Sermayenin tercihleri ve IMF politikalarıyla uzlaşarak başlayan iktidar yolunda Ecevit, sonrasında ilk kez kendisinin ortaya attığı Kontrgerilla gerçeğini reddederek, “Faşizme karşı mücadele” diye başlayan meseleyi “Anarşiyi önleme” adı altında sola karşı bir mücadeleye dönüştürdü… Sıkıyönetim ilanlarıyla sürdürülen baskı politikaları, sonrasında Ecevit’in de sonunu getirecek olan 12 Eylül darbesinin yolunu açtı...

Türkiye 1970’lerin ortalarından büyük bir bunalım içerisine sürüklenmişti. 1950’lerden sonra ABD ile geliştirilen bağımlılık ilişkilerine paralel olarak gelişen yeni sömürge düzeni ekonomisinden siyasetine her şeyiyle tıkanmış işleyemez haldeydi.

Bağımlılıkla ilişkili olarak çarpık ve cılız gelişen egemen sınıf ittifakı içindeki çelişkilerde derinleşip yükselen siyasal muhalefete karşında yönetemez duruma gelmişti. Milliyetçi Cephe hükümetlerinin politikaları krizi dahada derinleştirmekten başka bir sonuç vermedi.

1959 yılında Türkiye ile ABD arasında imzalanan “Dolaylı Saldırı Anlaşması” gereğince Genelkurmaya bağlı Özel Harp Dairesi ve buna bağlı resmî sivil görevlilerden oluşan bir örgüt Kontrgerilla oluşturuluyor. Özal Harp Dairesi o dönem Amerikan Yardım Heyeti ile aynı binada çalışmış ve masrafları ABD tarafından karşılanmıştır. MHP, ülkü ocakları ve komandolar devlet eliyle yukarıdan aşağı Özel Harp Dairesinin sivil ayağı olarak örgütlendi. Gelişen devrimci muhalefet karşında bunalımın egemen sınıflar lehine çözülmesine yönelik şiddet ve baskı politikaları MHP eliyle sürdürüldü. 1975 sonrası öğrenci ve aydınlara yönelen katliamlar, 1978’e geldiğinde kitle katliamlarına dönüşmeye başlamıştı; özellikle mezhep farklılıklarına yönelik tertiplere yönelmişti. Sivas, Tokat Çorum, Kayseri’de vb Kontrgerilla taktiklerine uygun denemeler yapıldı. Bu olaylardan önce Amerikan görevlisi A. Pack’in o bölgelerde MHP’lilerle görüşmeler gerçekleştirmesi manidardı. 1978’in sonbaharına doğru cinayetler ve katliamlar giderek şiddetlendi. Ecevit’i sıkıyönetim ilan etmeye ve yönetimi orduya devretmeye zorladılar. Maraş Katliamı sonrası ise sıkıyönetim ilan edildi. Aslında bu sıkıyönetim darbenin de önünü açan bir gelişme oldu. Sıkıyönetim halkın savunmasına ket vururken faşistlerin iç savaşı derinleştiren şiddet politikalarının da önünü açtı. 1979’da saldırılar gecekondu mahallerine yönelik kitle katliamlarına dönüşmüştü: Piyangotepe, Tepecik, Balgat vb. Bunun yanı sıra Cevat Yurdakul, Abdi İpekçi, Umut Yaşar Aydoğan, Cavit Orhan Tütengil gibi isimlere yönelik sansasyonel cinayetlerde gerçekleştirildi. Bunun yanı sıra Demirel’in baskı yasaları çerçevesinde güvenlik kuvvetlerinin bizzat içinde olduğu devlet şiddeti de gündelik olaylar haline gelmişti. 1980 yılına gelindiğinde topyekûn bir niteliğe bürünen faşist saldırılara karşı emekçi halk kesimleri, Çorum başta olmak üzere birçok yerde barikatlar kurarak kendini savunmaya geçmişti. 1980 yılına geldiğinde derinleşen iş savaş ve can güvenliği meselesi, borçlar yüzünden derinleşen ekonomik kriz, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin rejim krizine dönüşmesi mevcut düzeni sürdürülemez hale getirmişti. Faşist çetelerinin halk muhalefetinin bastırma konusunda yetersiz kalmaları, egemen sınıfları sömürü düzenin bunalımını açık faşizmle aşma tercihine yöneltti.

