Ortadoğu’daki Amerikan stratejilerinden neoliberal dönüşüme, muhalefet krizinden siyasal İslamın gelişimine tüm bu dinamikler bugün olduğu g...
Ortadoğu’daki Amerikan stratejilerinden neoliberal dönüşüme, muhalefet krizinden siyasal İslamın gelişimine tüm bu dinamikler bugün olduğu gibi 22 yıl öncesinde de AKP’yi iktidara taşıyan zemini hazırladı. Bu hafta, 3 Kasım seçimleri öncesindeki kritik dönemeçleri yeniden hatırlıyoruz.
--------------------
AKP’nin ilk kez iktidara geldiği 3 Kasım 2002 seçimlerinden bu yana tam 22 yıl geçti. Bu süreçte Türkiye, darbe girişimlerinden kirli ittifaklara, şaibeli seçimlerden çözüm ve çatışma süreçlerine, ülke tarihinin en kanlı saldırılarından en ağır felaketlerine ve rejimin değişerek tüm devletin bir parti tarafından ele geçirildiği bir sisteme geçti.
22 yılda yaşanan tüm bu kritik dönemeçler nokta itibariyle önemli bir yer tutsa da 3 Kasım seçimi ve bu seçim sonucunu belirleyen dinamikler, 22 yıl sonrasında da Türkiye siyasetini belirlemeye devam ediyor.
Ortadoğu’daki Amerikan stratejilerinden neoliberal dönüşüme, muhalefet krizinden siyasal İslamın gelişimine tüm bu dinamikler bugün olduğu gibi 22 yıl öncesinde de AKP’yi iktidara taşıyan zemini hazırladı. Bu hafta, 3 Kasım seçimleri öncesindeki kritik dönemeçleri yeniden hatırlıyoruz.
***
2000’LER: KRİZ VE AKP’NİN ORTAYA ÇIKIŞI
Türkiye 2000 yılların başlarında 1990’lar boyunca sürüp giden bir rejim krizinin derinleştiği bir ülke konumuna geldi. Neoliberalizme eklemlenme sürecine 12 Eylül ve 24 Ocak karaları ile hızlı bir giriş yapan Türkiye 1990’larda hız kesmek durumunda kaldı. Kürt savaşı bağlamında kontrgerillanın kendisini yeni dönemde de etkin kılmaya devam etmesi, ordunun siyasetin etkin parçası olarak kaldığı bu dönem neoliberal dönüşümün yarattığı altüst oluşların krizlerin süreklileşeceği bir dönem olarak yaşandı. Bu yeniden yapılanma sorunları koalisyon hükümetlerin tarafından aşılamayacak nitelikte derin siyasal ve ekonomik krizler açığa çıkardı. 2000’li yıllara Susurluk vakasından, 28 Şubat restorasyon müdahalelerine uzanan bir süreçten geçilerek gelindi.
***
2001 KRİZİ VE DERVİŞ POLİTİKALARI
18 Nisan 1999’da DSP, MHP, ANAP koalisyon hükümeti işbaşına geldi. Sermaye kesimlerinin ihtiyaçları çerçevesinde IMF ve Dünya Bankası’nın dayattığı pek çok piyasacı yaptırıma imza attılar. Emeklilik yaşını yükseltmek, kamu harcamalarını kısmak ve özelleştirmeleri hızlandırmak gibi pek çok emek karşıtı projeyi hataya geçirmeye başladılar. 2000 yılında Cumhurbaşkanı seçilen Sezer IMF direktifleri çerçevesinde ardı ardına KHK’lar ile hayata geçirilmeye çalışan kamu kurum ve bankalarının özelleştirilmesine yönelik düzenlemeleri veto etti. Bu durum hükümetle cumhurbaşkanı arasında siyasal bir krizin derinleşmesini de arkasından getirdi. Kasımda piyasaları sallayan ekonomik kriz 2001 Şubatında IMF’nin yönlendirdiği para politikalarının çökmesiyle doruğuna ulaştı. Şubatta yapılan Milli Güvenlik Kurulu toplantısında Sezer’in Ecevit’e anayasa kitapçığını fırlatma hadisesinin yarattığı siyasal kriz ertesi gün patlak veren büyük bir ekonomik krizin gerekçesi olarak değerlendirdi. Aslında açığa çıkan durum sıcak para akışına bağlı neoliberal büyüme politikasının kırılganlığının yarattığı krizin bizzat kendisiydi. Dünya Bankası Başkan yardımcılığı yürüten Kemal Derviş hükümet tarafından Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı olarak atandı. Kemal Derviş’in görevi krizden çıkış için Türkiye’ye yeni bir kredi sağlayan IMF’nin de önerdiği politikaları hızlıca hayata geçirmekti. Kamu harcamalarının kısılması, kamu banka ve kurumlarının hızlıca özelleştirilmesi gibi geniş kesimleri yoksulluğa mahkûm eden politikalar “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” başlığı altında sunuldu.
