Sosyalizmden vazgeçerek sosyalizme kucak açmak ya da "Taşlaşan Marksizm" üzerine notlar... (1)

Ulaş Bager Aldemir 29 Ekim 2017 tarihli Birikim dergisinde yayınlanan ‘Karl Korsch ve Marksizmi Yeniden Düşünmek’ başlıklı yazısında; "Belli bir süre için düşüncenin sabit yönelim nesnesi olarak taşlaşan semavi anlatıların başına gelen şey Marksizmin de başına geldi"(1) demişti. Bu cümle bizi üzerinde epeydir kafa yorduğumuz bir sorunsala kısa bir aradan sonra tekrar dönmeye zorladı.

Yazarın o cümlesinde altını çizdiği “Taşlaşan semavi anlatılar”dan kastı büyük ölçüde “dinler” olsa gerekti. Bu noktada biz, neden-sonuç bağlamında daha çok Marksizmin “semavileşme”si üzerinde durulmasının daha doğru olacağını düşünüyoruz. Çünkü Marksizmin taşlaşması için önce bir din haline dönüşmüş olması gerekmektedir. Peki gerçekten durum böyle midir? Yani Marksizm artık bir din haline mi gelmiştir. Bize göre öncelik hakkı bu sorunundur.

Gün Zileli 5 Temmuz 2019 günü yayınladığı ‘Teori Daima Pratiğin Gerisinde Kalır!’ başlıklı yazısının bir yerinde şöyle diyor:

“1905 Rus Devrimi’nin önce ve sırasında “Sovyet”lere ya da ona benzer bir şeye ilişkin bir teorik saptama ya da öneri yoktu. Geçmişte yaşanan Paris Komünü pratiği bile kitlelerin kendiliğinden örgütlenmesinin organları olan komün ya da konsey veya Sovyet gibi örgütlenmelerin teorileştirmesini sağlayamamıştı. Anarşistlerin “özgür komünler” gibi önerileri vardı ama onlar da bu önerilerini pek somutlayamamışlardı doğrusu. Derken 1905 Devrimi patlak verdi. İşçiler dayanışma ağlarını geliştirmek için ortaya Sovyet (konsey) gibi bir örgütlenme attılar. Volin, Bilinmeyen Devrim (çev: Erdem Akbulut, Ayrıntı, 2017) adlı kitabında ilk Sovyet fikrinin kendi evinde toplanan kırk kadar işçinin arasında nasıl doğduğunu anlatır. Sovyet örgütlenmesini işçiler icat etmiş ve pratiğe koymuş ve bu örgütlenme işçilerin acil örgütlenme ihtiyacına cevap verdiğinden bir orman yangını gibi yayılmış, her yerden pıtırak gibi işçi Sovyetleri doğmuştur. Başta Bolşevikler olmak üzere bütün sosyal demokrat hizipler ve diğer solcu partiler teoride yeri olmayan bu kendiliğinden işçi örgütlenmesine başından itibaren kuşkuyla bakmış, hatta kendi parti örgütlenmelerinin zararına bir gelişme olarak değerlendirmişlerdir. Ne var ki somut olguları kavramakta usta olan Lenin sonunda durumun farkına varmış ve kendi uyuşuk parti hücrelerini “odalarını havalandırmaya” ve Sovyet gibi yeni gelişmeleri kavramaya davet etmiştir.”(2)

Zileli sözünü ettiğimiz yazısının bütününde teori – pratik ilişkisini ele alırken kabaca, mücadele süreçleri içerisinde pratiğin daima önde gittiğini, teorininse bu önde gidişin arkasında yine kendi deyimiyle nefes nefese kaldığının altını çiziyor. Hatta biraz daha ileri giderek teorinin pratiği kendi çarpık yapısı içerisinde hapsetmeye çalıştığını ve bu durumun devamlı tekrarlandığını ileri sürüyor. Zileli bunları derken dayanak noktası olarak yazısında yer alan ve az önce alıntıladığımız “örnekleme” cümleleri kuruyor.

