Artık yeter: Hayatlarımız ve haklarımız için feminist mücadeleye!

Kadınlara ve LGBTİ+’lara yönelik şiddet kırım boyutuna ulaştı, haklar gasp edildi, kadın emeği yok sayıldı. Şiddet ve yoksulluk karşısında kadınların hak mücadelesini büyütmenin önemi ve sorumluluğu karşımızda duruyor


“Bunca acıyla dolu ülkemiz için yapılacak her şeyi yapmak bir mutluluk kaynağı. Kollarını kavuşturup oturmak ise çok üzücü.” – Minerva Argentina Mirabal

Dominik Cumhuriyeti’nde diktatörlüğe karşı verdikleri özgürlük mücadelesinden vazgeçmedikleri için pek çok kez hapsedilen, işkenceye maruz bırakılan ve 25 Kasım 1960 yılında katledilen, Mirabel Kardeşlerden Minerva Argentina Mirabal’ın sözleridir bunlar.

Tüm dünyada ve Türkiye’de kadına ve LGBTİ+’lara yönelik şiddetin arttığı, katliamlarının kırım boyutuna vardığı, haklarının gasp edildiği, kadın emeğinin yok sayıldığı, patriyarkanın her alanda kendini üretebildiği böylesine bir zamanda 25 Kasım’a giderken kadınların eşitlik, özgürlük ve adalet mücadelesine mirastır bu sözler.

25 Kasım’a giderken Türkiye gerçeğine baktığımızda 2024 yılı Ocak-Kasım ayları arasında 389 kadın katledildi, 184 kadın şüpheli bir şekilde yaşamını yitirdi. 8 yaşındaki Narin “kutsal aile-tarikat-devlet” üçgeninde katledildi, Rojin Kabaiş’in cansız bedeni 18 günün sonunda bulundu ve hemen ardından soruşturma dosyasına gizlilik kararı getirilerek intihar denildi. İstanbul’da 19 yaşındaki İkbal ve Ayşenur vahşice katledildi. Tekirdağ’da şiddet ve cinsel istismara maruz bırakılan 2 yaşındaki Sıla bebek hayatını kaybetti. Şişli’de kaybolan 6 yaşındaki Şirin Elmas’ın cansız bedeni Feriköy Mezarlığı’nda bulundu. İzmir’de geçimi sağlamak için hurda toplamaya çıkan annenin evde bıraktığı 5 çocuğu sobanın devrilmesi sonucu çıkan yangın sebebiyle hayatlarını kaybetti.

Münferit değil, politik

AKP-MHP iktidarının aile politikaları, cezasızlık politikaları ve yoksulluk politikaları gittikçe derinleşiyor. Kadınların hayatlarını hiçe sayan bu politikalar nedeniyle şiddetin bütün biçimleri kadınların yaşamlarına sirayet ediyor ve olağanlaştırılıyor. Kadına yönelik şiddet her geçen gün artarken devlet tarafından koruyucu-önleyici politikalar uygulanmıyor. Şiddet karşısında atılmayan adımlar, uygulanmayan yasalar, devlet eliyle etkisizleştirilen koruyucu-önleyici politikalar, kadına yönelik şiddetin devlet eliyle giderek daha örgütlü ve sistematik hale geldiğini ortaya koyuyor. Bu durum, kadınlara yönelik şiddetin yalnızca bireysel suçlardan ibaret olmadığını, kadına yönelik şiddetin münferit değil, tam aksine politik olduğunu gösteriyor.

AKP-MHP iktidarı kadına yönelik şiddeti cezasızlık politikaları ile sistematikleştiriyor. Yargı paketleri ile kadınların kazanılmış haklarını ellerinden almaya çalışıyor.

Bu ülkede sözde yargılanan, yeri geldiğinde kollanan ve mahkemelerce iyi hal indirimleri ile ödüllendirilen faillerin cesareti katlediyor kadınları. Sokak ortasında bir kadını cinsel saldırıya maruz bırakan failler yargı eliyle serbest bırakılırken hemen ardından sosyal medyadaki tepkiler sonrası tutuklanıyor.

Kadınlara yaşatılan tüm bu şiddet karşısında Adalet Bakanı Yılmaz Tunç, Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Koordinasyon Kurulu Toplantısı’nda kameralar karşısına geçip; şiddetin kırmızı çizgileri olduğunu; kadına yönelik şiddete karşı suçlarda daha ağır cezalar getireceklerini, yasaların etkin bir şekilde uygulanmasının önemli olduğunun önemine değiniyor. Halbuki çok iyi biliyor bu ülkede kadınları şiddet ve ayrımcılığa karşı koruyan İstanbul Sözleşmesi’nden “tek adam” kararı ile bir gecede çekilindiğini; koruyucu-önleyici tedbirleri olan, kararlar uygulanmazsa zorlama hapsine hükmeden 6284 sayılı kanunu etkisizleştirme projesinin 9. Yargı Paketi ile nasıl da kendi elleri ile gündeme getirildiğini.