Siyasi kararları Kopenhag kriterlerinin belirlediği, ekonomi politikalarının da IMF tarafından belirlendiği bir konjonktürde halkın taleplerinin siyasi kararlara yansıması düşünülemediği gibi koalisyon partileri de siyasi inisiyatiflerini kaybetmiş, varlıkları anlamsız bir hale gelmişti. 2001 Krizinden en çok geniş emekçi kesimler sarsıldı. Bu çerçevede başta koalisyon partileri olmak üzere merkezdeki bütün partilerin geniş kesimler nezdinde meşruiyeti sıfırlandı. Buna paralel Ecevit’in 11 Eylül Saldırısı sonrası ABD’nin Ortadoğu’daki olası müdahalesinde inisiyatif alacak ve dış politikaya yön verecek ve aldığı kararları geniş kesimlere kabul ettirecek bir meşruiyeti de kalmamıştı. Kısacası 2001 krizi sonrası Türkiye’de düzen siyaseti neoliberalizmin hegemonyasını yeniden toparlayacak bir bütünlükten ve iktidar blokunun bütün unsurlarının uzlaştığı bir plan ve yöntemden uzaktı. AKP’nin ortaya çıkmasında bu çoklu kriz konjonktürü faktörlerden birini oluşturuyordu.
***
28 ŞUBAT’IN DÖNÜŞTÜRDÜĞÜ İSLAMCILIK
AKP’nin iktidara gelişindeki bir diğer önemli faktör de milli görüş hareketinin içindeki yarılma sonrası yenilikçi grubun ortaya çıkması oldu. Yenilikçi grubun ortaya çıkmasında hem iç hem de dış dinamikler önemli roller oynadı. Refah Partisi ve 28 Şubat’tan bahsederken en çok ordunun ve kontrgerillanın bu dönemdeki kompozisyonu öne çıkarılsa da esasen hem neoliberalizmin dayattığı uluslararası finans sistemine uyum politikaları hem de ABD’nin Afganistan ile şekillenmeye başlayan Ortadoğu politikaları bağlı olarak onun yönelimleri çerçevesinde de şekillendi.
Milli Görüşün liderliğini yürüten Erbakan söylem düzeyinde Adil Düzen politikası, Batıya karşı İslam ortak pazarı, İslam birliği ülkeleri gibi projelerle küresel sermayenin ve Batının yönelimlerine tezatlık içeriyordu. Uluslararası alanda da bir karşılık bulamayan bu çabalar, medyada Refah Partisi’ni de daha fazla hedef haline getirdi. Ordunun 28 Şubat’ta Erbakan’a müdahalesi dinci gericiliğin önlenmesinden çok siyasal iktidarın ABD’nin belirlediği uluslararası ve ekonomik konjonktürün sınırlarında tutulması anlamı taşıyordu. Nitekim siyasal İslamın ABD desteği ile palazlanan bir diğer aktörü olan Fethullah Gülen’in de TV’lerde 28 Şubat sürecini desteklemesi, askerî müdahalenin özünü ortaya koyar nitelikte:
"Askerlerimiz bir yönüyle yaptıkları bazı şeylerden ötürü bazı çevrelerce, belki antidemokratik davranıyor sayılabilirler. Ama onlar, konumlarının gereğini, anayasanın kendilerine verdiği şeyleri yerine getiriyorlar. Hatta dahası, ben zannediyorum, onlar, bazı sivil kesimlerden daha demokrat."
