24 Ekim 2013’te, yani AKP ile Cemaat arasındaki gerilimin iyiden iyiye görünür hale geldiği günlerde ve 17-25 Aralık operasyonlarına yaklaşı...
24 Ekim 2013’te, yani AKP ile Cemaat arasındaki gerilimin iyiden iyiye görünür hale geldiği günlerde ve 17-25 Aralık operasyonlarına yaklaşık iki ay kala, Fethullah Gülen gazetelere tam sayfa ilanlar vermiş ve geçirdiği rahatsızlık nedeniyle kendisine geçmiş olsun dileğinde bulunan isimlere tek tek teşekkür etmişti.
Listede Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Tayyip Erdoğan’ın yanı sıra, TÜSİAD, TUSKON ve İstanbul Sanayi Odası Başkanları, Mustafa Koç, Bülent Eczacıbaşı, Ferit Şahenk gibi “seküler” sermayenin patronları, eski ve yeni bakanlar, CHP Genel Başkan Yardımcıları Erdoğan Toprak ve Gürsel Tekin, MHP Grup Başkan Vekili Oktay Vural, BBP Genel Başkanı Mustafa Destici, Mardin Bağımsız Milletvekili Ahmet Türk, BDP İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder gibi “muhalefet”ten isimlerin yanı sıra çok sayıda “gazeteci”nin ismi de yer almaktaydı.
İlanın da ortaya koyduğu üzere Gülen’in sağlığı bir dönem Türkiye’nin düzeni açısından bir “milli mutabakat” konusuydu ve düzen siyasetinin neredeyse bütün aktörleri o mutabakata dahildi, Gülen de zaten o ilanla bu mutabakatı bir kez daha hatırlatıyor, yaklaşan fırtına öncesi muhataplarına “hepiniz oradaydınız” diyordu.
İlanın yayınlanmasından yaklaşık iki ay sonra, Gülenci polis ve savcılar, AKP’nin Cemaat’in dershane ve okullarını kapatma hamlesine karşı yolsuzluk kozunu masaya sürdüler ve çok geniş bir operasyon başlattılar. İlk dalgası 17 Aralık’ta, ikinci dalgası 25 Aralık’ta gerçekleştiği için Türkiye’nin siyasi tarihine “17-25” koduyla geçen bu operasyonlarla birlikte ortalığa sayısız belge ve dinleme kaydı, tape saçıldı, yolsuzluğun boyutları ve iktidarın en tepesine kadar uzandığı çok net bir şekilde ortaya çıktı.
17-25 Aralık operasyonlarıyla birlikte 10 yılı aşkın bir süredir bir tür gayri resmi koalisyon gibi hareket eden AKP-Cemaat ittifakı bozuldu ve oradan da cemaatin 15 Temmuz başarısız darbe girişimine uzanan süreç devreye girdi. AKP ise bu başarısız girişimi “Allah’ın bir lütfu” olarak gördü ve önce OHAL ilanıyla, ardından da OHAL koşullarında gidilen referandumla “Türk tipi başkanlık” sistemine geçerek rejim inşasını hızlandırdı ve o rejimi anayasal bir statüye kavuşturdu.
Fethullahçı çete, AKP’yle ortak olduğu dönemde Ergenekon ve Balyoz gibi kumpas davalarla AKP açısından bir tür zemin düzleyici işlevi gördü. AKP’nin hükümet olmaktan devlet olmasına geçiş sürecine taş koyabileceği düşünülen kadrolar bu davalar aracılığıyla ve ciddi bir direnişle karşılaşmaksızın tasfiye edildiler. O tasfiyelerden boşalan kadrolar ise hızlı bir şekilde Fethullahçılar tarafından dolduruldu, cemaatin “sızma” stratejisi yerini aleni bir kadrolaşmaya bıraktı.