Bilinmekte ki AKP-MHP iktidarı döneminde çıkarılan yargı paketleri ile yargı, siyasi kontrol altına alınmaya çalışılmakta ve insan hakları ihlalleri derinleştirilmektedir. Özellikle kadın hakları ve ifade özgürlüğü gibi konularda özgürlük alanlarını yok etmek üzerine çıkarılan bu yargı paketlerinin içerisinde kadınların kazanımları da bir bir ellerinden alınmak istenmektedir. En günceli 9. Yargı Paketi ile gündeme getirilen; Anayasa Mahkemesi’nin eşitlik ilkesine aykırılık ilkesi gereğince iptal ettiği fakat AKP-MHP iktidarının aile kurumunu zedeleyeceği inancı ile 9.Yargı Paketi’ne sıkıştırdığı kadının soyadı düzenlemesi. Kadın örgütlerinin ve kamuoyunun tepkisi sonucu teklif metninden çıkarılmış oldu. Tıpkı 6284 Sayılı kanunda yer alan, tedbir kararını ihlal ettiğinde şikayet sonucu şiddet uygulayana yaptırım olarak uygulanan “3 gün ila 10 gün arası zorlama hapsi kararı verilebilir” hükmünün kaldırılmaya çalışılması üzerine gelen tepkiler sonucu tekrar çıkarılması gibi. Halbuki bu düzenleme 6284 sayılı kanunun hayati önemdeki “koruma” işlevini kaldırmak olacak. Koruma kararları etkin uygulanmadığı için kadınlar katledilirken yapılan bu teklifin sadece konuşulması bile potansiyel faillere cesaret verecektir. Tıpkı ifade özgürlüğü kapsamında çok fazla hak ihlali yaratacak ve tüm muhaliflere yönelik bir tehdit aracı olarak kullanılacak etki ajanlığı düzenlemesi gibi. Cezasızlık politikaları ile birlikte kadınların haklarını yargı paketleri ile gasp eden AKP-MHP iktidarı kadına yönelik şiddeti derinleştirdiği kadar sistematikleştirmektedir de.

Kutsal aile ve tahakküm

Son dönemde AKP-MHP iktidarının aile politikalarına yön verdiği çerçeve, “Ailenin Korunması ve Güçlendirilmesi Vizyon Belgesi ve Eylem Planı” üzerinden şekillenmekte. Bu eylem planı içerisinde dinamik nüfus yapısını korumak, doğurganlık oranlarını arttırmak, boşanma oranlarının yüksek olduğu bölgelerde pilot çalışmalar planlamak ve kadınlar için uzaktan çalışma ve mahalle kreşleri projesi üretmek gibi işlevleri bulunmakta. Bu vizyon belgesinin bir parçası olarak da Aile ve Nüfus Politikaları Daire Başkanlığı kurulmuş bulunmakta. Bu başkanlık, doğurganlık oranlarını artırmaya yönelik politikalar geliştirme ve demografik dönüşüme yanıt verme gibi görevler üstlenmektedir. Bu eylem planına işlerlik kazandırmak adına Aile Sosyal Politikalar Bakanlığı bünyesinde 81 ilde çalıştaylar düzenlenmektedir.

Bu vizyon belgesi ile birlikte AKP-MHP iktidarının yapmak istediği şeyin muhafazakar aile yapısını güçlendirmek adı altında; “üreme, yeniden üretim, nüfus politikaları” üçlemesi ile kadınların doğurganlığının denetlenmesi, görünmeyen ev içi emeğin sürekliliğinin sağlanması ve yeniden üretimin kontrolünü sağlamak olduğu çok açık şekilde görülmektedir.

AKP uzun zamandır kadınların bedenleri üzerinde söz sahibi olmaya çalışmakta; kadınların kaç yaşında evleneceklerinden, kaç çocuk yapacaklarına; doğumun nasıl olacağına kadar “makbul kadın” tanımının sınırlarını çizmektedir. Bunun en güncel örneği geçtiğimiz günlerde; Türkiye’deki doğurganlık oranlarının düşmesi hasebiyle “Normal Doğum Eylem Planı” adı altında Sağlık Bakanlığı’nın, sosyal medya hesabından normal doğumun doğru olduğunu belirten “Annecim Başardık” başlıklı bir kamu spotu yayımlamasıdır. Bu kamu spotunda sezaryenle doğum yapan kadınlar “başarısız” olarak tanıtılmaktadır. Görülmektedir ki AKP-MHP iktidarı bu eylem planı ile kadın sağlığına ilişkin gereklilikleri görmezden gelerek kadınların bedenleri üzerindeki tahakkümünü pekiştirmektedir. Bununla birlikte asıl gölgelemek istediği şey ise (farklı bir yazının gündemi olmakla birlikte) sağlıkta özelleştirme, sezaryen operasyonlarının maliyetini azaltmak hedefi ve temel sağlık hizmetlerinin yapısal sorunlarının üzerini kapatmak olsa gerek.