***
YENİLİKÇİLER HAREKETİ VE AKP’NİN DOĞUŞU
ABD açısından ise Ortadoğu’nun yeni düzeninde SSCB’ye karşı yaratılmış ve işlevini çoktan yerine getirmiş Taliban ve El-Kaide merkezli radikal İslamcılığı kontrol altında tutabilecek ılımlı İslamcı bir eksenin yaratılması öncelikli bir meseleydi. Türkiye’ye de tam bu noktada sonrasında “model ülke” olarak ifade edilecek taşıyıcı bir rol biçiliyordu. Bunun taşıyıcısı olacak öznenin ortaya çıkması ise RP’nin bölünerek AKP’nin ortaya çıkmasıyla sağlanacaktı. Bu konuda bazı hatırlatmalarda bulunmak yerinde olur.
28 Şubat sonrası Refah Partisi kapatılarak Erbakan’a 5 yıl siyaset yasağı koyuldu. RP yerine kurulan Fazilet Partisi içerisinde, kendisine Yenilikçiler diyen ve başını Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül, Bülent Arınç gibi isimlerin çektiği bir grup ortaya çıktı. Refah Partisi iktidarındaki Batı ile çelişkili politikaları eleştiren bu grup, bölgede Amerikan hegemonyasını, ekonomide piyasanın egemenliğini ve AB ile ilişkilerin geliştirilmesini savunuyor, Türkiye’nin yeni bir 28 Şubat sürecinin yaşanmayacağı bir demokratikleşme sürecine ihtiyaç duyduğunu ifade ediyordu.
Esasında henüz daha RP iktidarı döneminde ABD’nin uyumlu aktörler olarak sıcak baktığı, doğrudan diyaloğa girdiği bu grubun önü, Abdullah Gül’ün Fazilet Partisi kongresinde ciddi oy almasıyla açıldı. Derinleşen ayrışma yeni bir partinin kurulmasını getirdi. İşte AKP böyle bir sürecin sonunda ortaya çıktı. AKP’nin iktidara geldiği 2002 seçimlerinde ise Fazilet Partisi yüzde 2,5 oy alarak marjinal bir konuma yerleşti. Dolayısıyla bugün dahi AKP 28 Şubat’ı bir mağduriyet konusu olarak her fırsatta öne sürseler de aksine AKP bizzat 28 Şubat’ın bir ürünüdür.
***
ABD’NİN SİYASAL İSLAM PROJESİ
AKP kuruluş sürecinde etkin rol almış, şimdilerde Merkez Parti Genel Başkanı olan Abdurrahim Karslı, kendi evinde yapılan bir toplantıda A. Dilipak’ın –sonrasında kendisinin de teyit ettiği– şu sözleri yaşananlar hakkında yeterince fikir verici:
“Dilipak: AK Parti bir proje partisidir. (…) 90’lı yılların başından sonra küresel güçler, emperyalist güçler ABD, İngiltere, İsrail falan Türkiye’ye gelip gitmeye başladı. Bizlerle de görüşmeye başladı. Bundan sonra Türkiye’de siyasal İslamcılarla ile birlikte çalışmak istiyoruz. Çünkü yükselen trend siyasal İslam. (…) Erbakan hocaya teklif etmişler, o kabul etmemiş. Biz sizi iktidara taşıyalım, size sorun çıkaracakları opere edelim, size gerekli finansal desteği sağlayalım. (…) Bunun karşılığında beklenen ise İsrail’in güvenliğinin arttırılması ve Büyük Ortadoğu projesi, yani sınırların değiştirilmesiydi” (Abdürrahim Karslı: Abdurrahim Dilipak, TELE1 Arşivi, Youtube).
Ali Bulaç ise bu sürece ilişkin şunları söylüyor, “1998’lerden başlamak üzere Amerikalılar, sıklıkla bizlerle görüşmeye başladılar. Biri gidiyor, üçü geliyordu. Sordukları şuydu: ‘Türkiye’de dindar zemini kuvvetli bir iktidar mümkün mü?’ (…) Dilipak ise çok haraketli bir arkadaşımız. Yeni dönemde Türkiye için mümkün bir siyasi proje hazırladı. Ankara’da birilerine çalıştığı dosyayı verince Dilipak projesi bazı değişikliklerle AK Parti olarak ortaya çıktı. Amerikalılar ikna edebilselerdi söz konusu projeyi Erbakan hocaya uygulatmayı düşünüyorlardı, ancak o reddetti.” İşte AKP böyle 1990’lardan başlayan bir Amerikan projesi olarak doğrudan CIA’nın devrede olduğu bu sürecin sonunda ortaya çıkıyordu.