Alıntıdaki cümleler hiç kuşkusuz ilginç ve önemlidir. Özellikle 1905 Rus Devrimi sürecinde ve Paris Komünü tecrübesinde ortaya çıkan “Sovyet” ve “komün” tipi örgütlenme biçimlerinin aslında “teorisi olmayan pratikler” biçiminde ele alınmış olmaları çok daha önemli ve ilginçtir. Bu yaklaşıma katıldığımızı belirtmek istiyoruz. Evet, aynen yazarın dediği gibi ne Paris Komünü’nün, ne de “Sovyet” tipi örgütlenme modelinin herhangi bir teorisi yoktu. 1905 süreci sırasında bir işçi grubunun örgütlenmedeki acil sorunların aşılması amacıyla teoride boğulmadan hayata geçirdikleri bir pratik olan Sovyet, aslında bizim “teorisi olmayan pratikler” diyerek işaret ettiğimiz ve bu yanıyla çok önemli bir model olarak toplumsal mücadeleler tarihinde yerini almıştır.

Buraya kadar anlatmaya çalıştıklarımızdan sonra yazımızın başında sorduğumuz soruyu; “Marksizm artık bir din haline mi gelmiştir” sorusunu, “teorisi olmayan pratikler” olgusuyla ilişkilendirmenin sorumuza bir cevap bulma noktasında ufuk açacağını düşünüyoruz.   

Bu sorunun cevabını  Karl Korsch’un On Tez’i belki de veriyor. “Korsch, Marksizmin, toplumsal kurtuluş ve sosyal devrim çabasının objektif rotasını işaret edecek bir teori olarak tümden sahiplenilmesinin gerici bir tavır olduğunu ve bunu artık tartışmanın bile anlamsız olduğunu söylüyor öncelikle (I. ve II. Tez). Korsch’a göre o günün temel sorunu Marksizmin tekelci tavrını kırmaktır (IV. Tez)”(3)

Biz bu noktada yeniden yazımızın başına dönüyor ve Zileli’nin ‘Teori Daima Pratiğin Gerisinde Kalır!’ başlıklı yazısını da unutmadan peş peşe şu soruları sormak istiyoruz: “Sovyet” tipi örgütlenmenin, Paris Komünü’nün bir teorisi var mıydı? Ya da ve bu soruya bağlı olarak,  Ekim Devrimi’nin (evet onun bile) bir teorisi var mıydı? Örneğin “Nisan Tezleri” basbayağı anlık bir ihtiyaç nedeniyle ortaya çıkmadı mı? Önceden yapılmış bir hazırlığı ya da bir öngörüyü kapsıyor muydu? Lenin Marksizm için bir şans olarak görülüyorsa bu görme biçimi Marksizmin güncelliğinin sorgulanmasını gerektirmez mi? Marksizm, kendi tarihsel süreci içerisinde neden sık sık “yeniden yorumlanma” gerçekliğinin ana durağı olmaktadır. Neden  “Marksizmi rehber edinmiş politik hareketlerin zafer kazandığı yerlerde teori çölleşmiş, fakat Marksizmin muhalif olanın sözü olduğu yerlerde teori serpilip gelişmiştir”(4) Leninizm süreç içerisinde neden devrimci bir fonksiyon olma durumundan giderek rejimi korumanın temel silahı haline gelmiştir?

Kuşkusuz bu sorulara daha yüzlercesi eklenebilir. Biz hemen çok yakınımızdan bir örneğe, Gezi Direnişi” sürecine bakarak bile yeni yeni sorular üretebiliriz.

Gezi Direnişi’nin artık ve herkes tarafından en çok bilinen yanları kendiliğindenciliği, örgütsüzlüğü, öncüsüzlüğü ve teorisizliğiydi. 4 Nisan 2014 tarihli “Gezinin Seçimi: İsyankar ama Örgütsüz” başlıklı yazısında Özcan Özen bu direnişe ilişkin olarak; “Gezi herhangi bir önderliğin altına girmediği gibi herhangi bir önderlik de Gezi'yi örgütlemeye niyetlenmedi”(5) demişti. Bu cümle Gezi Direnişi’nin en iyi anlatan cümlelerden biridir bize göre. Gezi Direnişi belki de en çok bu özelliği nedeniyle etkili olmuştur. Direniş aynı zamanda bizim yukarıda kullandığımız “teorisiz pratikler” durumunun somut bir örneğidir.

