R KOMPLEKSİ Geçtiğimiz hafta onlarca farklı tehdit videosu izledim. Gazeteci ve sunucu Fatih Portakal’ın “Birileri çıkmış portakal mıd...
R KOMPLEKSİ
Geçtiğimiz hafta onlarca farklı tehdit videosu izledim. Gazeteci ve sunucu Fatih Portakal’ın “Birileri çıkmış portakal mıdır, narenciye midir, haddini bil; haddini bilmezsen bu millet patlatır enseni!” cümlesiyle hedef gösterilmesi üzerine, birtakım erkek grupları, çoğunlukla ellerinde portakallarla cep telefonuna çektikleri videolarda nasıl ense patlatacaklarını, kendisini portakal gibi nasıl sıkacaklarını anlatıyorlardı.
Bunu ilk kez yaşamıyoruz. Geçen çarşamba Fatih Yaşlı yazısında aynı konuya değinip “Rejimin varlığını devam ettirebilmesinin yolu, seçmen tabanını bir tehditle karşı karşıya olunduğuna ve iç ve dış düşmanlara karşı sürekli teyakkuz halinde bulunmak gerektiğine inandırmaktan geçiyor” demişti.
Nerenin vatandaşı olduğu fark etmeden sarı yelekliler, sarı yelek imalatçıları, sarı yelek giyme ihtimali olanların düşman gösterilmesini, soğanın terörist ilan edilmesini düşünün. Rejimin, düşman olarak hedef gösterebileceği şeyler sadece ülkeler, insanlar değil meyve, sebze, kağıt, içecek gibi nesneler de olabiliyor.
Benim bu hususta asıl merak edip üzerine düşündüğüm şey, bu hedef göstermelerin amaca ulaştığı insanların psikolojisi.
Yine geçen hafta bir sokak röportajı izledim. Ekonomik durumun sorulduğu bir vatandaş: “Bana iş aş lazım değil bana silah lazım silah. Bak AKP’ye 2 bin 500 kilometrelik füze yapmış. Amerika kim ya? Çakacaksın Osmanlı tokadını yapışacak yere” diyordu.
İnsanları, bir tehdide karşı direniş adı altında taksidi bitmemiş telefonları kırmaya, soğanları bıçaklamaya, kolaları dökmeye, portakalı soymaya, bu ayazda gömleklerinin üstten 3 düğmesi açık şekilde açık havada video çekmeye yönelten duygu ne?
Neye ihtiyaç duyuyor bu insanlar da televizyondaki tarihi diziyi izlerken kafalarına miğfer yerine makarna süzgeci takıp, ellerine kılıç namına döner bıçağı, kalkan yerine tencere kapağı alıp sandalyeden, minderden atlarına binip naralar atıyorlar?
Kahraman mı olmak istiyorlar? Oysa uzmanlar kahramanlığı bu şekilde tanımlamıyorlar.
Kahramanlığı bazı ekoller şöyle açıklıyor:
1- “Kahramanlığın anahtarı bir kişinin diğer insanların içinde bulunduğu muhtaçlık durumu için endişe duyması, kendi ahlaki değerlerini korumak istemesi, sergileyeceği davranışın bir risk taşıdığını bilmesi ve sonucunda herhangi bir ödül beklememesidir.” (Philip Zimbardo, “What Makes a Hero?,” 2011)
2- “Kahraman ‘The Great 8’ diye adlandırılan 8 özelliği taşımaya eğilimlidir.
Bu özellikler; zeki, güçlü, metanetli, özverili, şefkatli, karizmatik, güvenilir ve ilham verendir. Tabi ki bir kahramanın tüm bu özellikleri birden taşıması olağan dışıdır fakat çoğu kahraman bu özelliklerden birçoğunu taşıma eğilimindedir.” (Scott T. Allison& George R. Goethals, “Our Definition of ‘Hero’” 2011)
3- “Kahramanlık; yardım eden kişinin ölümü ya da yaralanması ile sonuçlanacak bir olay karşısında olmasına rağmen, diğerlerine yardım etme üzerine kurulmuş davranışlardan oluşur.” (Selwyn W. Becker& Alice H. Eagly, “TheHeroism of Womenand Men,” 2004)
O halde rahatça söyleyebiliriz: Bunlar kahraman değil. Bunlar mantık dışı davranışlar sergileyen, ruhsal sağlığında sorun olması muhtemel kompleksli bireyler olabilir mi?
