“CeHAPe zihniyetinden, laik, başı açık, üstelik genç ve güzel, eksik etek” Sinem Dedetaş Üsküdar’da kâbusu oldu Erdoğan’ın...
YETTİ GARİ!
Yeni dönemin başlangıcı
Haziran 2015’ten bu yana tüm seçimlerin tek bir siyasi anlamı oldu: Erdoğan gidecek mi kalacak mı? Haziran seçimlerindeki yenilgilerini patlayan bombalarla “tashih” ettiler ve o günden bu yana da hile hurda, oy hırsızlığı, yalan dolanla; ezcümle kirli toplumsal mühendislik oyunlarıyla iktidarda kalmayı başardılar. Seçmen kavramının olanca genişliği üzerinden bakılırsa, toplumun yarısı yaklaşık on yıldır istikrarlı ve net bir tutumla “seni istemiyoruz” diyor Erdoğan’a. Fakat Erdoğan bıçak sırtı (ve hileli) 50+1 “çoğunlukla” iktidara tutundu. Dönemin her bakımdan yıkıcı tablosuna rağmen Erdoğan’ın iktidarda kalabilmesi, karşısındaki %50’ye neredeyse sürekli yenilgi hissi yaşattı. Tabloya salt “sandık” üzerinden bakıldığında ve “netice” Erdoğan’ı her defasında iktidarda tuttuğunda moral bozukluğu kaçınılmazdı. Halbuki kelimenin geniş anlamıyla siyasal mücadelenin kapsamı ve imkanları üzerinden bakıldığında -Erdoğan’ın iktidarı bir şekilde sürse de- karşısında konumlanan siyasi-toplumsal güçlerin en az iktidardakiler kadar güçlü toplumsal dayanakları olduğu açıktı. “İktidarı alt edememek moral bozucu ama çaresiz değiliz” perspektifi yerine moral çöküntü yaşamak tam da “oyunun kuralının” (sandığın) ötesini görememekle ilgilidir.
Gezi’nin sönümlenmesi dahi buradan okunabilir. Toplumsal hareket karakterini kurumsal-siyasal bir mecraya ilerletemeyen Gezi, Haziran 2015 seçimlerinde HDP’nin önündeki barajı yıktı ve bu sayede AKP’nin tek başına iktidarını engelledi. Yenilenen seçimlerde (1 Kasım 2015) Erdoğan’ı indiremeyen Gezi’nin sokak ayağı sönümlendi. Geriye tek “seçenek” kalıyordu: Sandık. CHP’ye yönelme ya da farklı saiklerle CHP ile gizli-açık ittifaklar böylesi bir tabloda şekillenmeye başladı. Parlamentarizm-seçimler-CHP ekseninde şekillenen toplumsal muhalefetin (başat eğilim demek daha doğru olabilir) her seçim yenilgisi moral çöküntüyle sonuçlandı; ya da tersine 2019 yerel seçimlerinde Erdoğan’ın İstanbul’da yenilgiye uğratılması geçici bir umut dalgası yarattı. Özcesi moralin de moralsizliğin de kaynağı seçimler oldu, ötesinde hiçbir şey görülemez hale geldi. Böylesi bir tabloda bir taraftan “tek yol seçim” anlayışını eleştirirken 31 Mart seçim sonuçlarına sevinmek hiç de çelişkili değildir. Ege’den yükselen “yetti gari!” haykırışı, Karadeniz kıyılarında “yeter da!”, Kürdistan’da “edi bese!” nidalarıyla yankılandı. Dünya yıkılsa yerinden oynamayacağını sandığımız AKP-MHP tabanı da katılmaya başladı bu seslere, baraj çatlamadı, düpedüz göçükler oluştu orasında burasında. 31 Mart’ta ortaya çıkan tablo çok önemli siyasi değişim, kayma ve imkanların başlangıcıdır. Yıkılmaz sanılanın yıkılabileceğini görmek egemenlerin kibrinde derin yarıklar açacak, insicamlarını bozacak, iç kargaşalarını derinleştirecektir. Öte yandan muhalif kitlelerin moral bulması başlı başına siyasi bir kıymettir. Moralsiz olanın mecali, direnci olmaz. Boyun eğmeye, kaderine razı olmaya, kabuğuna çekilmeye, atomizasyona, giderek köleleşmeye daha yakın ve yatkındır. Moral ise bereketli nehirler gibidir, üzerinde açılacak yelkenlere geniş ufuklar/imkanlar sağlar. CHP kazanınca biz de kazanmış olmuyoruz ama halkın diktatörlüğün bağrında -şu veya bu yolla- devasa bir gedik açmasına neden sevinmeyelim? Ve bir an olsun rehavete kapılmadan bütün yumurtaları seçim sepetine koyan anlayışları eleştirmeye neden devam etmeyelim? Alın size Van’daki gasp olayı! Ne yapsaydık, “yanlış ama beş yıl sonraki seçimde düzelir” mi deseydik? Tüm muhalefet Van’daki irade gaspına karşı ses çıkardı, Van halkı başta olmak üzere demokratik muhalefet sokaklara döküldü, esnafı kepenk kapattı ve bu irade gaspı böyle engellendi. Başka sözcüklerle sokak olmadan parlamenter kazanımların da korunamayacağı görüldü. O halde sokağı unutan parlamentarizm eleştirisi ne dün yanlıştı ne de -moral bulduğumuz seçim sonuçlarına rağmen- bugün.
