HIDE

GAZETE DEMOKRAT / EKONOMİ

GRID_STYLE

SON HAVADİS

SHOW_BLOG

Dağılan Osmanlı’da Parçalanan İşçi Sınıfı (1 - 2)

Yunan, Bulgar, Türk ve Ermeni işçi sınıfı ortak köklere ve anılara sahiptir. Bizler Türkiye işçi sınıfının tarihi köklerini ararken, nasıl k...


Yunan, Bulgar, Türk ve Ermeni işçi sınıfı ortak köklere ve anılara sahiptir. Bizler Türkiye işçi sınıfının tarihi köklerini ararken, nasıl ki Osmanlı’daki işçi sınıfına ve hareketine uzanıyorsak; Bulgar, Yunan, Makedon ve Ermeni sosyalistleri ve işçileri de kaçınılmaz olarak aynı kökene dönüp bakıyorlar. Bu ortak kök, işçi enternasyonalizmi açısından son derece önemlidir. Türkiye işçi sınıfının tarihi, belirli ölçülerde aynı zamanda Balkan işçi sınıfının da tarihidir. Türkiye’de işçi sınıfı ve işçi hareketi incelenirken, bu ortak tarihin üzerinden asla atlanılamaz...

1.Bölüm

1960’ların başına kadar Türkiye’de işçi sınıfı, toplumsal bir sınıf olarak varlığını ortaya koyamamıştır. Bu durum, aynı dönemin ikinci yarısında sosyalist hareket içindeki tartışmaların şekillenmesinde son derece etkili olmuştur. Türkiye’de devrim, niteliği ve devrimin öncü gücünün kim olacağı tartışılırken, meselâ küçük-burjuva sosyalist kesimler, dikkate değer bir işçi sınıfı olmadığını söyleyerek asker-sivil bürokratik kesimlerden “zinde güçler” devşirmeye girişmişlerdir. Gözlerinin önünde yüz binlerle ifade edilen bir işçi sınıfı olmasına, işçi hareketi gelişip güçlenmesine, Türkiye İşçi Partisi ve daha sonra da DİSK kurulmasına rağmen, bunlar devrimin öncülüğünü işçi sınıfına vermek istememişlerdir. Kuşkusuz bu küçük-burjuva düşüncenin oluşmasında etkili birçok etmen vardır. Lakin o güne değin, geçmişten başlayarak gürül gürül gelen bir işçi sınıfı ve hareketi olmaması, bu tür görüşlerin rahatlıkla kendine zemin bulmasına neden olmuştur. İşte bu durum, bizi, 1960’lara kadar neden Türkiye’de işçi hareketinin gelişmediği sorusuna götürmektedir.

Hiç kuşkusuz işçi hareketinin 1960’lara kadar kendini dışa vuramamasında, Cumhuriyetin kuruluşundan başlayarak baskı ve yasakların kritik bir rolü vardır. Zira bu topraklarda işçi sınıfı, oluşum sürecinden başlayarak baskı ve yasaklarla karşı karşıya gelmiş, daha da önemlisi büyük çalkantı süreçlerinden geçerek parçalanmıştır. Dağılan Osmanlı’da işçi sınıfı parçalanmış ve Türkiye sınırlarında son derece cılız, bilinç ve örgütlülük düzeyi geri bir işçi kitlesi kalmıştır. Esas ve belirleyici etmen budur.

Burada önemli bir hususun altını kalınca çizmek lazım: Osmanlı’da olduğu kadarıyla işçi sınıfı asla tek uluslu ve tek dilli olmamış, kozmopolit bir karakter taşımıştır. Osmanlı’da işçi sınıfı Türk, Rum/Yunan, Yahudi, Bulgar, Ermeni, Arnavut, Sırp ve Arap vb. işçilerden oluşmaktaydı. Kapitalist ilişkilerin nispeten geliştiği Selanik, Üsküp, İstanbul, İzmir, Edirne ve Bursa gibi kentler, aynı zamanda gayrimüslim halkların ve işçilerin yoğun olarak yaşadığı kentlerdi. 1908’de II. Meşrutiyetin ilanıyla başlayan ve iki buçuk ay boyunca sürüp giden grevlerin yoğunlaştığı merkezler buralardır; Yahudi, Rum, Bulgar, Sırp ve Türk işçiler bu grevleri birlikte gerçekleştirmişlerdir. Osmanlı’da ilk 1 Mayıs 1909’da Selanik ve Üsküp’te Yahudi, Rum, Bulgar, Türk ve Sırp işçiler tarafından birlikte kutlanmıştır. Başı çekenler ise esas olarak gayrimüslim işçilerdir.