Gezi Direnişi bu anlamda bize devrimci teori olmadan devrimci pratik olur mu sorusunu sordurabilir mi? Evet sordurabilir. Solda neredeyse bir kült haline getirilmiş olan bu sorunun cevabını Paris Komünü, 1905 Rus Devrimi ve Gezi Direnişi vermiştir zaten. Gezi Direnişi’nin başarısızlığını ve kısa sayılabilecek bir süre içerisinde sönümlenmesini, direnişin öncüsüzlüğüne ve dolayısıyla da teorisizliğine bağlayanlar bize göre bu anlamda fena yanılmaktadırlar. Gezi Direnişi’nin sönümlenmesinin nedeni öncüsüzlüğü ve teorisizliği değil, sürece doğru zamanlarda doğru bir biçimde müdahalesizliktir.

Gezi Direnişi süreci, bu yazımızda sözü edilen ve 1905 devrimi sırasında bir avuç işçinin adeta icat ettiği ve o ana kadar teorinin önceden hiçbir biçimde öngöremediği ve aklına bile getirmediği hatta icadından itibaren uzunca bir süre kuşkuyla baktığı “Sovyet” örgütlenme müdahalesinin yanından bile geçemediği için başarısız olmuş ve sönümlenmiştir. Hiç kuşkusuz burada söz konusu edilmeye çalışılan şey, “keşke Sovyet tipi bir örgütlenme olsaydı” biçiminde tanımlanabilecek bir bakış açısı değil, doğru zamanda doğru bir biçimde müdahale etmenin nasıl olması gerektiğidir. 1905 devrimcileri sovyeti icat etmişlerdi ama Gezi Direnişçileri herhangi bir şey icat edemediler. Edemedikleri için de yenildiler. 

Bu yazıyı, meseleye devam edeceğimizi söyleyerek, Ulaş Bager Aldemir ‘Karl Korsch ve Marksizmi Yeniden Düşünmek’ başlıklı yazısının son paragrafıyla bitirelim:

“Reel sosyalist tiranlığın artık ortalarda olmadığı günümüz dünyasında, Marksizmi irdeleme çabası muhalif olma şanını yeniden kazanmıştır. Nasıl ki Marx sonrası hiçbir şey artık eskisi gibi değilse, Duvar’ın çöküşünden sonraki dünyada da Marksizm artık eskisi gibi olamaz. Korsch’un da belirttiği gibi, yapılması gereken şey sosyalist birikimin bütünlüğü içerisinde Marx’ı anlamaktır. Günümüzde sol duyarlılık belki de hiç olmadığı kadar ve gezegenlerarası bir ihtiyaçtır. Edgar Morin’in de vurguladığı gibi solun eşitlik, özgürlük ve adalet şeklinde özetlenebilecek üç etiko-politik köküne bugün ekolojik bir kök ekmek gerekmektedir. Marksizm ise tüm handikaplarına ve materyalist dogmatizmine rağmen, devrimin nesnel koşullarını irdelemeye çalışan gerçekçi bir ütopizmi talep etmesi bağlamında hâlâ günceldir”(6) (HAYRİ GÜNEL)

KAYNAKÇA:

(1) Karl Korsch ve Marksizmi Yeniden Düşünmek – Ulaş Bager Aldemir – Birikim, 29 Ekim 2017
(2) Teori Daima Pratiğin Gerisinde Kalır! – Gün Zileli – gunzileli.com, 5 Temmuz 2019
(3) Karl Korsch ve Marksizmi Yeniden Düşünmek – Ulaş Bager Aldemir – Birikim, 29 Ekim 2017
(4) Karl Korsch ve Marksizmi Yeniden Düşünmek – Ulaş Bager Aldemir – Birikim, 29 Ekim 2017
(5) Gezinin Seçimi: İsyankar ama Örgütsüz – Özcan Özen – Gazete Demokrat, 4 Nisan 2014
(6) Karl Korsch ve Marksizmi Yeniden Düşünmek – Ulaş Bager Aldemir – Birikim, 29 Ekim 2017

Sosyalizmden vazgeçerek sosyalizme kucak açmak ya da "Taşlaşan Marksizm" üzerine notlar... (2)

Başa dönelim biraz da, / Hep başa döneriz; / Belki bir çay bardağına, / Sıcaklığa, tutuşa, dokunmaya. / Ne güzel anımsarız geçmişi, / Kendi yalanımızla (METİN ALTIOK)