SHP’nin zaferle çıktığı 1989 yerel seçimlerine çokça atıf yapılıyor. Fakat unutulan bir şey var: 1989’da salt SHP’nin seçim zaferi yoktur, güçlü sokak hareketleri de vardır. İki milyon işçiyi sokağa döken bahar eylemleri, Zonguldak madencilerinin Ankara yürüyüşü, üniversitelerde işgaller, emekçi memur hareketinin örgütlenmeye başlaması, Kürdistan’da serhildanlar, batıda derlenip toparlanan devrimci hareket vb.; SHP’nin başarısı ile sokağın korelasyon ve etkileşimlerini bir arada okumadan 1989 yerel seçimleri yeterince anlaşılamaz. Dahası var SHP salt seçim başarısı olarak beslenmedi bu hareketlerden -zaten bu hareketler de SHP’yi beslemek için yapılmadı- siyasi olarak da etkilendi. Yani sokağın ve solundaki hareketlerin basıncı SHP’yi sosyal demokrasiye en fazla benzeyen hareket olmaya zorladı. Bugünün CHP’si SHP’nin hazırladığı Kürt Raporu’nun yanına bile yaklaşamıyor. Zamanın Cüneyt Canver- Fikri Sağlar ikilisinin yaptıklarını yapabilen vekiller çıkaramadı bir daha CHP geleneği. Yasallaşamayan öğrenci derneklerinin doğal toplantı mekanları sendikaların yanı sıra SHP binalarıydı, Baykal CHP’sinin kapısının önünden geçemedi soldan yürüyenler bir daha. Nihayet 30 Kürt vekil SHP listelerinden meclise girerek DEM Parti’nin öncelleri olan yapıların temellerini attılar. Yani güçlü sokak muhalefetinin “yan ürünlerinden” biri de güçlenen ve “sola çeken” SHP oldu; tıpkı 1974-80 arasında güçlü toplumsal/devrimci dinamiklerin basıncı/etkisiyle altın çağını yaşayan Ecevit CHP’si gibi.
Bugünün Özel-İmamoğlu CHP’si böyle bir dinamiğin basıncından yoksundur ve bu da neredeyse amorf bir siyasi “kimliğe”, bir tür merkez partisi görünümüne büründürüyor CHP’yi. Bugünkü CHP’nin 47 yıl sonra gelen tarihi seçim zaferi, 1970’ler Ecevit’i, 1989 SHP’si türünden -kendi mecrasında- etkili bir siyasi kimlik inşa etmiş olmasından değil, toplumdaki Erdoğan’ı indirme arzusunun parlamenter sahadaki rasyonel adresi olmasındandır.
On ayda ne değişti?
Yine de Mayıs 2023 seçimlerinden bu yana geçen on ayda CHP’de ve siyasal sahada görünür-görünmez önemli değişiklikler oldu, olmuş; bugün görünür hale gelen budur.
