HIDE
GRID_STYLE
TRUE
SHOW_BLOG

Nereye gitsek yabancıyız

İstanbul’da soğuklar etkisini göstermeye başladı. Kent, kışın griliğini giymeye hazırlanıyor. Roman mahallelerinde ise bu geçiş daha sert...

İstanbul’da soğuklar etkisini göstermeye başladı. Kent, kışın griliğini giymeye hazırlanıyor. Roman mahallelerinde ise bu geçiş daha sert yaşanıyor. Yılda bir kez Hıdrellez şenlikleri sırasında medyada yer bulan, “Demokrasi Paketi”ne bile son dakikada ve tek bir maddeyle dahil olabilen Romanlar, yaşamlarını anlatıyor.
Serdar N. Yüce - soL
Balat, Fatih ilçesine bağlı eski bir İstanbul semti. Haliç’in kenarına kurulu bu semt cumbalı evleriyle, dar sokaklarıyla ve Bizans dönemine ait tarihi yapılarıyla bilinmekte. Romanlar ise daha çok Balat’ın Lonca Mahallesi’nde otuyorlar.
Müzisyenler Kahvesi... “Roman Müzisyen Sanatçılar Yetiştirme ve Geliştirme Derneği” yazan bir pankart asılı. Derneğin Kurucusu ve Başkanı, Tahsin Kurt. “Dernek bir yıl önce kuruldu. Biz burada özel hocalar eşliğinde keman, klarnet, kanun gibi çalgıların eğitimini veriyoruz” diyor. “Derneğin amacı ne” diye soruyorum. “Amacımız, gençlerimizi kötü alışkanlardan uzak tutmak. Bundan başka bir gayemiz yok. Koyduğumuz hedeflere de büyük ölçüde ulaşabildik. Devletten hiçbir yardım almadan bunu gerçekleştirebildik” diye yanıtlıyor. Başkan Yardımcısı Atilla Tınmaz’la görüşüyorum. Atilla ağabey çocukluğundan beri keman çalıyor. İlkokulda yarıda kalmış öğrenimi, diğer birçok Roman gibi. Mahalleli müziksyenlerin (bazı Romanlar dil çabukluğuyla böyle söylüyor) menajerliğini yapıyor. “Keşke yardım alabilseydik, çektiğimiz kredilerle döndürüyoruz burayı” diye dert yanıyor.
Kahveye orta yaşlı biri giriyor. Erdinç ağabey. O da dahil oluyor sohbetimize. Erdinç Kasım; doğma-büyüme Bursalı, elli yaşında, üç çocuk babası bir müzisyen. Balat’ta oturan yakınlarına gelip giderken İstanbul’u iyice öğrenmiş. Dört yıl önce de Bursa’dan Balat’a taşınmış. Erdinç ağabeye kentsel dönüşümü soruyorum. “Herkes daha iyi evlerde oturmak ister. Biz de yeni yapılara, daha iyi koşullara hayır demeyiz. Neden çocuklarımızın bahçeli, güvenlikli sitelerde oturmasını istemeyelim ki” diyor ve ekliyor: “Ama bizim buna gücümüz yetmez. Bizim insanımızın büyük bir çoğunluğunun resmi kanallardan hiçbir güvencesi yok. Neredeyse hiçbirimizin geliri sabit değil. Çünkü biz ya müzisyenlik yapıyoruz ya esnaflık ya da işportacılık. İşimiz bugün var yarın yok.” Kuştepeli Romanların yeni yapılan konutlardaki evlerinin aidatlarını bile vermekte zorlandıklarını hatırlatıyorum... “Nasıl ödesinler ki” diyor, “Biz bu mahallede oturup kira vermekte zorlanırken, onlar lüks sitelerin aidatlarını nasıl ödesinler? Diyelim güvendin, daire aldın sitelerden. Balat’ı kaybettin, Sulukule’yi, Kuştepe’yi kaybettin. Yarın buradaki evini de kaybedersen nereye gideceksin, şehir dışına mı? Burası şehrin merkezi sayılır, buradan gidersek her gün işimize ulaşmak için fazladan vereceğimiz yol parası bizim aylık gelirimizin yarısı.”
