“Gazze, kendine has yenilgi ve fakirlik kokan sokaklarıyla, çıkıntılı balkona sahip evleriyle, uykuda korkutucu bir kâbus gören kimsenin ruh...
“Gazze, kendine has yenilgi ve fakirlik kokan sokaklarıyla, çıkıntılı balkona sahip evleriyle, uykuda korkutucu bir kâbus gören kimsenin ruhundan çok daha dardı. İşte Gazze buydu. Ama bir pınarın, yitik bir keçi sürüsünü kendisine çektiği gibi insanı ailesine, evine ve hatırlarına çeken bu belirsiz ve gizli şey neydi?” / – Ghassan Kanafani, “Hüzünlü Portakallar Yurdu”
Uluslararası Dayanışma Hareketi (ISM) üyesi Rachel Corrie’nin Filistin’de bir buldozerle öldürülmesinin üstünden 20 yıldan fazla geçmiş olması, hatırlayanlar için nasıl da tuhaf, sanki henüz birkaç portakal mevsimi öncesiymiş gibi.
Filistin davası, dertlenenler için çocukluk, gençlik ve yaşlılık tarihlerine ayrı ayrı tutunan bir motif. Kanafani’nin yukarıda yazdığı gibi, aslında sürekli bizi hatırına çeken şey, haklılık ve yoksulluktan gelen o güçlü yönüyle, çıkıntılı balkonlarındaki o derin yalnızlığıyla ile ilgili.
Filistin, dertle tasayla yakın olanlar için yıllar devrilmiyormuşcasına, hep orada, oracıkta.
Rachel’den sonra ISM’nin Filistin’de yaşamını kaybeden üçüncü insanı bir psikoloji bölümü mezunu olan, Türkiye kökenli Ayşenur Ezgi Eygi. İspanya iç savaşından Filistin’e, Rojava’ya kadar, yakın tarih savaşlarında, elbette Ayşenur’u da yakalayan bir ruh ve adlarını hatırlamamızı sağlayan sembolik bir geçiş var.
Bu ruh övüldüğü gibi, yersiz, ütopik ya da akıldışı da bulunabiliyor. Diğerkâmlık, rasyonel gözükmeyen özveriler ve özellikle feda ruhu bilhassa anaakım psikoloji marifetiyle bir psikolojik maraz olarak tanımlanabiliyor. Ahlak felsefesinin psikolojik argümanlarla damıtıldığı ve feda-özverinin karşısına akıl ve psikolojik sağlığın Kartezyen bir mantıkla konduğu bu tartışma ölüm oruçları sürecinde yoğunlaşmıştı. Daha sonra, 2015’te Kobane’nin yeniden inşasına katılmak için yola çıkan ve IŞİD tarafından Suruç’ta katledilen sosyalist gençlerin yönelimi, kendinden vermenin sınırları üzerinden, icat edilmeye çalışılan bir tür “psikolojik normalite” ile tartışılmaya çalışılmıştı.
Böyle konularda bilhassa psikolojik argümanlarla entelektüalize edilmeye çalışılan şey bir sınıfsal-politik kontrol paradigması olan konforun ihmal edilmesine yönelik rahatsızlık, tahammülsüzlüktür. Ne var ki buradaki konfor tasarlanmış olduğu için hakikate dayanmaz. Tam da bu yüzden, buna, yaşam-akıl-kutsallık troykasına “verilmiş” bir konforun vesayet etmesi trajiktir.
Bununla birlikte, bir savaş bölgesine giden, bir mücadeleye katılan, kendinden veren, özveri/feda eyleyen kişinin bir psikoloji profesyoneli olması, yalnızca verilmiş konforu ve aklı rahatsız etmekle değil, psikoloji mensuplarına çok daha özel bir çerçeve çizen daha ince bir aklı da rahatsız ediyor. (Kobane’de savaş mağduru çocuklara destek olmak üzere yola çıkan psikolog Murat Yurtgül de Suruç’da katledilen 33 kişiden biriydi.)