Kılıçdaroğlu önderliğinde kurulan Altılı Masa, burjuva muhalefetin tüm renklerini kurumsal matematikle bir araya getirerek Erdoğan’ı yenme stratejisiydi, tutmadı. Bu parçalılık, siyaset dalavereleri, masa altı-bel altı tepişmeler vs., Erdoğan’a alternatif etkili ve güven veren bir siyasi odak yaratamadı seçmen nezdinde. Belirsiz sulara yelken açmak yerine mevcut “istikrara” razı olmak %50+1’in (eğer hile hurda yoksa) oy tercihlerine yön verdi. Ve bu bıçak sırtı denge on ay sonra bozuldu. Bizatihi 31 Mart seçim sonuçları gösteriyor ki, “Kılıçdaroğlu Alevi olduğu için Sünni halktan oy alamadı” iddiası doğru değilmiş. (Ya da belirleyici etken bu değilmiş.) Adıyaman gibi bir merkezde CHP’li Alevi adayı Belediye başkanı seçen halk -buna Tuzla ve daha pek çok yer de eklenebilir- Kılıçdaroğlu’na neden Alevi olduğu için oy vermemiş olsun ki? Dersimli Kamer Genç mezarından çıkıp gelse Kılıçdaroğlu’ndan fazla oy alamaz mıydı spekülasyonuna dahi kapı aralar son seçim sonuçları. On küsur yıllık genel başkanlığında siyasi zikzakları, başarısızlıkları ortada, fakat bunların da ötesinde temel problemi lider kumaşından, “karizmadan” yoksun olmasıdır. Tüm bu faktörler bir araya gelince Kılıçdaroğlu Erdoğan’dan bıkan seçmene güven veremedi. İmamoğlu-Özel ikilisinin hiçbir şeyin değişmediği partide hiç olmazsa genel başkanı değiştirmiş olmaları, anlaşılıyor ki bir yenilenme, tazelenme umudu yaratmış seçmende. Ve 2019’da hileyle başkanlık elinden alındığında yüksek bir moral ve enerjiyle seçim kazanma mücadelesine atılan, Erdoğan’ı iki kez yenen, Erzurum’da taşlandığında otobüsten halka hitap etmeye devam eden, belediyeyi eskisine göre daha iyi yöneten İmamoğlu, kendi kulvarında liderlik kumaşına sahip olduğunu gösterince halktaki tepki/arayış adresini buldu: Son on ayda hayatı iyileşmek bir yana daha da kötüye giden halk, CHP’deki bu kıpırdanmayı da görünce Erdoğan’a kerhen desteğini çekip CHP’ye yönelmiş görünüyor; dört milyon civarı oyun adres değiştirmiş olmasının anlamı budur. Siyasi dalavereler görünümüne bürünen altılı masa “birliğine” teveccüh etmeyen halk, neyse o olarak kendi kimliğiyle seçime giren -ya da girmek zorunda kalan- CHP’de bu kez birleşti. Yani kurumlar ve “matematikler” siyasetine yüz vermeyen halk, kendi “siyasetini” kendi yordamınca ve çok daha etkili biçimde yaptı. Aslına bakılırsa bu ilk kez de olmuyor: On yıldır sadece sandıkta değil sokakta da tekrarlanan şey budur. Gezi’ye katılanların siyasi temsilcilerini bir masa etrafına toplayıp “hadi ortak bir hareket yaratın” desek oradan yalnızca maraza çıkardı, halbuki çeşitli siyasi, kültürel, kimliksel farklılıklarıyla halklar, emekçiler, aydınlar, gençler, kadınlar Gezi sokağında göz kamaştırıcı bir isyan ve özgürlük eylemini inşa edebildiler; tıpkı deprem dayanışmasında olduğu gibi. (Bunun siyasetini, örgütsel biçimlerini inşa edebilmek bir yana üzerine hakkınca kafa yormak bile hak getire son on yılda sol sahada ne yazık ki.) Aynı şey HDP’nin barajı aşması için sandıkta tekrarlandı 2015 Haziran’ında. Aynı şey 2019 belediye seçimlerinde CHP adayı Ekrem İmamoğlu’na destekte bir kez daha karşımıza çıktı; ve nihayet aynı dinamik 31 Mart’ta bir kez daha işledi. Tüm bu siyasi süreçlerin tek bir ortak/odak noktası var: “Reyiz”de cisimleşen diktatörlükten, haksızlık, hukuksuzluk, adaletsizlikten, sömürüden, zulümden, kadın düşmanlığından, doğanın ve kentlerin yağmalanmasından, açlık ve sefaletten kurtulma arzusu! Sembol “isme” duyulan tepki berrak bir program sağlamıyor elbette ama halkların tepki ve arzularının yönünü göstermeye yetiyor. Tabii halkın “el yordamıyla” bulduğu çözüm seçeneğini de: Başkaca yolların belirginleşemediği bir tabloda seçimler yoluyla Erdoğan’ı yenmenin rasyonel adresi olarak CHP! Ö. Özel, yaptığı balkon konuşmasında CHP’li olmayanlardan alınan oyların farkında olduğunu vurgulayarak tam da bunu söyledi aslında. (“Bununla” ne yapacakları -ya da sosyalistlerin ne yapacağı- ayrı konu tabii.)