Henüz Refah Partisi iktidardayken Erbakan’ın ABD gezisinde yaptığı konuşmaya yönelik tepkiler, Amerikalıların daha o tarihte yeni bir İslamcı lider arayışında olduğunu da ortaya koyuyor:
"Bu partide genç bir lider adayı yok mu?” Türkiye’yi yakından takip eden bir başka diplomat soruyu geliştiriyor: “Örneğin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğe soyunduğu doğru mu?” –Ruşen Çakır, 1995.
***
2002 ZAFERİNDE MUHALEFETİN “DESTEĞİ”
1999’da oluşturulan yeni DSP-MHP-ANAP koalisyonu, 2001 krizi ile boğuşurken, dönemin başbakanı B. Ecevit’in sağlık sorunları, iktidarın meşruiyetini tartışmaya açtı. Bu dönemde D. Bahçeli, başbakan yardımcısı olduğu hükümetin bu krizleri aşamayacağına inanmış olacak ki, 3 Kasım 2002 için erken seçim çağrısında bulundu. Fazilet, Doğru Yol Partilerinin hâlâ 28 Şubat’ın tahribatını aşamadığı, iktidardaki DSP, ANAP ve MHP’nin ise 2001 krizini henüz çözemediği bir dönemde bu çağrı, Bahçeli’nin kendi partisi de dahil olmak üzere AKP ve CHP dışında seçime giren bütün partilerin baraj altında kalmasına sebep oldu. DYP %9,5, MHP %8,5, Genç Parti %7,25 ile barajı geçemezken, yalnızca %34 ile AKP ve %19 ile CHP meclise girdi, seçimlerde kullanılan oyların %46’sının temsil edilemediği bir meclis aritmetiğinde AKP tek parti hükümeti kurabildi.
Refah Partisi’nin ilk yükselişe geçtiği 1994 seçimlerinde de iki sosyal demokrat partinin seçimlere ayrı ayrı girerek Tayyip Erdoğan, Melih Gökçek gibi isimlere İstanbul ve Ankara belediyelerini kazandırmaları gibi, 2002 seçimlerinde de Bahçeli’nin zamanlaması ve merkez sağ ve sol partilerinin dağınıklığı AKP’ye iktidarı kazandırdı.
Ancak Tayyip Erdoğan siyasi yasağı sebebiyle meclise girmemiş, AKP 3 Kasım sonrasında mecliste Abdullah Gül’ün başbakanlığında iktidar kurmuştu. Fakat bu durumu, AKP’lilerin talepleri sonrasında dönemin CHP genel başkanı ve meclisteki ikinci partinin lideri Deniz Baykal düzeltecek, Tayyip Erdoğan’ın başbakanlığının önünü açacaktı.
İlgili anayasa maddesinin değişmesini sağlayan Deniz Baykal, Siirt seçimlerinin yeniletilerek T. Erdoğan’ın meclise girebilmesini sağladı. Bu süreçle ilgili olarak sonrasında Zülfü Livaneli, Baykal’ın hamlesine dair şunları söyleyecekti:
“Abdullah Gül Başbakandı, Erdoğan’ın ise Meclis’e girme umudu kalmamıştı. Cumhurbaşkanı Sezer bir gün önce, Erdoğan’ın ‘milletvekili olmadan başbakan olma’ önerisini reddetmişti. Türkiye’nin kaderi o akşam o evde değişti, çünkü siz ‘Erdoğan başbakan olacak!’ diye tutturdunuz. Sizi ‘Çok tehlikeli bir oyun bu!’ diye uyaran parti dışından önemli şahsiyetlere kızdınız, ‘Hayır!’ dediniz. ‘İki ay dayanamaz. Göreceksiniz iki ay dayanamaz’.”