Her ne kadar Fener-Balat Kentsel Dönüşüm Projesi, bölge halkının mücadelesi sonucunda iptal edilmiş olsa da mahallelinin tedirginliği sürüyor.
Söz dönüp dolaşıyor, toplumun Romanlara bakış açısına geliyor. Erdinç ağabey, “Çingene” sözcüğünün bir sözlükte okuduğu karşılığını paylaşıyor, “Uyuşturucu satan, hırsızlık yapan kişiye Çingene diyor bir Türkçe sözlük. Bize Çingene denmesinden gocunmayız ama biliyoruz bazılarının bize ne gözle baktıklarını, Çingene kelimesini ne anlamda kullandıklarını; biz buna kızıyoruz. Romanlara yapılan bu karalamanın bir son bulmasını istiyoruz. Mahallemizin dışına çıktık mı apaçık görüyoruz, yaşıyoruz ayrımcılığı. Mesela kadınlar camdan bağırıyor sokakta oynayan çocuğuna, ‘Çabuk eve gel, Çingeneler kaçırır seni’ diye, böyle bir şeyi nasıl kabul edelim” diyor ve ekliyor: “Bize ‘yeryüzünün yabancıları’ diyorlar, gerçekten de nereye gitsek yabancıyız.” Yan masamızda oturan müzisyenlerden biri, Şeref Matoğlu; yolda gördüğü bir çocuğu sevmek istediğini ama babasının çocuğu ondan nasıl kaçırdığını üzülerek anlatıyor.
Ağlanacak halimize gülüyoruz
Demokrasi Paketi’nde kurulacağı belirtilen “Roman Dil ve Kültür Enstitüsü” hakkında ne düşündüklerini merak ediyorum. Soruma yanıt alamıyorum. Çünkü kimsenin bu enstitünün ne olduğu, ne iş göreceği, nasıl işleyeceği hakkında bir fikri yok. Konuştuğum Romanların hiçbiri kendi dilini bilmiyor. Mahalle insanı diğer birçok konu gibi kültürünü özgürce, baskılanmadan yaşamaktan da umudunu kesmiş. Geçimini çiçek satarak sağlayan, altmış yedi yaşındaki Ayşe teyze; “Ben Türkçeden başka dil bilmem oğlum. Babamlar biliyordu ama benim aklımda kalmamış işte. Dilimizi bizden alanlar şimdi nasıl geri verecek” diyor.
Kötülüğün dili olmaz
Dernekten Hilmi amca, eskiden kemancılık yaptığını, hangi gazinolarda sahne aldığını anlatarak başlıyor sohbete. İlginç bir anısını anlatıyor: “Yıllar önce yurtdışında yapılacak olan bir Roman şenliğine gitmiştik. Orada Roman kültürü ile ilgili araştırma yapan bir hoca ile bir tercüman bizimle ilgilenmişti. Hoca bize yedi tane ayrı Roman dili saydı, bizden çıt yok. İngilizce, Almanca; oradan da ses yok. En son söylediği cümleleri tercüman bize çevirdi: ‘Sizde Türkçeden başka bir dil yok mu, siz Roman olduğunuza emin misiniz?’ Ne yaparsın, ağlanacak halimize gülüyoruz işte.” (ve basıyor kahkahayı) Erdinç ağabey bu konuya da açıklık getiriyor: “Dilimizi biraz da ‘yabancı’ olduğumuzdan kaybetmişiz. Yabancılık çektiğimizden, gelir gelmez ayrımcılık gördüğümüzden… Bize bir kötülük yapılıyorsa ister Türkçe yapılmış ister Romanca, ne fark eder!”

Kimlikler lütfen!
Tüm bu kargaşanın dışında kendime sormadan edemiyorum, bir çocuk için fark eder mi aidiyeti? Çünkü büyümek zor iştir, onca işin arasında kimliğine mi kafa yorar çocuk dediğin?
Gonca Girgin Tohumcu - soL
Kimlik mevzusu temelde bir aidiyet meselesidir. Hiçbirimiz sadece kimlik kartımızda yazdığı kadar değiliz. Donanım zengin ama her bir kimlik unsurunu her zaman aynı anda kullanmayız. Faydacıyız, akışkanız; örneğin İstanbul’da “Herekeliyim” diye ifade edilen bir aidiyet göstergesi Hereke içinde “aşağı” ya da “yukarı Herekeliyim” olarak ayrışabilmekte.