31 Mart’ta Erdoğan’ın yirmi yıldır işlettiği denklem çöktü; seçimin en önemli siyasi sonucu budur. Karşısındaki tüm politik aktör ve kesimleri şeytanlaştıran, birleşmelerini engelleyen ve “düşmanlara” karşı bilenen AKP-MHP tabanını sürekli diri tutan “düzenekten” söz ettiğimiz açık olmalı.
Şifrelerini kırarak okuduğumuzda Erdoğan’ın “söyleminin” işlevi daha anlaşılır olacaktır.
CeHAPe zihniyeti (dinsiz imansız, halka yabancı elitler, bölücülerin işbirlikçileri), DEM Parti (terör odağı, Kandil’in parlamentodaki temsilcisi, bölücüler, emperyalizmin “barmakları” vs.), laikler, Aleviler (bir kez daha dinsiz-imansızlar, yerli ve milli olmayanlar), feministler, başörtüsüz kadınlar, LBGT’ler (toplumu tarihsel köklerinden koparan, “batı” için kullanışlı hale getiren “bize uymaz” hayat anlayışları, yabancı ideolojiler): Erdoğan yirmi yıl boyunca bu söylemin “ekmeğini yedi”. 2015’te icat ettiği “kokteyl terör” kavramını bu söylemler üzerinden bir tür “kokteyl şeytanlar” kodlamasıyla sürdürerek meşhur kutuplaştırma-gerilim siyasetiyle iktidarını korudu. “Düşman şeytanlar” ve “yerli ve milli olanlar” kutuplaşması dört başı mamur faşist ideolojik düzenektir; tabanını ekonomik olarak da kayırıp besleyebildiği oranda ideoloji-ekonomi-politika düzeneği lego misali birbirini tamamlayarak mükemmelen işledi. Hepimiz zaman zaman “ekonomik olarak beslenen taban yerinden oynamaz” hatalı değerlendirmesine kaptırdık kendimizi ve 31 Mart seçim sonuçları ne yazık ki bu anlayışı güçlendireceğe benziyor. Bu gerçeğin bir yönüdür, hepsi değil. Aslında işleyen Enver Gökçe’nin “Kirtim kirt” şiirindeki türden çoklu etkenler yumağıdır: Bir halı tezgahındaki farklı renklerin hayatın (kirtim kirt) akışı içinde birbirine dolanıp iç içe geçerek yavaş yavaş oluşturmaya başladığı anlamlı desendir bugünkü tablo. İsrail’e kalkan gemiler hiç mi etkilemedi dindar AKP tabanını, “Katil Sisi” ile kucaklaşmalar, mafya ile sarmaş dolaş eski içişleri bakanı, saltanat ve sefalet görüntüleri, haksızlıklar, adaletsizlikler, kayyımlar, 2019’da İstanbul seçiminin iptali vs. vs. Ekonomik çöküntünün, yoksulluğun derinleşmesi tüm bu faktörlerle birleştiğinde halk kendiliğinden “Reisçi” düzenden kurtulmanın verili/rasyonal adresi olan CHP’de birleşti, çok değil on ay önce yerlerde sürünen CHP’yi (47 yıl sonra!) birinci parti yaptı. Krizin ve halkın arayışının ne kadar derin olduğunun bundan daha çarpıcı göstergesi olamaz herhalde. On yıldır işleyen anti-Erdoğan toplumsal refleks bir kez daha CHP ile “ittifak” yapmakla kalmadı; AKP tabanından yaklaşık dört milyon insan düne kadar şeytan taşlama ayinlerinde taşladığı “şeytana” (CHP’ye) oy verdi! (Ya da reislerini terk etti.) Hem de öyle böyle yerlerde değil, Adıyaman’da, Kütahya’da (bir sosyal medya paylaşımında, “CHP Kütahya’yı en son Büyük Taarruz’ da almıştı” yazıyordu), Erdoğan’ın yaşadığı Üsküdar’da ve pek çok benzer yerde. Yenilginin çıldırtıcı basıncıyla öyle şeyler yapıyorlar ki (Van seçim sonuçlarını tanımama gibi), örneğin Sancaktepe’de seçimi kaybeden AKP’li belediye, ertesi gün iftar çadırını söküp götürüyor! AKP dinine biat etmediğinize göre artık Müslüman sayılmazsınız, orucunuz da geçersizdir! Ne diyelim, çırpınmaya devam edin ki batışınız tez olsun! Kendi tabanı dahil herkesi aptal köleler yerine koyan kibre cevaptır son seçim sonuçları ve çırpındıkça çözülüşlerini hızlandıracağa benziyorlar.