Alfred Adler, “Aşağılık ve üstünlük kompleks”lerinin bireyden başlayıp toplumu şekillendirmeye başladığı aşamada R kompleksini ortaya atıyor.
Toplumun üstünlük ve aşağılık komplekslerinin bileşimiyle oluşan bu ruhsal sorun, üç aşamada ortaya çıkıyor. Önce toplum ve bireyler “Biz, onlar, ötekiler” gruplarına ayrılıyor. İkinci aşamada her grup için ayrı korku ve dehşet kültürü yaratılıyor ve bunun içinde yaşamaya zorlanıyorlar. Bu karşıtlık içinde çatışmalardan bunalan toplum, zalim düşmanlara karşı ilkel bir birlik ve bütünlük kuruyor.
R kompleksine yakalanan kitleler, aslında çatışma ortamını yaratan, ancak sürekli masum ve mağdurluk beyanında bulunan liderle özdeşlik kuruyor. Bunu bir algı mühendisliği ile lider sağlıyor çünkü hayatında ezilmiş, bunalmış, sürekli yenik hisseden bireylere verdiği mesaj “Ben de sizden biriydim. Ama şimdi geldiğim güçlü duruma bakın. Sizin desteğinizle sizin adınıza düşmanlarımıza posta koyacak, canlarına okuyacak hale geldim. Kendimi kurtardıysam sizleri de aynı şekilde kurtarıp, kendim için yarattığım bu düzen ve refaha sizi de dahil edebilecek olan benim.”
Bu algı mühendisliğinde, laf cambazlığıyla kültürel değişim ve gelişmenin yönü geleceğe değil aslında hep geçmişe çevriliyor.
Çoğu lider bu söylemlerini din ile de korumaya alıyor çünkü her dinin geçmişteki güç referansı günümüzden büyük. Söylemlerde Tanrı’dan alınan kutsal görevler dikkat çekmeye başlıyor. Bu söylemleri savunacak bir danışmanlar ordusu ile toplum üzerindeki ikna edicilik besleniyor. Bu kutsal görevden ve gidilen yolun doğruluğundan şüpheye düşenlerle yol ayrılıyor, şüpheciler dışlanıyor, hedef gösteriliyor, birlikte yürünenler ise yüceltilmeye, güçlendirilmeye başlanıyor.
Bu da toplumun kalanına, destek verenlerin de bir gün aynı güce kavuşabileceği mesajını vermeye yarıyor.
Kendi çıkarımlarımı anlatmadım, Adlerian psikolojiye dair kaynaklarda farklı cümleler ile aynı tespitlere ulaşabilirsiniz. Bu, bize çok tanıdık gelen durumun en azından sadece bizim başımıza gelen bir hal olmadığını fark edebiliriz. Üzerine tezler yazılmış bir stratejiden bahsediyoruz.
Bu, algı mühendisliği sonucu ortaya çıkan, kültürel yozlaşmanın, eğitim sistemi başarısızlığının, geçmiş siyasi tarihin, bireysel ve toplumsal kaybedişlerin tamamının birikimini yöneterek bilinçli yaratılan bir toplumsal ruh hastalığı: R kompleksi.
Dünyaya ne ekonomik ne de kültürel anlamda damga vuramayan bir milletin, günlük yaşamında da gerçek zaferler kazanamayan bireylerinin, milli tarih adı altındaki lirik hikayeler ile büyüyen çocuklarının, modern zamanların göbeğinde yeniden gürz, top, tokat, kılıç, kalkan özlemi yaşaması belki de bundan.
Kompleksi aşamadıkça birilerine ayar verip, düşmana diş gösterip, tokadı çakarak “var” hissetmeye çalışıyorlar.
Bundan 20 sene önce, bir Türkiyeli müzisyen, tiyatrocu, sinemacı, sporcu uluslararası arenada ses getirecek bir başarı ortaya koyduğunda, bu gerçek bir zafer olarak kutlanır, tüm ana akım haberlerde defalarca altı çizilir, devlet kurumlarınca çeşitli şekillerde ödüllendirilirdi.