Ancak mesele sadece sahte deliller, montaj tapeler vs. değildi; bu davalara bir de liberaller aracılığıyla ideolojik bir altyapı tesis edildi: AKP-Cemaat ikilisi aslında demokratikleşme adına Kemalist vesayetçilerle savaşıyordu, sivil zihniyet darbeci zihniyetle mücadele halindeydi, merkez-çevre kavgasında nihayet çevredekiler merkezdekileri, yani halk, elitleri yenecekti vs.
Bu ideolojik altyapı tesisinin ete kemiğe büründüğü hadiselerden biri 12 Eylül referandumuydu. Bilinçli bir şekilde 12 Eylül gününe denk getirilen 2010 tarihli bu referandumun propagandası 12 Eylül darbesiyle hesaplaşma üzerinden yapıldı, güya darbecileri koruyan anayasa maddesi kaldırılacak ve darbeciler cezalandırılacaktı. Oysa asıl amaç bambaşkaydı; 12 Eylül referandumunda yapılan değişikliklerle yargı bütünüyle iktidarın ve cemaatin kontrolüne geçti. Bu da AKP’nin rejim inşasında bir aşamanın daha geride bırakılması anlamına geliyordu.
Velhasıl, Gülenciler AKP ile ortakken onun rejim inşasına en büyük katkıyı yapan aktör olmuşlardı ama AKP’nin darbeyi bir fırsata çevirip rejim inşasını hızlandırmasıyla birlikte, ittifak bozulduğunda da rejim inşasına en büyük katkıyı bu sefer tersinden yapmış olacaklardı.
Gülen Cemaati’ni doğru bir şekilde anlayabilmek için Soğuk Savaş Türkiye’sine gitmek gerekiyor. Erken Cumhuriyet döneminde kamusal alandan uzaklaştırılarak yeraltına çekilmeye mecbur bırakılan ve hem siyasal hem toplumsal etkileri azalan tarikat ve cemaatler 1946’dan itibaren yeniden sahneye çıkıyorlar. IMF, Dünya Bankası ve NATO üyeliği üzerinden emperyalizmle yeni bir entegrasyon çabasına içeride antikomünizm ve dinselleşme eşlik ediyor. Özellikle eğitim alanı dinselleşmeye açılırken buna tarikat ve cemaatlerin yeniden görünür hale gelmesi ekleniyor ve buradan 1950’ye, yani Demokrat Parti iktidarına varılıyor.
Menderes döneminin iki önemli İslamcı figürü var; bunlardan biri Said Nursi, diğeri ise Necip Fazıl. Necip Fazıl Abdülhakim Arvasi adlı bir Nakşi şeyhine intisap etmişken Nursi, kendi ekolünü kuruyor. Necip Fazıl’a örtülü ödenekten sık sık para gönderen Menderes, Said Nursi ile de bazen doğrudan bazen dolaylı yollardan ilişki kuruyor, İslamcılık on yıllık Menderes iktidarında iyiden iyiye palazlanıyor ve güçleniyor.
Said Nursi’nin takipçisi Gülen’in sahneye çıkışı ise “ağaçların bile sola doğru eğildiği” 1960’lar Türkiye’sinde söz konusu oluyor. 1962-63 yıllarında Komünizmle Mücadele Dernekleri’nin Erzurum şubesinin kuruluşunda aktif rol oynayan ve 1966 yılında İzmir’de vaizlik yapmaya başlayan Gülen, yükselen sol karşısında burada kendi kadrolarını yetiştireceği ilk kampları kuruyor, cemaatin çekirdeği burada şekilleniyor. 12 Mart darbesine kadar örgütlenme faaliyetlerine devam eden Gülen darbeden sonra tutuklanıyor ama cezaevinde kısa bir süre kalıyor ve sonra da Yargıtay aldığı cezayı bozuyor.