Görüleceği üzere Yunan, Bulgar, Türk ve Ermeni işçi sınıfı ortak köklere ve anılara sahiptir. Bizler Türkiye işçi sınıfının tarihi köklerini ararken, nasıl ki Osmanlı’daki işçi sınıfına ve hareketine uzanıyorsak; Bulgar, Yunan, Makedon ve Ermeni sosyalistleri ve işçileri de kaçınılmaz olarak aynı kökene dönüp bakıyorlar. Bu ortak kök, işçi enternasyonalizmi açısından son derece önemlidir. Türkiye işçi sınıfının tarihi, belirli ölçülerde aynı zamanda Balkan işçi sınıfının da tarihidir. Türkiye’de işçi sınıfı ve işçi hareketi incelenirken, bu ortak tarihin üzerinden asla atlanılamaz.

1912’deki Balkan ve onu izleyen Birinci Dünya Savaşıyla Selanik ve Üsküp dâhil Balkanlar’ın Osmanlı’dan kopması, Ermeni kırımı ve tehcir, 1923’te Türkiye ile Yunanistan arasındaki nüfus mübadelesi, çok uluslu ve çok dilli işçi sınıfının kozmopolit yapısının parçalanmasına yol açtı. Toplumun kültürlü, zanaat erbabı, nitelikli emek gücünü oluşturan gayrimüslimlerin sürülmesiyle; uzun bir savaştan çıkan, ekonomik olarak geri, sanayi altyapısı zayıf, gelişmiş emek gücünden yoksun ve köylülüğe dayalı Türkiye, her yönden fakirleşti. Meselâ mübadele üzerine Mecliste bir konuşma yapan Celal Bayar’ın “Efendiler gelenlerin ekseriyeti azamisi köylüdür, gidenlerin ekseriyeti azamisi şehirlidir” demesi son derece çarpıcıdır. İstanbul’un 1914’te bir milyon olan nüfusunun, savaştan sonra ilk sayımın yapıldığı 1927’de yaklaşık 700 bine düşmüş olması, gerçekleşen köklü değişimi gözler önüne sermektedir. Üstelik Balkanlar’dan ve Kafkaslar’dan gelen Müslüman nüfusun bir kısmının İstanbul’a yerleşmesi de buna dâhildir. İstanbul ve İzmir başta olmak üzere Osmanlı işçi sınıfının en gelişmiş ve örgütlü kesimlerini oluşturan gayrimüslim işçilerin tehcirinden sonra, geriye kalan Türkiye işçi sınıfı, gerek sayısal gerekse sınıfsal gelenek/bilinç bakımından zayıflamış, büyük ölçüde örgütsüz, burjuvazinin ilkel sermaye birikim sürecinin ağır sömürü koşullarıyla baş başa kalmıştır. Büyük altüst oluşlardan geçen, parçalanan ve uzun yıllar boyunca baskı altına alınan işçi sınıfının bu koşulları, hiç kuşkusuz ki işçi hareketinin gelişim çizgisini belirlemiş ve bugünkü durumun oluşması üzerinde de etkili olmuştur.

Osmanlı’da işçi sınıfının gelişimi ve ilk tepkiler

Osmanlı’da işçi sınıfının oluşumunu ve işçi hareketini değerlendirirken, Osmanlı’nın Avrupa ülkelerinden farklı bir ekonomik/toplumsal gelişim çizgisine sahip olduğunu akıldan çıkarmamak geriyor. Bu konuda kalem oynatanların ekseriyeti, Osmanlı’yı feodal üretim ilişkileri temelinde değerlendirmekte, dolayısıyla işçi sınıfının oluşum sürecini ve işçi hareketini de Avrupa benzeri kalıplar üzerinden anlamaya çalışmaktadırlar. Oysa Osmanlı, sivil toplum alanının oluşmasına izin vermeyen Asyatik despotizmin hüküm sürdüğü bir ülkedir. Bu nedenle kapitalist üretim ilişkileri iç dinamiklerle gelişmemiş, kapitalist gelişmenin gecikmesi işçi sınıfının oluşumunu da geciktirmiş, toplumsal dönüşüm ve işçileşme süreci oldukça sancılı olmuştur. Çok dilli, çok inançlı ve çokuluslu olan işçi sınıfını tek bir bayrak altında toplayacak ve gücünü merkezileştirecek nitelikte örgütlenmelerin olmaması ise, işçi sınıfının güçlü bir şekilde varlığını ortaya koymasının önüne geçmiştir.