Erdoğan’ın kurduğu kirli kutuplaşma düzeneğinin toplumsal/sosyolojik dayanakları buhar olup uçmadı elbette. Fakat üzerinde yükseldiği sosyoloji de bir ölçüde reislerine “yetti gari!” dedi; bu eğilimin derinleşip derinleşmeyeceği siyasal sahadaki tüm aktörlerin kabiliyetlerine bağlı bir soru işareti olarak memleketin önünde duruyor.
Erdoğan’ı yenen üç kadın
Örnekler bir değil bin; burada sembolik değeri olan üç kadını anmakla yetinelim.
Gülistan Sönük bir zamanlar Hizbullah’ın merkezi olarak anılan Batman’da “Kürt-İslamcı” sömürgecilik aleti olarak sahaya sürülen Hüda-Par adayını yerle bir etti; yanına bonus olarak kayyımı da katarak! Mütedeyyin halk Erdoğan’ın yukarıda anılan kodlamalarına nazire yaparcasına “bölücü”, başı açık pırıl pırıl genç kadın Gülistan Sönük adını ister bayrak gibi yükseltti deyin, isterseniz sömürgeci zorbalığa okkalı bir tokat (daha!) attı.
Nazım’ın dizelerini biraz bozarsak, Erdoğangillerin, kadınların “soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelsin” diyen “kültürel iktidarları” abat olsun diye yeri göğü inlettikleri bir eşikte bir tokatta Akbelen direnişinden geldi. Akbelen direnişinin öncülerinden köylü kadın Nejla Işık İkizköy muhtarı seçildi. Memleketin yönelim ve dinamiklerinin Erdoğanların deli gömleğine sığmayacağının bundan daha çarpıcı örneği olabilir mi?
Ve Üsküdar, Erdoğan’ın mahallesi, kalesi. Haliç Tersanesinin sökülüp yerine “rezidans” yapılmasını engellediği için tersaneye girişi yasaklanan pırıl bir bir gemi mühendisi. İmamoğlu tarafından İstanbul Belediyesi Denizcilik İşletmeleri’nin başına getirildiğinde zararda olan kurumu milyonlarca dolar kâra geçiren, işini iyi yapan, akıllı, becerikli genç kadın. (Hani şu Binali Yıldırım ve mahdumlarının şehir hatları vapurlarında çay ocağı işleterek denizcilik “sektörüne” girdikleri ve sonunda Venezüella’dan “peynir” taşıyan filolara geçtikleri işletmeden söz ediyoruz.) Merak edip Üsküdar’a dair projelerini anlattığı birkaç video izledim. Yarın ne yapar bilemem, fakat kente dair o kadar kapsamlı, iyi düşünülmüş, halkçı yönleri güçlü önerileri var ki, insan, “keşke bizde de böyle kadrolar olsa” demeden edemiyor. Erdoğan’ın söylemindeki tüm kodlamalarla “şeytan” olan bu genç kadın, Erdoğan’ı kendi kalesinde yerle bir etti! Başka sözcüklerle “CeHAPe zihniyetinden, laik, başı açık, üstelik genç ve güzel “eksik etek” Sinem Dedetaş Üsküdar’da kâbusu oldu Erdoğan’ın.
Bu örnekler siyasi kimliklerden ve alınan belediyelerden çok daha önemlidir: Erdoğan’ın şeytanlaştırma söyleminin bizzat kendi tabanında dikiş tutmamaya ya da çözülmeye başladığının işaretleridir.