Cemaat 70’li yıllardan itibaren yayın organlarına da adını veren “sızıntı” stratejisiyle devlet kurumlarında ve özellikle de polis ve yargıda örgütlenmeye başlıyor. Kuşkusuz bu örgütlenmeden devletin güvenlik ve istihbarat kaynaklarının haberi var ama sola karşı dinselleşmenin önünün açılması, tarikat ve cemaatlerin komünizmle mücadelede birer aktör haline gelmesi gerekiyor ve bu nedenle de Cemaat’e dokunulmuyor.
Gülen’in bizzat kendisinin yazdığı “Son Karakol” adlı yazıyla selamladığı 12 Eylül darbesi de Gülen’e ve örgütüne dokunmuyor; bilakis Özal’ın kefilliği altında Cemaat faaliyetlerini hızlandırıyor, ardı ardına dershaneler, okullar, yurtlar açıyor ve 12 Eylül’ün Türk-İslam sentezi ideolojisi Fethullahçıların icraatlarında somutlaşıyor, vücut buluyor.
90’lar ise Gülen ve örgütünün yıldızının parladığı yıllar oluyor; Sovyetler’in dağılması sonrası yükselen liberal dalgaya Gülen de yerleşiyor ve kendisinden “demokrat, bilge bir din adamı” portresi çıkartılıyor; gazetelerde boy boy röportajlar yayınlanıyor, şöhretler Gülen’i ziyaret edip pozlar veriyor, Cemaat’in düzenlediği ödül törenleri birer gövde gösterisine ve halkla ilişkiler çalışmasına dönüşüyor.
Tüm bu şaşaalı günler 28 Şubat’la birlikte sona eriyor ve Gülen ABD’ye kaçmak zorunda kalıyor ama bu Cemaat için yeni bir dönemin de başlangıcı anlamına geliyor. Soğuk Savaş sonrası dünyada Rusya’ya karşı yeniden bir kuşatma stratejisine girişen ABD, eski Sovyet coğrafyasında çok sayıda Cemaat okulu açılması projesini hayata geçiriyor. Yani bir Soğuk Savaş görevlisi olan Gülen, Sovyetler dağılıp Soğuk Savaş bittikten sonra da görevine devam ediyor.
Bu dönemi taçlandıran şey ise AKP’nin 3 Kasım 2002’de iktidara gelişi oluyor; Milli Görüş’ün içerisinden çıkıp gelen ve kuruluşunun üzerinden bir yıl geçmişken iktidar olan AKP’nin devleti yönetebilecek kadroları yok. Tam da bu nedenle AKP, yukarıda anlatıldığı üzere Cemaat’e sarılıyor ve Cemaat kadrolarıyla birlikte adım adım yeni bir rejim inşasına girişiyor. O inşa süreci açıkça bir karşı-devrim anlamına geliyor ve sürecin bir noktasında karşı-devrim kendi evlatlarını yemeye başlıyor. Liberallerin ve Cemaat’in denklem dışına düşüşü böyle söz konusu oluyor, AKP kendisine yeni bir müttefik buluyor ve MHP’yle yola devam ediyor.
Tekrar söyleyelim; Türkiye’de dinselleşme, tarikatlar ve cemaatler devletin sınıfsal karakterinden ve Türkiye’nin sermaye düzeninden ayrı ele alınamaz; tüm bunların önü solla, komünizmle mücadele adına açılmış, hepsi toplumsal uyanışı durdurmak adına sahaya sürülmüştür. Bugün Gülen Cemaati büyük ölçüde etkisizleşmiş olsa da devlet başka tarikat ve cemaatler arasında parsel parsel bölüşülmüş durumdadır, dolayısıyla karşı-devrim yoluna devam etmektedir.
Bu gidişat ise ancak devrimciler tarafından durdurulabilir; emeğin sömürüsüyle dinin istismarının aynı yerden kaynaklandığını gören ve Türkiye’nin sermaye düzenine karşı mücadele ile dinci gericiliğe karşı mücadelenin birbirinden ayrıştırılamayacağını bilen devrimciler tarafından. (FATİH YAŞLI - SOL.ORG)
Hiç yorum yok