10 Temmuz 2019 tarihinde Gazete Demokrat’ta yayınlanan “Sosyalizmden vazgeçerek sosyalizme kucak açmak ya da "Taşlaşan Marksizm" üzerine notlar...” başlıklı yazımızda, bize göre solun en büyük kültlerinden biri olan “devrimci teori olmadan devrimci pratik olmaz” tezinin karşısına “teorisiz pratik” tezini koymaya çalışmış ve konuya devam edeceğimizi belirterek Marksizmin taşlaşması meselesini ele almıştık. Kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Gelenek dergisinin Mart 1990 tarihli 29. Sayısında yayınlanan Can Ali Taner imzalı “Devrimci Teori ve Devrimci Eylem: Şefik Hüsnü Solculuğunun Anatomisine Doğru” başlıklı yazının bir yerinde şu cümleleri okuyoruz:

“Teorisiz pratik olmuyor, doğru ama, sadece teoriyle de pratik olmuyor ve daha önemlisi pratik olmadan da teori oluşmuyor. Hatta pratik teorinin önünde geliyor. Dolayısıyla da bütün çalışmaların içinde, politik çalışma önde geliyor. Çünkü teori-pratik ilişkileri alanında pratik daha bağımsız bir nitelik taşıyor. Bu bakımdan entellektüel devrimcilerimiz “teori pratiktir” derken, daha çok “teorisizm politikacılıktır” demek istiyor ve el çabukluğuyla pratiği, politikayı yok ediyorlar. Politika yapan devrimci ise dar pratikçi olarak suçlanıyor”(1)

Bu alıntıyı, bizim “Sosyalizmden vazgeçerek sosyalizme kucak açmak ya da "Taşlaşan Marksizm" üzerine notlar...” başlıklı yazımızda öne sürdüğümüz “teorisiz pratik” ve “taşlaşan Marksizm” meselesine epeyce yakınlığı nedeniyle yazımıza koyduk. Özellikle de; “pratik olmadan da teori oluşmuyor. Hatta pratik teorinin önünde geliyor. Dolayısıyla da bütün çalışmaların içinde, politik çalışma önde geliyor” tespiti, alıntının yazarı kadar bizim için de önem taşıyor. Çünkü bu cümlelerin dünya ölçeğinde olduğu kadar Türkiye solunda da öne çıkan bir donuklaşma durumunu, bir taşlaşmayı özetleyen cümleler olduğunu, hatta bu ikisinin belki de asal kaynağını işaret ettiğini görebiliyoruz. Yazarın altını çizdiği “pratik olmadan teori oluşmuyor” durumu bize bu görmeyi sağlıyor. Burada dikkat kesilmemiz gereken sivri uç, pratik olmadan teorinin de olmayacağı durumudur. Biz bu cümleden hiç kuşkusuz teoriyi yapanın aslında pratik olduğu gerçekliğini de okuyabiliyoruz. Bu bakımdan, bugün örneğin bir Paris Komünü, bir 1905 Rus Devrimi, bir Gezi Direnişi hakkında birçok şey yazıp çizebiliyor ve söyleyebiliyorsak bize sağlanan bu özgürce üretimin son tahlilde rahatlıkla pratiğin eseri olduğuna vurgu yapabiliyoruz. Çünkü yazarın da belirttiği gibi pratik bağımsızdır ve bağımsız olduğu için de yaratıcı ve enerjiktir. Yine bize göre teorinin her zaman pratiğin arkasından üstelik de nefes nefese koşuyor olması işte buradan kaynaklanıyor. Tam da burada, Mahir Çayan’ın genellikle ve uzunca bir süre “kalem efendisi” olarak anıldığını hatırlatmak istiyoruz.

