Marx “Felsefenin Sefaleti” adlı çalışmasında burjuva iktisatçılarından söz ederken şöyle der: "Onlar için ancak iki tür kurum vardır: ...
Marx “Felsefenin Sefaleti” adlı çalışmasında burjuva iktisatçılarından söz ederken şöyle der:
"Onlar için ancak iki tür kurum vardır: Yapay ve doğal. Feodalizmin kurumları yapay kurumlar, burjuvazininkiler ise doğal kurumlardır. Bu durumlarıyla kendileri gibi iki tür din kuran tanrıbilimcilere benziyorlar. Kendilerinin olmayan her din insan icadı, kendilerininki ise tanrıdan çıkma."
Bu sözleri Nobel ekonomi ödülünün bu yılki sahipleri Daron Acemoğlu ve James A. Robinson’a uyarlayarak şöyle demek yanlış olmayacaktır sanırım.
Onlar için ancak iki tür kurum vardır: Başarısız ve başarılı. Doğunun kurumları başarısız kurumlar, Batınınkiler ise başarılı kurumlardır. Bu durumlarıyla kendileri gibi iki tür din kuran tanrıbilimcilere benziyorlar. Kendilerinin olmayan her din insan icadı, kendilerininki ise tanrıdan çıkma.
Acemoğlu ve Robinson, tıpkı Hariri gibi son yıllarda Batıda moda olan ve çok satan her şeyi açıklama iddiasındaki liberal büyük anlatı kitaplarından birinin yazarları ve iktisatçı olarak bu seneki Nobel’i aldılar. Kendilerine bu ödülün verilmesinin gerekçesi ise “dünyada giderek artan gelir dağılımı adaletsizliğine dair bir teori geliştirmeleri” olarak açıklandı.
Peki neydi bu teori? Az önceki Marx uyarlamasını hatırlayarak ve en özet haliyle söyleyecek olursak, Acemoğlu ve Robinson Batının gelişmişlik nedenini kapsayıcı kurumlar oluşturabilmesine bağlıyor, Doğunun az gelişmişliğinin gerisinde ise kurumlarının dışlayıcı niteliğinin bulunduğunu öne sürüyordu.
Küresel ölçekte açıklayıcı olduğu öne sürülen ve övgülere boğulan bu tezin yer aldığı “Ulusların Düşüşü” adlı kitapla ilgili yazdığı bir eleştiri yazısında Nuray Mert, bu ikilinin liberal perspektifiyle ilgili olarak şunları söylemişti:
"Acemoğlu ve Robinson’un analizlerinde kolonyalizmin nasıl işlediği yok; sonrasında ABD emperyalizmi yok; Soğuk Savaş yok; varsa yoksa yolsuz rejimler, kötü yöneticiler, değişime direnen tarihsel yapılar... Kolonyalizm ve emperyalizm teorileri söz konusu topraklarda geçmişte var olan feodal hiyerarşilerden ve didişmelerden hiç söz etmez, koloni öncesi topluluklara anlaşılmaz bir masumiyet atfeder, koloni sonrası yapıların tüm sorunlarını da kolonyalizm ve emperyalizme bağlarken, bu yazarlar fotoğrafın ters kopyasını sunuyor. Diğer taraftan, belki söylemeye bile gerek yok, bu teori toplum içi farklı sınıflara, çıkarlara, çatışmalara da değinmiyor."
Mert haklıydı; çünkü Acemoğlu ve Robinson, Batının, sömürgeciliğin ve emperyalizmin sömürge coğrafyalardaki işleyiş biçimleri, oralardaki “kurumsallaşma” potansiyelini yok etmek için neler yaptığı, o coğrafyaların geri kalması için nasıl bilinçli bir şekilde hareket ettiği, sanayileşmesini engellediği, tarımını çökerttiği, eğitimli nüfusunu kendine çektiği, gerici siyasetleri desteklediği vb. meselelere neredeyse hiç değinmiyor, Batı toplumları içi sınıf çatışmalarını ve “başarılı” kurumların ortaya çıkışında işçi sınıfı mücadelesinin oynadığı rolü de görmezden geliyorlardı.