Bazı sonuçlar
*İmamoğlu, Uşak Bld. Bşk. adayının ayrımcı sözlerine cevaben, “ya kendisine başka iş bulacak ya da başka parti” dediğinde sadece Kürtlerin oyunu alma hamlesi kabul edildi bu ve yanlış da değil. Fakat madalyonun tersine bakan pek olmadı: Bu sözlerin Kürtleri kazanayım derken AKP, CHP ve bütün partilere dağılmış bilumum milliyetçi zevatın oylarını kaybettirme ihtimali. Görüldü ki, kaybetmek bir yana -bu söylem sayesinde ya da bu söyleme rağmen- oylarını artırdı İmamoğlu ve asıl önemli olan budur. Erdoğan Öcalan’la masaya oturdu oylarını artırdı, masayı devirip savaş başlattı yine oylarını artırdı. Yani kendi “kırmızı çizgileri” gayet esnekti. Fakat rakiplerine dayattığı ve onların da korkakça -ya da gönüllü olarak- uydukları kırmızı çizgiler ise gayet netti. Ve tam da rakiplerinin Erdoğan’ın çizdiği kırmızı çizgiler çemberine hapsolmaları muhalefeti kötürüm Erdoğan’ı abat etti. İmamoğlu’nun her cereyana açık duruşunda “bir renk” olarak mı kalacak Kürtlerle ilişkilerindeki bir miktar esneklik? Yoksa pragmatizme kurban etmeden hiç olmazsa Erdoğan’ın masaya oturan cesaretini daha ileriye taşıyarak memleketin en önemli demokratikleşme sorununa çözüm yolunda adımlar mı atacak? Üstelik de halkın yerinde zamanında atılmış adımları hiç de cezalandırmadığı pek çok örnekle görülmüşken. CHP, elbette kendi bulunduğu düzlemden (yersiz hayallere gerek yok) siyaset mi yapacak yoksa kırmızı çizgilere hapsolup kaptığı koltuklarla mı yetinecek? Bu sorunun yanıtı CHP’nin kaderini etkilemekle kalmayacak, siyasi iklimi de belirleyecektir önümüzdeki dönemde.
*DEM Parti Kürdistan’da deyim uygunsa destan yazmıştır! Bunca baskı ve zorbalığa rağmen bir halkın siyasi iradesini böylesine güçlü, tekrar ve tekrar ve tekrar ayağa kaldırması dünya siyaset tarihine geçecek bir başarıdır. Ve asla üç oy eksik beş oy fazla hesabıyla ölçülebilecek bir şey değildir. İstanbul’da ve batıdaki şehirlerde eridiği tespiti de doğru değildir, bu mesele de oy hesabına vurulamaz. Türkiye ve Kürdistan’ın kelimenin en geniş anlamıyla muhalif kitlelerinin 2013-15’ten beri merkezi siyasi gündemi Erdoğan’ı iktidardan indirmek oldu. Bunun için gerekiyorsa CHP’liler HDP’ye oy verdi (2015 Haziran); gerekiyorsa Kürtler “bağırlarına taş basarak” CHP’ye oy verdi. Oy verdikleri partilerin mensubu haline gelmedi kimse; herkes her ne ise o olarak Erdoğan’ı indirmenin politikasını yaptı kendi yordamınca. Bu öylesine güçlü bir yönelimdir ki İstanbul’daki, batıdaki Kürtler, mektup sahibine saygı ve bağlılıklarını bir an olsun yitirmeden, kendileri için tayin edici olan siyasi hedeflerini gözeterek davrandılar. Tıpkı HDP’nin baraj meselesi kalmadığına, yani Erdoğan’ı bu eksenden yıpratma imkânı sınırlandığında herkesin kendi mecrasına, CHP ya da TİP’e dönmesinde olduğu gibi. Batıdaki Kürtler DEM’e sırt dönmüyor, bilakis batıda yaşayan emekçi Kürdün eğilimlerine bünyesinde daha fazla yer açmaya çağırıyor DEM’i; mesele bundan ibarettir. Ayrıca DEM içindeki tartışmalar ve farklı eğilimler de doğaldır; milyonları kucaklayan bir kitle partisinde böyle olması değil olmaması anormal olurdu. İrade çatlamasına, farklı siyasal kopuşlara yol açmadığı sürece bunlar zaaf değil zenginliktir bir parti için.