Yazarın, yukarıya koyduğumuz alıntıdaki cümleleri pratikçileri suçlayanları kast ederek hemen sonra şöyle devam ediyor:

“Günlük eylemi, eylem planlarını, somut teoriyi, taktik sloganları küçümsemeye çalışıyorlar. “Slogan devrimciliği” suçlamasını bunlar dillerinden düşürmezler. günlük eylemi, eylem planlarını, somut teoriyi, taktik sloganları küçümsemeye çalışıyorlar. “Slogan devrimciliği” suçlamasını bunlar dillerinden düşürmezler. Bunlar devrimin sözle, yazmacılıkla, “refleksiyon”la yapılacağını zannediyorlar”(2)

Bu alıntıda dikkat edilmesi gereken sivri uç “Bunlar devrimin sözle, yazmacılıkla, “refleksiyon”la yapılacağını zannediyorlar” cümlesidir. Yazar burada kısaca lafazanlıkla devrimin gerçekleşmeyeceğini söylüyor. Bu anlamda yazarın yazısındaki son cümleleri de epeyce ilginç. Şunları söyleyerek bitiriyor:

“Devrimci örgüt pratik, politik çalışmayı en önde gören, esasta politik bir örgüttür. O bir tartışma kulübü olmadığı gibi, bilim enstitülerinden de farklı yapıda bir örgütlenmedir”(3)

Bu cümleler için herhangi bir ekleme ya da bir yorum gerekmiyor diye düşünüyoruz. Ama meseleyle ilgili konuşmaya devam etmek elbette ki gerekiyor.

Bu yüzden, “Sosyalizmden vazgeçerek sosyalizme kucak açmak ya da "Taşlaşan Marksizm" üzerine notlar...” başlıklı yazımızda öne sürdüğümüz o sorularımıza dönüyoruz tekrar. Şunları sormuşuz sorular daha da çoğaltılabilir diyerek:

"“Sovyet” tipi örgütlenmenin, Paris Komünü’nün bir teorisi var mıydı? Ya da ve bu soruya bağlı olarak,  Ekim Devrimi’nin (evet onun bile) bir teorisi var mıydı? Örneğin “Nisan Tezleri” basbayağı anlık bir ihtiyaç nedeniyle ortaya çıkmadı mı? Önceden yapılmış bir hazırlığı ya da bir öngörüyü kapsıyor muydu? Lenin Marksizm için bir şans olarak görülüyorsa bu görme biçimi Marksizmin güncelliğinin sorgulanmasını gerektirmez mi? Marksizm, kendi tarihsel süreci içerisinde neden sık sık “yeniden yorumlanma” gerçekliğinin ana durağı olmaktadır. Neden  “Marksizmi rehber edinmiş politik hareketlerin zafer kazandığı yerlerde teori çölleşmiş, fakat Marksizmin muhalif olanın sözü olduğu yerlerde teori serpilip gelişmiştir”? Leninizm süreç içerisinde neden devrimci bir fonksiyon olma durumundan giderek rejimi korumanın temel silahı haline gelmiştir?"

Yazımızı bitirirken bu sorulara yenilerini ekliyoruz ve örneğin Paris Komünü'nün, 1905 Rus Devrimi'nin ve Gezi'nin teorisi yapılabildi mi? diyoruz. Ya da yakın tarihimize dönecek olursak, bir Kızıldere'nin, bir Tariş Direnişi'nin neden sadece edebiyatı yapıldı, anıları kağıda döküldü de teorisi hala yok diyoruz. Biraz daha cesaretli olmak ve ileri gitmek istiyor ve THKO ile THKP-C hangi teoriye yaslanmışlardı, bilen varsa açıklasın diyoruz.

Meseleye elbette devam edeceğiz. Etmemiz ve etmeniz gerekiyor. Sosyalizm ve devrim inkar etmeden, cıvıklaşmadan ve revizyon şarkılarından uzak durarak yeni şeyler duymak istiyor çünkü. (HAYRİ GÜNEL)

KAYNAKÇA:

(1) Devrimci Teori ve Devrimci Eylem: Şefik Hüsnü Solculuğunun Anatomisine Doğru - Can Ali Taner - Gelenek dergisi, Mart 1990, sayı 29
(2) Devrimci Teori ve Devrimci Eylem: Şefik Hüsnü Solculuğunun Anatomisine Doğru - Can Ali Taner - Gelenek dergisi, Mart 1990, sayı 29
(3) Devrimci Teori ve Devrimci Eylem: Şefik Hüsnü Solculuğunun Anatomisine Doğru - Can Ali Taner - Gelenek dergisi, Mart 1990, sayı 29
Daha yeni Daha eski