp geri dönmesi) Mayıs seçimlerinden sonra parçalanma riskiyle karşı karşıya kaldı ama şu an yeni ırkçı-faşist dalgaya eklemlenmek için azami çaba sarfediyor.
Yeni ırkçı-faşist dalganın orta-uzun vadede bizzat yaratıcısı olan AKP-MHP açısından bir tehlike potansiyeli taşıdığına şüphe yok. Erdoğan MHP’yle ortaklığının da olanaklarıyla bu tehlike potansiyelini şimdilik yönetebildiği için görece rahat. Ayrıca iktidar açısından bu ekibin çeşitli sosyal medya kullanıcılarını vs, gözaltına alıp tutuklatmak da şimdilik mümkün. Fakat sadece şimdilik. Söz konusu dalga büyüdükçe belki AKP-MHP’yi açıktan hedef almayacak ama onu yutacak bir potansiyele sahip.
TÜRKİYE SOLUNUN SINAV SONUÇLARI DRAMATİK
Bu yeni ırkçı-faşist dalga karşısında Türkiye solunun verdiği sınavın sonuçları ise dramatik. Türkiye toplumuna sirayet ettirilmiş Kürt karşıtlığının sadece Kürtlerin karşı karşıya kaldığı bir tehdit olduğu ezberinin dışına çıkamayan, ırkçı dalgalara karşı kendi direnç-söylem mekanizmalarını kurmak yerine zaman zaman Kürtlerle kerhen dayanışma göstermekle sınırlı kalan, Suriyeli göçmen meselesinin çözümüne dair referans olabilecek bir program dahi çıkaramayan Türkiye solu 12 Eylül 1980 darbesi sonrası gücüne bile erişememenin sancılarını çekiyor.
Türkiye’de sınıf mücadelesinin olanakları bu kadar fazlayken işçi havzalarında solun neredeyse esamesinin okunmaması, var olan sol partilerin şu sıralar neredeyse bir tek beyaz Türk orta sınıfların ağırlıkta olduğu birkaç ilçe (örneğin İstanbul-Kadıköy) ve kasabanın belediyelerini kazanmaya odaklanmış olması vaziyetin en somut göstergesi. Bunun sadece Türkiye soluna has bir tıkanma olmadığını da belirtmek gerekiyor tabii.
Öte yandan söz konusu sol parti ve örgütlerin yeni ırkçı-faşist dalga karşısında direnç mekanizmaları kurmaya girişmek yerine geleneksel CHP’li seçmenin çocuklarının yeni faşist sağa kaymaması için “Kemalist değerleri” sahiplenmek dışında bir “çözüm” üretememesi, üstelik bunun bir çözüm değil kendisi açısından yok edici bir örselenmeye yol açacağını idrak edememesi, tabloyu çok daha karamsar kılıyor.
DEMİRTAŞ YENİ IRKÇI-FAŞİST DALGANIN POTANSİYELİNİN KAYNAKLARINA IŞIK TUTUYOR
Kürt siyaseti böylesi bir atmosfere hem devletin ve onu yöneten iktidarın, hem muhalefetin faşist kanadının, hem de kendisine karşı sübvanse edilen bazı Kürt hiziplerinin kuşatması altında yakalanmış durumda.
Nitelikli kadrolarının önemli bir kısmının hapiste veya sürgünde olduğu, değişen siyasal ve toplumsal koşullara çözüm sürecindeki söylemle yanıt vermeye çalıştığı için Kürtlerin öfkesini karşılayamayan HDP-Yeşil Sol Parti 14 Mayıs seçimlerinde ciddi bir mesajla sınandı ve değişime zorlandı.
DEM Parti bu değişimi sağlama yükünü sırtlanmış olarak yerel seçimlere hazırlanırken, başta CHP olmak üzere bazı siyasi partiler tarafından yine “küçük hesaplara” itilmek istenirken, Kürtler açısından tarihi önemde olan Kobani Davası ve Demirtaş’ın savunması önemli bir müdahaleye dönüştü.
Demirtaş iktidarın organize ettiği, muhalefetin faşist kanadının desteklediği, sol muhalefetin ise seyirci kaldığı anti-Kürt dalganın tarihsel bağlamını hatırlatarak bunun mevcut sonuçlarını analiz ederken, Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu yeni ırkçı-faşist dalganın da giderek tüm siyaseti domine etme potansiyelinin kaynaklarına ışık tutuyor. Daha da ötesi Demirtaş karşı karşıya bulunduğumuz büyük felaketin, yeni ırkçı-faşist dalganın tetikleyebileceği toplumsal çatışma zemininin nasıl ortadan kaldırılabileceğine dair “Kürt programını” sunuyor.
Koç Üniversitesi’nde bir Alevi-Kürt öğrencinin yeni ırkçı-faşist sağın bir “sempatizanı” tarafından “Alt ırksınız, itlaf edilmeniz lazım. Köle olduğunuzu kabullenmelisiniz. İtaat etmek zorundasınız” denilerek tehdit edildiğine, bıçaklandığına dair haberler resmin çok küçük ama çarpıcı kısmı.
Buna benzer ama büyük hesapları olan yeni ırkçı-faşist sağa karşı Kürtler adına cevabı şöyle veriyor Demirtaş: “Siz Türk olarak övünüyor musunuz bilmiyorum ama biz Kürtler olarak itaat etmiyoruz. Birlikte yaşamaya varız ama bu zihniyete karşı sonuna kadar direneceğiz” (2 Ocak tarihli savunması)
KÜRTLER DEMİRTAŞ’IN MANİFESTOSUNU HARIL HARIL TARTIŞIYOR
Yeni ırkçı-faşist dalgayı hâlâ Kürt hareketini bastırmanın aracı olarak gören iktidar da, bu dalgada iktidara karşı muhalefet potansiyeli gören CHP de elbette Demirtaş’ın uyarılarını dikkate almayacak.
Fakat Demirtaş’ın manifestosunun en azından Kürtler açısından daha şimdiden önemli siyasi sonuçlarının olacağını tahmin edebiliriz. Hatta Kürt siyasetinin bu manifestoyu vesile ederek başlatacağı çalışmalar, iktidarın “Kürdü Kürde kırdırtma” politikasını boşa çıkarabilecek bir yeni ittifak zemini yaratabilir. Neticede DEM Parti, hatta onun dışında duran Kürtler, Kürt siyasetleri Demirtaş’ın manifestosunu harıl harıl tartışıyor.
Biz de tartışmaya devam edeceğiz… (İRFAN AKTAN - ARTI GERÇEK)
Hiç yorum yok