Yani bu iki isim netice itibariyle Batıya ve Doğuya özsel ve değişmez nitelikler atfediyor ve bütün burjuva iktisatçıları gibi yoksulluğun nedeninin bizzat yoksullar olduğunu söylemiş oluyor, demokrasiyle kapitalizm arasında ise varoluşsal bir ilişki kuruyor, demokratik kurum ve mekanizmaların gerisinde kapitalizmin bulunduğunu ileri sürüyorlardı.
Acemoğlu’nun Nobel ekonomi ödülünü alması tam da bir ekonomik kriz yaşayan ve kurumları çöküş işaretleri veren ülkemizde, bu duruma uygun bir toplumsal ruh halinin sonucu olarak, sevinçle ve coşkuyla karşılandı. Özellikle “alık muhalif” cenahta, yani ülkenin içerisinde bulunduğu durumun sınıfsal nedenlerini kavrayamayıp, örneğin Koç’tan “laik sermaye” diye medet uman kesimlerde, ekonominin Acemoğlu’na teslim edilmesi gerektiği, Altılı Masa iktidara gelseydi Acemoğlu’nun tam da bu görevi üstleneceği, büyük bir fırsatın kaçtığı, bilimin ve liyakatin önemi gibi söylemler havada uçuştu.
Oysa her şey gibi bilim de bilim insanı da bilim ödülü de sömürü ve tahakküm ilişkilerinden bağımsız değildi ve ABD seçimlerinde Bernie Sanders’ın aday olmasıyla ilgili bir yazısını “bize kamulaştırma değil, düzenlenmiş piyasalar lazım” diyerek bitiren Acemoğlu da insanlığa önünde sonunda kapitalizmden kaynaklı sömürü ve tahakkümün biraz dizginlenmiş bir versiyonundan başka bir şey vaat etmiyordu.
Bu nedenle de zaten tarihsel olarak kapitalizmin bekası adına üreten, bunun için bilim yapan iktisatçılara verildiğini bildiğimiz ödülün bu sene Acemoğlu ve Robinson ikilisine gitmesinde şaşırtıcı bir şey yoktu.
Ayrıca ödülün zamanlaması da önemliydi; çünkü sözünü ettiğimiz beka adına neoliberal serbest piyasa fetişizminin tartışmaya açıldığı, büyük şirketlerin vergilendirilmesi ve sosyal devletin geri dönüşü gibi tartışmaların daha da yoğunlaştığı bir konjonktüre denk düşüyordu.
***
Acemoğlu’nu ilk kutlayanlardan biri yaklaşık iki yıldır katıksız bir neoliberal programı uygulamaya devam eden Mehmet Şimşek oldu. Aslında Acemoğlu ile Şimşek bir madalyonun iki yüzünü oluşturuyorlardı. Acemoğlu düzenlenmiş piyasaların insanlığı refaha erdireceğini iddia ederken, Şimşek sınırsız bir serbest piyasacılığın bunu yapacağını öne sürüyordu; ancak her ikisi de kapitalizmin insanlık için en iyi sistem olduğuna en ufak bir şüphe duymaksızın inanıyorlardı.
Hatırlayalım Şimşek de göreve başlarken “rasyonel politikalar” izleyeceği iddiasıyla kimi muhalif kesimler tarafından desteklenmiş, Şimşek’in ekonomiyi düze çıkaracağına dair ciddi bir kanaat oluşmuştu.
Şimşek, neoliberal amentüye uygun bir şekilde enflasyonla mücadele adına faizleri yükseltti, halkın reel alım gücünü aşağıya çekti ve zaten alt üst olmuş gelir dağılımını daha da alt üst etti, geniş halk kitlelerini planlı, programlı bir şekilde daha da yoksullaştırdı yani.
Bunu yaparken büyük şirketlere asla dokunmadı, onlardan vergi almaya kalkışmadı, bilakis halkın sırtındaki vergi yükünü daha da arttırdı, sahiden de bir “dil sürçmesi” olan “vergiyi tabana yayma”yı başardı, memleketin zenginleri, holdingler, şirketler doğru dürüst vergi ödemezken yoksul halk aldığı nefese dahi vergi öder hale geldi.