Bir psikoloji profesyonelinin, yaşadığı ülkenin çok uzağındaki bir zulüm ve haksızlığa karşı çıkarken yaşamını kaybetmiş olması, anaakım psikolojinin, mensuplarına yönelik tasarladığı çerçeveyi ayrıca rahatsız ediyor.
Öyle ki, yalnızca Türkiye için sayıları her yıl 20 bin civarında artan ve bir yandan işsizlik diğer yandan mesleki yetersizlik kıskacına alınmış yüzbinlerce mezunun, toplumsal çerçeveleri sağlamlaştırmaya yönlendirilmiş örtük bir psikoloji profesyoneli ordusu olarak tahkim edildiği söylenebilir. Toplumsal kareyi sağlam tutmak olarak yetkilendirilmiş, görece serbest görünümü ile din görevlilerinden, entelektüel itibar ile siyasetçilerden ayrılan özel, postmodern bir statü bu.
Bu statü, özellikle uygulama alanındaki psikoloji mensuplarının kendileri için tasarlanmış örüntünün dışına çıkmayacak şekilde ruh ve bedenlerine mukayyet olmalarını, aynı zamanda toplum için tasarlanmış örüntüleri ince şekilde denetlemelerini öngörüyor.
Anaakım psikoloji, onbinlercesinin işsiz ve yapısal nedenlerle kaçınılmaz olarak niteliksiz olduğu bir kitlesel profilden oluşuyor. Bu “kitlesel” profil, nitelik sorunu nedeniyle güven vermeyen, yoğun işsizlik nedeniyle de iş kovalayan ve pazarlamacı bir kitle karakteri arz ediyor. Buna birbirini yetkin olmamakla itham ederek psikoloji pazarını ele geçirmeye çalışan alan paydaşlarının toplum önündeki çatışmasını da eklediğimizde, verili tabloya rağmen psikolojinin genel anlamda mesleki itibarını kaybetmemesi dikkat çekicidir. Şu koşullarda irtifa kaybetmeyen bu itibarın anaakım psikolojinin sırtını toplumsal çerçeve denetçiliğine bu denli sağlam dayıyor olması ile ilgili olduğu söylenebilir. Anaakım psikoloji, örtük ve entelektüalize edilmiş bir otorite olarak tahkim edilmesi hasebiyle her daim belli bir itibar kapasitesini koruyacaktır.
Öyle ki henüz Ayşenur’un yaşında psikoloji ve ilgili programlardan mezun olan birinin aklına gelen/yönlendirildiği ilk şey bir sosyal medya hesabı açıp, doğrular, eğriler, iyi oluşun kabul gör(dürül)müş sınırlarından bahsetmek oluyor. Toplumun bu büyük psikoloji ordusundan durmaksızın akıl aldığı bir psiko-politik bağlamda, hem meslek profesyonelinin benlik imgesinde hem de toplumsal imgede entelektüalize edilmiş bir tür muhafazakarlığın itibarı kuruluyor ve bu da psikoloji profesyonellerine dair belli başlı toplumsal beklentiler oluşturuyor. Bu beklentide mesela bir psikoloji mezununun ülkesinden ayrılıp Filistin mücadelesine desteğe katılması yadırganıyor.
Ayşenur’un meslek yaşamının başında olmasının bu bahiste bir önemi yok. Zira, yeni mezun olması, iyi bir mesleğe sahipken, yapacağı çok şey varken’li cümlelere engel değil. Ama şu bahiste bir önemi var: Bu mesleki imgenin meslek mensuplarında nasıl da kimlikleştiği göz önüne alındığında, kariyerinin önemli bir yerindeki bir psikoloji mezununun, Ayşenur’un cesaretini göstermesini tahayyül etmek elbette çok daha zor. Kariyer ile risk alma eğilimleri arasında her meslek grubu için bir ters orantı olduğu doğru olmakla beraber, söz konusu psikoloji profesyonelleri olduğunda bu orantının çok daha acımasız olduğu söylenebilir.