YEŞİL KUŞAK YOLUNDA 12 EYLÜL

12 Eylül ABD’nin Ortadoğu’daki çıkarları doğrultusunda da gündeme geldi. İran’da 1979 yılında Amerikancı Şah rejiminin yıkılarak ABD karşıtı radikal İslamcı bir rejimin kurulması ABD’nin Soğuk Savaş doğrultusundaki stratejileri açısından bir boşluk doğurdu. Nâsır’dan sonra ABD hegemonyası altına giren Mısır’ın İsrail ile yaptığı Camp David antlaşması sonrası yakınlaşması, Mısır’ın diğer Arap ülkelerinden oldu. İran Devrimi’nin bölgede anti-Amerikancı fikirlerin gelişmesine yönelik potansiyel ABD’yi kaygılandırdı. Son olarak Sovyetler’in Afganistan’ı işgali ise ABD’nin Ortadoğu’da Sovyetler karşısında hegemonyasını sarsan önemli olaylardan biriydi. ABD, Sovyetler’e karşı bölgede yeniden hegemonyasını tesis etmek amacıyla, Mısır’ın yanında Ilımlı İslamcı ülkeler kuşağı yaratma doğrultusunda politikalara yöneldi. Türkiye de bu kuşağın içinde yer almalıydı. Bu bağlamda ABD açısından Ortadoğu’da güvenilir istikrarlı bir Türkiye zaruret haline geldi.

İstikrarlı bir Türkiye ABD açısından işbirlikçi bir avuç sermayedarın dışında halkın ezildiği antiemperyalist solun ve emekçi sınıflarının örgütlerinin dağıtıldığı bir konjonktürde hayata geçebilirdi. Bu da ancak askerî bir darbe ile mümkün olabilirdi. 1979 Mayıs ayında Devrimci Yol dergisinde bu meseleye dair şöyle bir öngörü yer alıyordu:

“ABD’nin Ortadoğu’da ABD politikası ve doğrultusunda davranacak bir Türkiye’ye duyduğu ihtiyaç açıktır. Türkiye’de ABD’nin Ortadoğu politikasını hayata geçirecek bir hükümetin toplumsal ve siyasal bütün muhalefeti bastırması ve yok etmesi gereklidir. Bu ise ancak açık faşist bir rejimle mümkün olabilir. ABD ekonomik politik olanaklarıyla askeri anlaşmalarıyla yerli işbirlikçileri açık ve gizli faşist örgütlenmeleriyle ülkemizde açık Amerikancı faşist bir zemin üzerinde oturacağı siyasi koşulları oluşturmak doğrultusunda mücadele etmektedir”. (Devrimci Yol, Sayı 28, Mayıs 1979)

Türkiye’nin Ortadoğu’da ileri bir karakol olarak konumlandırılması doğrultusunda 29 Mart 1980 yılında Amerika Türkiye Savunma İşbirliği Anlaşması (SİA) imzalandı. Bu anlaşma özetle ABD’nin üsler üzerindeki egemenliğini artırırken diğer yandan Türkiye’nin kendi topraklarındaki üsler üzerindeki denetimini zayıflatan hükümler içermekteydi. ABD’nin ambargoyu kaldırması ve SİA anlaşması bir taraftan ekonomik ve askerî ABD’nin Türkiye üzerindeki egemenliği güçlendirme ihtiyacının bir sonucu olduğu gibi ABD emperyalizminin Ortadoğu’daki muhtemel gelişmeler karşısında Türkiye’ye biçtiği jandarma rolünün bir karşılığı olduğu açıktı. Bu anlaşma ile Türkiye’nin bağımlılık ilişkileri daha da derinleşti. İktidar, “İran’a CIA görevlilerinin rehineleri kurtarmak için yapacağı baskın öncesi Türkiye’deki NATO üslerinde kaldıkları” haberi, ancak ABD Kongresinin soruşturma tutanaklarının açığa çıkmasından sonra olması bunu göstermektedir.

Özetle 12 Eylül tüm ekonomik, toplumsal, siyasal diğer nedenler ile birlikte ABD’nin Ortadoğu’daki çıkarlarının bir sonucu olarak da gelişti.