Etnik kimlik ise kimilerine göre doğduğumuzdan itibaren geçerli bir aidiyet aracıyken, kimilerine göre sonradan kazanılan sosyal bir kategori, kimilerine göre belirli koşullar var kimlik bilincinin oluşmasında: Ortak dil, din, inanç, atalar, tarihsel bellek ve gelenekler sistemi gibi. Kimileri der ki, sosyal ya da siyasi manipülasyonun konusu, yapay bir adlandırma.
Lue kimdir?
Tartışmalar devam ediyor ama ben bir antropoloğun 50 yıl önce yazdıklarını, daha fazla önemsiyorum. Michael Moerman, 1960’larda Tayland’da Lue adı verilen bir topluluğun kimlik söylemlerinin keşfi için kolları sıvar. Ancak gözlemlerinde grup aidiyetinin neyi kapsadığını keşfetmenin mümkün olmadığını anlar; dil, kültür, tarih, siyasi örgütlenme, anayurt bilinci gibi ölçütler Lue’ları çevredekilerden ayırt etmeye yetmez. Araştırmasının sonunda, “Lue kimdir” sorusunun cevabını verir: “Lue, kendisinin Lue olduğuna inanan ve Lue olduğunu söyleyen kişidir.” Peki, bu durumda ben şimdi “Lue’yum” dersem Lue olur muyum? Ait hissediyorsam olabilirim ama aidiyet hissini oluşturan koşullardan en başta geleni deneyimdir: Mesela 20 yıl Lue’lar ile yaşasam, kendimi Lue gibi hissetmem mümkün olabilir. Buna karşın, doğma büyüme Lue’lardan olup kimliklendirmemi hiç bu doğrultuda yapmamam da mümkün.
Diğer taraftan günümüzde kimlik meselesi hem bireysel söylemler aracılığıyla stillere atıfta bulunuyor hem de akışkan bir nitelik kazanıyor. Yaşamlar stillere dönüşüyor, stiller halinde ayrışıyor. Balkanlarda Türk olan, Türkiye’de Çingene olabiliyor. Çünkü Türkiye’de, Türklük ayrı bir stil değil ama Çingenelik tümüyle ayrı bir yaşam şekline işaret ediyor. Ya da Türkiye’de kendini Kürt olarak nitelendiren biri Almanya’da Türk’üm diyebiliyor. Yani işin vatandaşlık denen bir boyutu ve bireylerin vatandaşlık statüsü ile ilişkileri de var. Bir çeşit resmi kimlik ve hissi kimlik ikilemi gibi.
Türk denen, ‘Müslümanca konuşan’ Çingene!
Gelelim tarihsel zorunluluklar sonucu benimsenen, ekonomik ve siyasi güç ilişkilerinin dayattığı kimliklere. Geçtiğimiz yıl bilimsel bir toplantı sebebiyle gittiğimiz Berovo’dan (Makedonya) Kosova’ya geçerken yolculuk yaptığımız taksinin sürücüsüne Koçani Çingeneleriyle tanışmak istediğimizi söyleyince, bizi bir mahalleye götürdü. Çingene bir aileydi adresimiz ama oradakilerin deyimiyle Türk bir ailenin evine gittik. Çat kapı, hiç tanımadan, tanışmaya... Aile Çingene ama Türk olarak nitelendiriyorlar. Türkçe konuşuyorlar. Evin yemyeşil bir alana bakan balkonundayız, sohbet koyu. Sıcak havada sohbetimizin yakıtı meyve suyu. Konuşurken bir ara ailenin babası “Müslümanca konuşuruz biz” diyor. Doğal olarak irkiliyorum. Çünkü Türk denilen ve Müslümanca konuştuğunu söyleyen bir Çingene ile tanışıyorum. Bir an aklımdan geçti; acaba yıl 2012 değil de 1970 olsaydı aidiyetinde “Müslümanca” diye bir kavram olacak mıydı, merak ettim ama kendisine sorma cesaretini bulamadım...