Öğretmen, hekim, gibi geleneksel toplumsal statüleri olan meslek mensuplarının çatışmalı-riskli toplumsal mücadelelere katılması, mücadele sahasına somut katkıları nedeniyle daha rahat kabul edilebiliyor. Akademisyenlerin mesleki statüleri için de bir konfor alanı tanımlansa da, akademik kişi için kabul edilmiş imgede ise sınırlar çok daha geniş. Öyle ki, yakın tarihin en büyük gerilla hareketlerinden birini üniversiteden istifa edip Peru dağlarına çıkan ve tarihin en spesifik tecrit koşullarında yaşamını kaybeden Profesör Abimael Guzmán kurmuştu. Yine, en uzun-kesintisiz isyan olarak tanımlanan Filipinler Komünist Partisi’nin örgütlediği savaşı başlatan ve yıllarca Filipin devletinin barış görüşmelerinde muhatap aldığı kişi başka bir popüler akademisyen olan José Maria Sison’du. Hindistan’da üniversiteden ayrılıp kadınlarla çalışmak üzere ormanlardaki adivasi topluluklarını örgütleyen Naksalit Anuradhy Ghandy gibi çerçeveyi fazla zorlayan örnekler var. Hakeza, yalnızca Türkiye için değil, dünya akademi tarihi için çokça çarpıcı bir kare dışına çıkma eylemi olan Barış Akademisyenleri, ranjı çokça genişleten örnekler.
Özellikle psikoloji alanında uygulayıcı olarak çalışanlara yönelik ilerici beklentiler gelişmesi, psikoloji uygulayıcılarının toplumun önünde, yol gösteren, aydınlatan, güven veren bir rolde olmalarının beklenmesi, psikoloji profesyonellerinin toplumsal dizayn konusunda aldıkları pozisyonun din görevlileri, yasa koyucular gibi normatif eksende değil de daha katmanlı ve entelektüel bir iklimde ve örtük olmasından ileri geliyor olmalı.
Diğer yandan, psikologların toplumsal dönüşüm ve ilerlemeyi sağlayacak bir rolde olmaları kesinlikle talep edilmeli, ne var ki, “bir terapist nasıl bunları söyler” tipi bir hayal kırıklığına kapılmadan.
Mesela, “bir psikoloji profesyoneline yakışmayan söz, bir psikologdan beklenmeyecek bir yönelim, bir terapist için talihsiz açıklama” tarif edilebiliyor. Ne var ki, sistem psikoloji uzmanlarına bir yandan toplumsal dizayn işini postmodern bir kimlikle delege ederken bunun yanında, bu dizaynı piyasalaştırmasını bekliyor. Haliyle, meslek mensuplarının toplumsal çerçeveyi elverişli bir kimlikle pazarlaması gerekiyor. Kanımca, bu pazarlama esnasında doğruluk ve âkillik üzerine oluşturulan kimlik, psikoloji profesyonellerden bir tür kâmillik beklentisinin de gerekçesi oluyor.
Ne var ki, “kamuoyunu aydınlatma” piyasasına girmiş bir psikoloğun, doğru, salim, âkil, adil, metin olması gerektiği makul bir beklenti değildir!
Güvensizlik, belirsizlik, kötülük koşullarında bir kimlikle adalet, doğruluk gibi mefhumları eşlemek bir toplumsal psikoloji ihtiyacı kuşkusuz. Ancak, geç modernizmin profesyonel psikoloji piyasasına yüklediği sorumluluk, faşizmin ince şekilde sürmesini sağlayacak anaakım çerçeveleri tasarlayıp denetleme ve bunun pazarlaması üzerine kurulu. Sayıları hızla artan ve bir tür racon kesme sınıfına dönüşen psikoloji uzmanlarının büyük bölümünün toplumsal dizaynın uygulanması konusunda yönlendirme ve denetçi olmaya bu denli hevesli olmasını, yakın zamanda faşizm standartlarının psikoloji profesyonellerinin ince manipülasyonlarıyla yürütüleceğinin işaretleri olarak okumak için geç kalmadığımızı umut ediyorum.