Şu an böyle haberler ile coşmuyor olmamız da bir tesadüf değil.
Geçen hafta pek de dikkat çekmeyen bir haber vardı:
“Cumhurbaşkanlığı, dev araç filosuna rağmen 30 araçlık yeni personel taşıma ihalesi açarken Ankara Devlet Opera ve Balesinde 250 sanatçı ve çalışanın kullandığı 19 servis aracının sözleşmesi iptal edildi.”
Aslında hepsi “puzzle”ın bir parçası. Kültür yozlaştıkça kutuplaşma keskinleşir, iletişim geriler, medeniyetten uzaklaşılır, düşman ilan etmek kolaylaşır. İnandırıcılık efor gerektirmez.
Bu “biz, onlar ve ötekiler” kutuplaşmasında birleşemediğimiz konuların sayısı her geçen gün artıyor. Şiddete uğrayan bir papağanın ölümüne üzülenler, buna üzülmeyi küçümseyenler, üzülenleri “Buna üzülüp başka şeylere üzülmemek”le suçlayanlar ve bu suçlamayı yapanları sıkıcı bulanlar olarak bile ayrışıyoruz.
Kendimize hızla kültürel, ahlaki, etik, tartışılmaz savunma mevzileri edinmeliyiz. Her ne sebeple olursa olsun, insana, kadına, çocuğa, hayvana yani savunmasız bir canlıya şiddet suçtur. Taciz ve tecavüz suçtur. Tehdit kimden ve kime gelirse gelsin suçtur. Yaşam hakkı esastır. Düşünce özgürlüğü insani bir haktır. Basın özgür olmak zorundadır. Kültürel tüm faaliyetler haktır, kısıtlanamaz. Sanat önemlidir, medeniyetin temel taşlarındandır.
En azından bu başlıklar altında detaylara takılmadan, söylemlerin altında buzağı aramadan, nüanslarda boğulmadan bir arada durabilmeliyiz.
Tüm bu komplekslerden azade başarılar ortaya koyup bunları sesli şekilde takdir edebilmeliyiz.
Bu geçmişten beslenen, dinle sarmalanan, şiddetle korunan gücün karşısında kültürel bir güç olarak çıkabilmeliyiz.
Dünyanın, Erik Dalı oynayan robotumuzdan, TÜBİTAK ödüllü hoşafımızdan haberi olmayacak. Ama dünya; Körfez, Kelebekler gibi filmlerin uluslararası festivallerden aldığı ödülleri duyacak. Bir sporcumuzun altın madalyasını görecek.
Övgülerimizi esirgemeden, gerçek zaferleri parlatmalı, kendi gücümüzün kendimiz de farkında olabilmek adına keskin kenarlarımızı törpülemeliyiz.
İçinde yaşadığımız toplumda, iyi bir tecrübeyi 1 kişi ile kötü bir tecrübeyi ise 27 kişiyle paylaşıyormuşuz. Oranımız 1/27
Kültür-sanata dayalı her kaybedişi, her kötü tecrübeyi bunca paylaştığımızda R kompleksine cila çekiyoruz. Bu algı mühendisliğinin ekmeğine bal sürüyoruz.
Kazanım sayabileceğimiz her başarıyı, bu istatistiği tersine çevirircesine büyütmeyi, yaymayı öneriyorum.
Sıradan görünen ama günümüzde gözlerimi dolduran bir haberden alıntım var. 2011 yılının Hürriyet’inden alelade bir haber:
“90 bin seyirci ile 2002 yılından beri eni iyi sayıya ulaşan Ankara Devlet Opera ve Balesinin bu başarısını, eserlerin birçok kitleye hitap etmesi olarak açıklayan Genel Müdür Erdoğan Davran, sanatçının en önemli besininin alkış olduğunu söyledi.”
Bu hafta herkesi, şehrindeki bir özel tiyatroyu izlemeye çağırıyorum.
Yeni çıkan yerli yazarların kitapları hakkındaki yorumlarımızı paylaşmaya, sportif müsabakalarda, rakibi tebrik kültürünü yeniden yeşertmeye davet ediyorum.
Medeniyet son kozumuz.
Rest diyorum.
İyi pazarlar... (AYŞEN ŞAHİN - EVRENSEL)
Hiç yorum yok