***
AKP-CEMAAT İTTİFAKININ DOĞUŞU
2002 yılında AKP’nin iktidara gelme ve Gülen cemaati ile ittifak yapma süreci ABD ve AB tarafından desteklendi. Eski Refah Partili kadroların, Batıcı bir İslamcılık dönüşümünde, Fethullahçılık önemli bir yer tuttu. Erdoğan iktidarının henüz ilk yıllarında kendisini BOP eş başkanı olarak lanse ederken, Gülen de Asya’da, Afrika’da açtığı okullarla Amerikan dostu bir İslamcılık propagandasına soyunmuştu.
Gülen hem Batının hem de Türkiye’deki iktidarların desteği ile içeride ve dışarıda nüfuzunu artırıyor, dinler arası diyalog projesiyle dünya ölçeğinde ılımlı İslamcılığın parlak yüzü olarak öne çıkıyordu. Tayyip Erdoğan da başbakan olmadan önce 2001 yılında ABD’ye yaptığı ziyaretlerde Fettullah Gülen’i ve çok sevdiği CIA Ortadoğu Şefi Fuller’i ziyaret edecekti. Fuller de Yeni Türkiye Cumhuriyeti kitabında AKP-Cemaat ittifakının önemi ve Türkiye açısından oynadıkları tarihsel bir role vurgu yapıyordu:
“Gülen cemaatinin birçok üyesi bugün artık, Gülen hareketine bir alternatif olarak değil ama onun siyasi bir tamamlayıcısı olarak, AKP’ye katılmıştır. İki taraf arasındaki bağların bu şekilde iyileşmesi, bu defa koyu Kemalistler arasında dahi karanlık kuşkuların yükselmesine sebep olmuştur.”
Türkiye bu ittifakla Batı ile Ortadoğu arasındaki ilişkiyi kuracak stratejik bir yerde konumlanmaktaydı. Ergenekon, Balyoz operasyonları vb cemaatle el ele veren AKP devletin İslamcı dönüşümünü derinleştirirken, 2010 referandumu ile birlikte AKP-Cemaat ittifakı devlete tümüyle hâkim bir güç haline geldi. Ta ki aralarındaki paylaşım savaşı kızışana kadar.
***
SOL LİBERALLERİN “DEMOKRAT AKP’Sİ”
AKP-Cemaat ittifakının devletin siyasal İslamcılık temelinde dönüştürme sürecine sol liberal kesimler de destek verdi. Özellikle küreselleşme-AB süreciyle birlikte onun taşıyıcısı olarak gördükleri AKP’yi doğrudan destekleyerek demokratik bir gelişimin önünün açıldığını savundular. Birikim dergisi, 3 Kasım seçimlerinde AKP’nin iktidara gelişini, “Muhafazakâr Demokrat İnkılap” olarak kutladı.
Birikim dergisi, Zaman ve Taraf gazeteleri etrafında toplanan liberaller Türkiye’deki siyasal ve sosyal yapıyı askerî vesayete dayalı, muğlak bir Kemalizm hayaletinin liderliğinde, bürokratik ve otoriter bir merkez olarak tanımladılar. Kemalizm düşmanı karşısında da rejimin dışında bıraktığı kimlikleri dönüşümün öznesi olarak varsaydılar. Bu öznenin liderliğinin de 28 Şubat ile sözde tasfiye edilmiş, dışarıda bırakılmış İslamcılar olduğunu savundular. Birikim yazarı Ö. Laçiner; bu durumu Demokrat Partinin iktidara geldiği 1946 dönemecinden sonraki ikinci büyük siyasal devrim olarak betimleyecekti. Ergenekon Balyoz operasyonlarını darbe-demokrasi ikiliği çerçevesinde eski vesayet rejimiyle hesaplaşıldığı iddiasıyla destekleyen bu kesim, Fettullah Gülen’in “ölülerin bile mezarlarından kaldırılarak oy vermesi gerektiği”ni söylediği 2010 Referandumunda 12 Eylül’le hesaplaşma iddiasıyla Yetmez ama Evet kampanyasıyla da AKP’ye destek verdileri. Kısacası liberaller devletin AKP-Cemaat eliyle İslamcılık temelinde dönüştürülmesinin her aşamasında bu ittifakın bir parçası oldular. (POLİTİKA KOLEKTİFİ - BİRGÜN)
Hiç yorum yok