Günümüzde bir tür kanaat bildirir, alıntı paylaşır bir uzman ordusuna sahip olan anaakım psikoloji esasta modern hayatın dizaynı ile ilgilendiği için özellikle psikoterapinin çerçevesi konusunda kare dışına çıkmaya son derece tahammülsüz. Ve mesleki şovenizm, hâkim mesleki anlayışa dayalı meslek içi şiddet, müphem bir yetkinlik hiyerarşisi, bu büyük kitle içinde çarpıcı bir gerçeklik. Psikoterapinin/psikolojik görüşmenin bu denli tartışmalı hale gelmesi, ruh sağlığının hızla genişleyen bir pazar olması ve pazarın paylaşımına yönelik ihtilaflardan kaynaklandığı açık. Ama bir diğer konu, psikoterapinin/psikolojik görüşmenin eşitlik, özgürlük hak mücadelesi gibi politik mefhumlarla asla ilgisi olamayacağı yönündeki sert önkabulle ve buna bağlı statükosuyla ilgili.
Oysa anaakım psikoloji tartışmalı bir çuval hipoteziyle bilimmiş gibi davranır, kendi insan imajını kültürden alır; günlük hayatın ortalamasına dayanarak bir nesne inşa eder. Beş yüze yakın psikoterapi anlayışı/yaklaşımı da iyi oluşa dair birbirine alternatif iddialar belirtir.
Aslında, en genel anlamı ile psikoloji de, psikoloji profesyonellerinin sosyal düzlemi de, psikolojinin ürettiği bilgi, beyan ettiği sayıltı da bir ideolojik bağlam içerisinde şekillenir; belirli bir tarihsel, politik atmosferden bağımsız değil, pekala, içerisinde yaşadığı ve parçası olduğu politik iklimin olanakları ile yaşam bulur.
Yani, işini birtakım beyanlar üreterek topluma racon kesmek olarak gören çoğu psikoloji profesyoneli, esas olarak hâkim ideolojiye ait liberal, patriyarkal, piyasacı, gerici, türcü çerçeveleri güçlendirir. Bazen entelektüalizasyonun gücüyle incelterek, bazense kabalıktan taviz vermeden.
Ayşenur Ezgi’nin Filistin’de bir çatışma bölgesinde yaşamını kaybetmesi kendi ideolojik bağlamında yalnızca politik değil, pekâlâ aynı zamanda mesleki bir pozisyon olarak da tarif edilebilir. Onun motivasyonunda neyin öne çıktığını bilemiyorum ama Filistin mücadelesine destek için ülkeden ayrılması hâkim psikoloji tarihinde elbette bir mesleki pozisyon olarak tanımlanmayacaktır. Çünkü, ince şekilde modern muhafazakarlığı, resmî ideolojiyi yeniden üretmek psikologluğa dahildir ama devrimcilik kapsam dışıdır.
Ayşenur Ezgi Eyni, mesleğinin başında bir psikolog olarak, dünya tarihinin gençliğine denk gelen periyodunda, faşizmin en yoğun yaşandığı bir yerde yaşamını kaybetti. Ayşenur’un bir zeytin ağacının köklerine bıraktığı son nefesi yalnızca Siyonist faşizmi değil, düzen sınırlarını tımar etmekle görev alan anaakım psikolojiyi de sarsıyor. Verdiği rahatsızlığa şükranla. (ONUR GÜLBUDAK - GAZETE DUVAR)
Hiç yorum yok