EKONOMİNİN KÖKLÜ DÖNÜŞÜMÜ VE 12 EYLÜL

Türkiye’de 1970’ler boyunca ekonomik bunalımlar süreklilik arz etmeye başlamıştı. Milliyetçi Cephe hükümetleri döneminde karşı karşıya kalınan bunalım Ecevit hükümeti döneminde de ortadan kaldırılamamıştı. 1980 yılına gelindiğinde Demirel’in azınlık hükümeti olan 3. Milliyetçi Cephe hükümeti döneminde de bunalımın yarattığı sorunlar ortada duruyordu. Yüksek enflasyon, pahalılık, yoksulluk, karaborsa, döviz krizi, biriken dış borçlar bile ödenemez duruma gelmişti. Demirel’in deyimiyle, ülke 70 Cent’e muhtaç olmuştu.

Yapısal sorunlar emperyalizmin yeni sömürgecilik uygulamaları sonucunda montaj sanayine dayanan ithal ikameci üretim biçimi ve ihtiyaç duyduğu teknolojinin dışa bağımlı karakterinden kaynaklanmaktaydı. Bu model döviz sorunun sürekli gündemde tutmakla birlikte ithalata dayanan karakteri sürekli bir dış borç açığı ortaya çıkartmaktaydı. Dış borçların artması ise ekonominin dışa bağımlılığının daha çok artmasını sürekli olarak gündeme getirmekteydi. Bu bağlamda IMF ve OECD’nin kredi karşılığı dayattığı ekonomi programları uygulanmak zorundaydı. Özetle ekonomik bunalım dışa bağımlı ithal ikameci ekonomi modelinin yapısal karakterinden kaynaklanıyordu ve bunalımdan çıkış köklü çözüm yollarıyla mümkündü. Bu bağlamda emperyalizmin 1970 sonrası yöneldiği neoliberal yönelimleri çerçevesinde ekonominin dönüştürülmesi ve Türkiye’nin bu yönelime uygun eklemlenmesi gerekmekteydi.

1979 yılında Dünya Bankası uzmanları Türkiye’nin ihracata yönelik serbest piyasa ekonomisini temel alan model, serbest kur, sıkı para politikası ve ücret kısıtlamalarıyla birlikte yürütülmesini önerdiler. Tekelci sermaye kesimleri bu öneriyi benimsedi.

TÜSİAD 1980 yılındaki raporunda bu yönelimi açık ifade ediyordu:

“Türk ekonomisinin kurtuluşu dışa açılmaktır. Dışa açılmada ilk hedef ihracatı artırmaktır. İç pazarın cazibesi, iç talep tahminlerin üzerinde büyümeye devam ettiği sürece bu olmaz. İç piyasada satmaktansa ihraç yapmayı daha kârlı kılmada araç fiyat kâr politikasıdır.” (TÜSİAD Raporu 18 Ocak 1980)

1979 yılından itibaren tekelci kesimler bunalımın çözümüne dair bu politikaları sürekli olarak muhtıra niteliğindeki gazete ilanlarıyla gündeme getirdiler. “İş adamları muhtırası” olarak da anılan bu ilanda şu görüşlere ver verilmişti:

“Şiddetle ihtiyaç duyduğumuz dış kredilerle uyguladığımız ekonomik sistem birbirine çok yakın bağlıdır. Pazar ekonomisinden giderek uzaklaşan bir anlayışla ne batı dünyasında hak ettiğimiz yeri, ne yeterli kredileri, ne yatırımlara gerekli dış kredileri bulabiliriz” (Türkiye Gerçeği, 1979)

24 Ocak 1980 tarihinde IMF’nin, Tekelci sermeye kesimlerinin dayatmaları sonucunda 24 Ocak kararları alındı. Demirel tarafından Turgut Özal, Başbakanlık müsteşarı yapılarak kararları yürütmekle görevlendirildi. İhracata yönelik serbest piyasa ekonomisi iç talebin, kamu harcamalarının kısılmasını, işçi, memur emekçi kesimlerin ücretlerinin sabit tutulmasını vb yanı sıra temel ihtiyaç malzemelerinin zamlanması anlamına geliyordu. Bu politikaların halkın örgütlü gücünü ortadan kaldırmadan uygulamak imkânsızdı. Ancak otoriter bir yönetimle uygulanabilirdi. Demirel, Ecevit’in miras bıraktığı sıkıyönetim yasaları ve orduyu sevk idaresi altında halk muhalefetinin üzerine saldırtarak askerî yönetimi aratmayacak baskı politikalarına başvurdu. Devlet güçlerinin bizzat içinde yer aldığı kitlesel katliamlar günlük olaylar haline gelmişti. Buna rağmen 1980 yılı direnişlerin ve işçi grevlerinin tavan yaptığı bir konjonktürde şekillendi. Programın uygulanamaması egemen sınıf kesimlerini açık faşizme yönlendirdi. Emperyalizm ve tekelci sermayenin çıkarları çerçevesinde ekonominin köklü bir dönüşüme uğratılması zorunluluğu 12 Eylül’ü gündeme getiren önemli etkenlerden biri oldu.