Aile politikaları kimin için?

AKP-MHP iktidarı, sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda politikalarını şekillendirirken ve yoksulluğu yönetmenin yollarını ararken bu politikaların toplumsal zeminde sürdürülebilirliğini sağlamak için aile politikalarını kritik bir araç olarak kullanmakta.

Ailenin Korunması ve Güçlendirilmesi Vizyon Belgesi ve Eylem Planı içerisinde de yer alan kadınlar için uzaktan çalışma modellerinin hayata geçirileceği ve kadınların istihdama katılacağı güzellemeleri yapılsa da bu projenin yegane amacı kadınların işgücü piyasasındaki yerini aile sorumlulukları ile sınırlandırmaya çalışmakta ve böylece hem kadın emeğinin esnek ve güvencesiz kullanımı teşvik edilmekte hem de toplumsal yeniden üretim yükü, kamusal hizmetlerden çok kadınların omuzlarına yıkılmaktadır. Kadını bir taraftan aile içine hapsederken bir taraftan da esnek, yarı zamanlı ve güvencesiz çalışma modellerine teşvik ederek kadınların aile içi rolleri ile işgücüne katılımı dengelemek bahanesiyle, sermayeye düşük ücretli işgücü yaratılmaktadır. Açlık ve yoksulluk karşısında ezilen milyonlara, yoksulluk karşısında kendi kaderine terk edilen kadınlara AKP-MHP iktidarının tek çözümü “kutsal aile” oluyor. Kadınlar, aile içerisine hapsedilerek hem ekonomik hem de duygusal emeği ile sermaye düzeninin devamlılığında kilit bir rol oynuyor.

İzmir’de beş çocuğun çıkan yangında yaşamını yitirmesi de tam olarak iktidarın yoksullaştırma politikaları ve aile politikalarının bir sonucudur. Her ne kadar sonrasında AKP Grup Başkanvekili Özlem Zengin’in çıkıp “Dönüyorsunuz, dolaşıyorsunuz, her şeyi paraya bağlıyorsunuz; bunun para ile ne ilgisi var” dese de biliyoruz ki güvencesiz çalışma koşullarına mahkum edilen kadınlar çocuklarını bırakacak kreşe ulaşamıyor, çocukların bakımından tek başına sorumlu tutulan kadınlar yoksullukla bakım emeği arasında sıkışıp kalıyor.

İktidar aile politikaları ile birlikte yoksulluk politikalarının örgütlenme ayağını Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı üzerinden kuruyor. Tam da bütçe görüşmeleri yapılırken Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’na ayrılacak bütçe kalemleri ayrı bir yazının konusu olmakla birlikte, Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın “Kadının Güçlendirilmesi” için ayrılan bütçesi, toplam bütçenin yalnızca yüzde 0,3’üne denk geliyor. Ayrılan bu bütçenin bir kısmı ise kadın cinayetlerini ve şiddeti körükleyen cinsiyetçi söylemlerle desteklenen alanlara aktarılıyor. Kamusal hizmet olarak yapılması gereken birçok hizmet kalemi ise – şiddete maruz bırakılmış kadınlar için sığınma evleri, çalışan ve çalışmayan kadınlar için kreşler, engelli ve yaşlı bakım evleri – yapılmıyor ya da eksik yapılıyor. Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın son dönmedeki en büyük harcama kalemlerinin başında ise; AKP iktidarına bağımlılık ilişkisi kurduracak sosyal yardım projeleri oluyor. Bunlar ise genelde -bütün yardımların muhatabının kadınlar olduğu gerçeği ile- çocuk yardımı, çocuk teşvik yardımı, yaşlı bakım aylığı vb. gibi kısıtlı ödeme kalemleri oluyor. Yapılan bu kısıtlı ödemeler ise toplumsal cinsiyet rollerini pekiştirdiği gibi kadının ev içi emeği yine görünmez kılınıyor.

Yaşatılan tüm bu karanlık karşısında 25 Kasım’a da giderken feminist hareket olarak yapmamız gerekenin örgütlenmek olduğunu; haklarımızı ve hayatlarımızı gasp eden, irademize kayyum atayan, emeğimizi çalan, bizi yoksullaştıran bu iktidardan alacaklı olduğumuzu biliyoruz. Şiddetin ve yoksulluğun karşısında kadınların hak mücadelesini büyütmenin önemi ve sorumluluğu karşımızda duruyor. 25 Kasım’a giderken kadınlar olarak kreş hakkı talebini, nitelikli sığınma evi hakkı talebi, eşit işe eşit ücret talebi, kürtaj hakkı talebi, ücretsiz HPV aşısı hakkı talebimi mücadelemizi her alandan yükseltmenin ve büyütmenin gerekliliği ile yaşamak için feminist mücadeleye diyoruz.

Yaşamak için feminist mücadeleye! (DÖNDÜ KURŞUNOĞLU - SENDİKA.ORG)

Blogger tarafından desteklenmektedir.