Ve işte şimdi gelinen nokta kredi kartı limiti 100 bin lira ve üstünde olanlardan “savunma sanayine destek” adı altında yıllık 750 TL alınmasına yönelik bir kanun düzenlemesi oldu. Şimşek elde edilmiş kazancın ve yapılmış harcamanın değil de borçlanma olanağının üst limitinin vergisini almaya kalkışarak, yani vergiden başka her şeye benzeyen bir vergi icat ederek, daha şimdiden dünya vergileme literatürüne geçti.
Peki bunun altyapısı nasıl hazırlandı? Her şey önce “3. Dünya Savaşı kapıda” söylemleriyle başladı, ardından “İsrail Türkiye’ye saldıracak” palavrası geldi, tüm bunlar üzerinden “normalleşme”de yeni bir evreye geçilmesi adına “iç cephe” tartışması başlatıldı ve nihayetinde “savunma sanayi için pamuk eller cebe” noktasına gelindi.
Şimşek ise sanki matah bir şeyden söz edermişçesine toplanacak olan paranın bütçeye gelir olarak kaydedilmeyeceğini, doğrudan Sanayi Savunma Fonu’na gideceğini açıkladı. Oysa birincisi, fonlar bütçelerin aksine denetlenebilir nitelikte değildir ve dolayısıyla ne kadar çok fon o kadar çok denetimsizlik ve keyfilik demektir. İkincisi ise bu paranın fonlara gidecek olması, bütçeden savunmaya ayrılacak payın azaltılmasını kolaylaştıracaktır, yani aslında yine bütçe açığını kapatmak ve borç faizlerini ödemek temel hedef olacaktır. Dolayısıyla bu vergi olmayan vergi, Türkiye’nin hem bugünkü rejimine hem bugünkü düzene çok yakışmaktadır.
***
Türkiye’de iktidarı ve muhalefetiyle düzen güçleri Şimşek programının etrafında birleşmiş bir görüntü veriyor. Bu da sözde bir dış tehdide karşı “iç cepheyi güçlendirmek” olarak pazarlanıyor, bunun somutlaştığı şeyin ise yeni anayasa görüşmeleri için bir zemin yaratmak ve Erdoğan’a ömür boyu başkanlık yolunu açmak olduğu anlaşılıyor. Bahçeli’nin DEM Parti’ye uzattığı eli de buraya dahil etmek gerekiyor.
Şimşek programı sadece kurumsallığı değil, bütün bir toplumu çöküşe sürüklüyor, çürümeyi derinleştiriyor, Acemoğlu’nun kitabına atıfla söyleyelim, “ulusların düşüşü” adlı gösteri şu an Türkiye’de sergileniyor. Ama Acemoğlu’nun iddia ettiği üzere bunun gerisinde basitçe kurumlar vs. yok doğrudan Türkiye’nin sermaye düzeni var. Türkiye’nin düzeni yoksulluğu yönetmek için her türlü kurumsallığı çökertmeye, toplumu çürütmeye muhtaç ve kendi bekası adına bu ülkeyi bir sömürge coğrafya gibi yönetiyor, halkına parya muamelesi yapıyor.
Buradan çıkış ne Acemoğlu tarzı inovasyoncu, teknoloji fetişisti bir modelle mümkün olabilir ne de Şimşek programında somutlaşan piyasacılıkla dinciliğin ölümcül sentezi bu ülkeyi bir adım ileri götürebilir. Çünkü her iki model de nihayetinde azınlığın çoğunluk üzerindeki tahakkümü ve azınlığın çoğunluğu sömürmesi üzerine kuruludur; ilkinin daha “insaflı” olması ise bu hakikati değiştirmez.
Her ikisi de kapitalizmin farklı versiyonlarına tekabül eden ama piyasacılıkta uzlaşan bu iki modeli aşan, sermayeyi değil emeği, özel olanı değil kamusal olanı, özel çıkarları değil kamunun çıkarlarını merkeze alan, kalkınmacı, planlama esasına dayanan, ekolojik, halkı iktisadi karar alma süreçlerine dahil eden, refahı hızla artıracak bir sosyalist model ise sadece bizim değil bütün insanlığın kurtuluşu için sahici tek alternatif olabilir. (FATİH YAŞLI - SOL.ORG)
Hiç yorum yok