DEMİREL: “İSTERLERSE FAŞİST DESİNLER”

12 Eylül’ün kaçınılmaz hale gelmesinde Ecevit-Demirel gibi siyasi aktörlerin politikalarının büyük katkısı oldu.

Demirel 1975’ten itibaren halka karşı faşist güçlerin artan şiddet ve katliamlarına kendi iktidarını sürdürme adına göz yumdu. Eğitimden, güvenliğe antikomünizm refleksleriyle devlet kurumlarının faşistleştirilmesi politikalarını onayladı. 1 Mayıs 1977 katliamı sonrası “Bana sağcılar suç işliyor dedirmezsiniz” ifadesi, Çorum katliamı sonrası, “Çorum’u bırak Fatsa’ya bak” çıkışı darbelere karşı olduğunu söyleyen Demirel’in bunalımdan demokrasi içinde bir çıkış yolunu hiçbir zaman savunmadığını göstermiştir. 1979’da ülkeyi sıkıyönetime götüren şiddet politikalarının her daim bir tarafı oldu. 12 Eylül’ün gündeme gelmesinde önemli bir etken olan 24 Ocak ekonomi programının bizzat uygulayıcısı kendisi oldu. 1980 yılında özellikle 27 Aralık’ta verilen muhtıra ve Cumhurbaşkanlığı krizi sırasında Cumhurbaşkanını halkın seçtiği tek adam rejiminin önünü açan bir anayasa değişikliği önerisinde bulundu. Kısacası Demirel’in bunalımdan çıkış programı kendi iktidarı altında ancak faşist rejim altında yapılacak her şeyin yapılmasından ibarettir. Kendisini bu dönemde “İsterlerse faşist desinler ne gerekiyorsa yapılacaktır” diye ifade ediyordu.

ECEVİT’İN SIKIYÖNETİM ÇÖZÜMÜ

Derinleşen ekonomik ve sosyal bunalımı faşist terör ve baskıyı yaygınlaştırarak çözmeye çalıştığı Milliyetçi Cephe hükümetlerinin krize çare olamadığı koşullarda Ecevit’e iktidarın kapısı aralandı. Devrimci toplumsal muhalefetin ve hak arama mücadelelerinin yükseldiği; faşist saldırılara karşı toplumun her kesiminde direnme eğilimlerinin geliştiği bir süreç içinde Ecevit yükselebilmişti. İktidar olmadan önce kontrgerilla ve faşizme karşı mücadeleden söz eden, yoksul emekçi halkın taleplerinin sözcülüğünü yapan Ecevit, iktidara geldikten sonra hızla bu politikalardan uzaklaştı. Sermayenin tercihleri ve IMF politikalarıyla uzlaşarak başlayan iktidar yolunda Ecevit, sonrasında ilk kez kendisinin ortaya attığı Kontrgerilla gerçeğini reddederek, “Faşizme karşı mücadele” diye başlayan meseleyi “Anarşiyi önleme” adı altında sola karşı bir mücadeleye dönüştürdü… Sıkıyönetim ilanlarıyla sürdürülen baskı politikaları, sonrasında Ecevit’in de sonunu getirecek olan 12 Eylül darbesinin yolunu açtı… İktidarı sonrasında ise 1980 yılında Ecevit AP ile kurulacak bir koalisyon hükümeti ile sorunların çözüleceğini anarşi ve terörün önlenerek bunalımın aşılabileceğini savunmuş bunun dışında başka bir çözüm yolu da getirememiştir. (BİRGÜN - YOL POLİTİKA KOLEKTİFİ)

Daha yeni Daha eski