*Sosyalist solun kendilerini seçimciliğe fazlasıyla kaptırmış bölükleri iyi sınav vermediler bu süreçte. TİP’in Hatay ve bazı bölgelerdeki aday seçimleri, EMEP’in Bolu yerelinde DEM adayı V. Saçılık’a açıktan destek vermekten imtina etmesi, TKP bir yana SMF-Maçoğlu’nun adaylık-Bld. Bşk.’lığı meselelerine kendilerini bu denli kaptırmaları nezaket dairesinde konuşmak gerekirse “tatsız şeyler”. TİP’in Van’daki gasp üzerine berrak bir tutum alması ve yöneticilerin Van’a gideceklerini açıklaması umarız bahse konu “tatsızlıkların” aşılması yönünde bir ilk adım olur. Mesele fırsat buldukça birbirimize “çakmak” değil, doğruyu eğriyi beraberce arayıp bulmak, mümkün olan herkesi ortak bir cephenin saygın mensupları olarak beraberce saf tutmaya davet etmektir.
Öte yandan haklı olarak bu tatsızlıklara dikkat çekmek bu satırların yazarının ötesinde, siyaseten doğru yerde duran politik aktörleri de etkili kılmaya yetmiyor maalesef. Doğru söylemenin doyumu hiçbirimize yetmemeli…
Bir parantez, Sol Parti’nin kendi çizgisinde tutarlı ve çokça tanık olduğumuz saçmalıklara bulaşmayan bir duruş sergilediği vurgulanmalıdır.
*Bütün kültürel, dinsel, ulusal, mezhepsel, hatta siyasal kimlikleri kesen ya da hepsine damgasını vuran bir gerçek görünür hale geldi bu seçimde: Sınıfsal dinamik, yoksulluk, adaletsizliğe, zorbalığa tepki. İşçiler, ezilenler tepkilerini el yordamıyla ve verili parlamenterist rasyonalite içinde ifade ettiler. Yani halk ciddi manada siyaset yaptı son süreçte ve verili mecrada etkili de oldu; darısı bunu taçlandırıp ileriye taşıması umulan sosyalist solun başına diyelim. Toplandıkları adrese (CHP’ye) takılıp kalmak yerine onların arayış, özlem ve sancılarını esas alan yaratıcı siyasal-örgütsel yönelimleri inşa edebilecek mi olanca parçalılığıyla sosyalist sol? Bizim asıl gündemimiz bu olmalıdır.
Tartışmanın bağlamına göre, “birader kişiye takılıp kalmanın manası yok, mesele sistemdir” demek yanlış değildir. Fakat bazen de bir bedende cisimleşen diktatör(lük), tüm bir toplumsal-siyasal düzenin çürümüşlüğünün sembolü haline gelir; bu durumda pratik politika ve halk bilinci onun şahsında sistemin çürümüşlüğünü hedefler, bugün Türkiye’de olan budur.
*Sınıfsal dinamik başat hale geliyor. Fakat bu dinamiği salt fabrikadaki işçi-patron “ekonomik” ilişkisine indirgemek meseleyi hiç anlamak olur. Bütün iktisadi, politik, kültürel, dinsel, ulusal dolayım, parçalılık ve bütünlükleriyle, yanılsamaları ve doğrularıyla, arayış ve yönelimleriyle zuhur etmeye başladı sınıfsal dinamik. Tüm bu yönleri gözeten ve emekçilerin tüm bölüklerinin her ne iseler o olarak ekmek, özgürlük ve eşitlik ekseninde siyasal davranışını taşıyacak esnek ve birleştirici örgütsel formların inşasına girişmek kavranacak halkadır bugün.
Daha açık yazalım: Sosyalistlerin, işçi ve ezilenlerin farklı eğilimlerini parçalanma değil güç kaynağı olarak işlevlendiren bağımsız bir siyasi/toplumsal odak olarak meclislerin inşasına girişmek bugünün temel devrimci görevidir. Bu görevin şu veya bu yolla şu veya bu biçimde karşılığı verilmeden halkın enerji ve arayışı parlamento koridorlarında bozuk para gibi harcanacaktır. Tersi ise özgürlük, demokrasi ve sosyalizm için güçlü bir dayanak olmakla kalmayacak, o parlamenter mecraları da “hizaya çekecektir”. Tercih önümüzde duruyor… (NABİ KIMRAN - SENİKA.ORG)