Türkiye’de “Çingeneyim” demenin, toplumsal bir utançken nasıl çoğu zaman hayran olunan bir yaşam tarzı haline geldiğini düşündüğümde de benzer yorulmaları yaşıyordum. Çingene kimliği sosyal ve politik elle dönüştürülen en net örneklerden biriydi. Değişimin belirgin görünürlüğü, sanatsal alanda oldu. “Bizim zamanımızda Çingeneyim demek ayıp” derdi anneannem (1950’ler), gazetelerdeki Çingeneler Sulukule dansözleri; 80’lerin sonundan beri değişti, stüdyo ve düğün müzisyenleri, solo icracılar derken küresel pazarın parlatıp parlatıp tükettiği birer ikon oldular. Ve Çingene yok artık, Roman oldular. Önceleri müzisyen, Çingene olduğunu söylemezmiş bir daha iş bulamaz diye, 90’lardan beri Çingene olmayan da Çingeneyim demekte. Keşfedilmiş yetenekleri, özellikleri var artık ve özeniyor birçoğu “keşke Çingene olsaydım, onlar gibi çalabilseydim, oynayabilseydim” ve benzeri cümleler eşliğinde. Küresel ölçekte, Mısırlı “Musicians of the Nile” grubunun Çingene olmayan üyelerinin kendilerini Çingene olarak sunmaları da bunun örneklerinden biri.
Hükümetin 2010 modeli demokratik paketiyle anılan “Roman açılımı”nın günümüzde Roman kimliğine olan farkındalığı artırdığı söyleniyor. Ancak açılımının hemen ardından meydana gelen Manisa’daki Romanlara karşı yapılan linç girişimi gözden kaçmış olmalı ya da geçtiğimiz aylarda Bursa’da yaşananlar... Bu noktada artan farkındalık değil aslında, ayrışma; sosyal yaşamın ayrışması ve farklılaştırmalar. Romanlar arasında gözlemlenen, “Romanım” ifadesinin kullanım sıklığının sebebi de Roman açılımından daha çok Roman olanın fazlasıyla sermayeye dahil olması ve kimlik söyleminin (ağızlara çalınan balın desteğiyle artan) içselleşmesi gibi gözüküyor. Son Demokratikleşme Paketi’nden çıkan “Roman konutları” projesi de açılımın önemli bir hareketi. Anlamaya çalışalım; velev ki her şey yolunda gitti, bu konutlar inşa edildi. Romanları Sulukule’den alıp “Roman konutları”na yerleştirince buna sosyal entegrasyon mu, ayrıştırma mı, yoksa asimilasyon mu demeli? Velev ki Romanlar’ın sosyal statüsünün iyileştirilmesi bu açılımın tek amacı, bu durumda bile konunun politik böbürlenme ve günah çıkarmanın bir malzemesi olarak sunumu alkışlanmalı mı sizce?
Demem o ki, herhangi bir topluluğu farklılaştırmak-ayrıştırmak ve o topluluğa dair farkındalık yaratmak-saygı duymak farklı şeylerdir. İlki bireyi ve emeği her türlü sermayenin hizmetinde kullanan çokkültürcülük aracı, diğeri ise benim doğrudan sosyal devletten talebim! Tüm bu kargaşanın dışında kendime sormadan da edemiyorum, bir çocuk için fark eder mi aidiyeti? Çünkü büyümek zor iştir, onca işin arasında kimliğine mi kafa yorar çocuk dediğin? Zor iştir gerçekten ya, oyuncak sanabilir bir mayını, ekmek almaya giderken komaya girebilir hayatı ya da sokakta koşarken düştüğünde canı yanan küçük bir beden, koyun otlatırken parçalanabilir tamamen.
Ve şu an Haziran’ın gençleri geçti içimden: “Zordur genç olmak özgürlük mücadelesinde aslanlar gibi direnirken” der gibi. Ne büyük ironi; bir taraftan da bir sürü insan din, etnik, ulusal kimlik uğruna birilerini öldürürken; “içimize zerk ettiler bu zehri, başka türlü olamıyoruz ve biz şimdilerde tek tek kocaman yığınlar olarak ölüyoruz” der gibi...

Hiç yorum yok