Mehmet Sinan’ın belirttiği gibi, 19. yüzyılın başında Osmanlı bürokrasisinin tepeden giriştiği reformlar, ne iç dinamiklerin ne de burjuva perspektifin bir sonucuydu. Bu reformların amacı, esas olarak dış güçler karşısında Osmanlı’yı ayakta tutma ve bürokratik yapının merkeziliğini sağlamaya dönüktü. Lakin devletlû sınıfın var oluş koşullarının bizzat kendisi, dönüp bu reform sürecini baltalamakta ve kapitalist ilişkilerin gelişmesini engellemekteydi. Bu nedenle, “Osmanlı’da, Batı’daki gibi bir kapitalistleşme sürecinin yaşanması, yani ticaret temelinde bir servet birikiminin oluşması ve bu temel üzerinde özerk bir müteşebbis sınıfın gelişip güçlenerek kapitalist üretim ilişkilerini yaygınlaştırması, Müslüman-Türk nüfus bakımından 19. yüzyılın sonuna kadar görülmüş bir olay değildir. Bu söylediğimizin tek istisnası, Balkanlar’daki gayrimüslim azınlıkların 19. yüzyılın sonlarına doğru başlattığı girişimler olabilir.”[1]

Osmanlı’nın kapitalistleşen Batılı ülkeler karşısında gerilemesinin ve art arda aldığı yenilgilerin bir sonucu olarak kapitalist ilişkiler, dışarıdan adeta sızma biçiminde ülkeye giriş yapmıştır. 1838’de İngiltere ile yapılan ticaret anlaşması (Baltalimanı Anlaşması), kapitalist ilişkilerin ülkeye girmesinde son derece etkili olmuştur. Bu anlaşmayla, iç pazarda malların alınıp satılmasında oluşturulan tekel kaldırılıyor, Osmanlı pazarı İngiliz mallarına açılıyor, yabancı tüccarlara yerli tüccarların sahip olduğu haklar tanınıyordu. Nitekim 1839 Tanzimat Fermanı’yla, özel mülkiyet güvence altına alınarak bu anlaşmadaki hususlara hukuksal bir temel kazandırıldı. Söz konusu ticaret anlaşmasının benzeri, 1841’de bu kez Fransa ve diğer Avrupa devletleriyle yapıldı. Böylece Batılı ülkelerin sermaye yatırımlarının da temeli atılmış oluyordu.

Kapitalist iç dinamiklerden yoksun Osmanlı’da modern sanayinin temelini, savaş ve savunma alanındaki yatırımlar oluşturmaktadır. 1820’lerden itibaren tersane ve liman inşasına, gemi ve silah üretimine, silah yan sanayi alanına dönük yatırımlar gerçekleşir. 1835’ten başlayarak İstanbul, İzmir, Kayseri, Bursa, Uşak, Afyon ve ayrıca Selanik, Üsküp, İskeçe gibi Rumeli kentlerinde tütün ve tekstil/mensucat fabrikaları kurulur. 1848’de Ereğli kömür madenleri işletilmeye açılırken, İngiliz sermaye yatırımıyla ilk demiryolu inşaatına ise 1856’da başlanır.

Sanayinin gelişmesine dönük bu ilk yatırımlar yine de son derece cılız ve sınırlıdır; işçi sınıfı ise henüz oluşmaya başlamıştır. Ancak gelecekte muhtemel eylemlerin önünü kesmek, daha doğrusu işçi sınıfının örgütlü bir güç olarak sahneye çıkmasını önlemek için yasaklar konmuştur. Meselâ 1845’teki polis nizamnamesi kapsamında, polise verilen yasaklayıcı yetkiler şöyledir: “İşini ve gücünü bırakarak, sırf kulların (insanların) işlerini bırakmaları amacında olan amale ve işçi takımlarının, toplantı ve kalabalıklarının ve gerekirse bu türlü kamu güvenliğini bozacak her türlü karışıklık ve bozgunculuk (çıkarcı) derneklerinin ortadan kaldırılması ve yok edilmesi ile karışıklık çıkmasının önünün alınması önlemlerine girişilmesi ve sürekli olarak bunun için çaba gösterilmesi.”[2]

Şu ana değin, o dönemde, kelimenin gerçek anlamında bir grevin gerçekleştiğine dair bir kanıt ortaya konmuş değildir. Daha ortada bir grev veya işçi hareketi yokken, bunu önlemeyi amaçlayan bir yasağın konması gerçekten de manidardır. Devrim, ayaklanma ve işçi hareketi deneyimine sahip Avrupalı egemenlerin, olası işçi hareketlerinin önünün alınması ve sorunsuz sömürü koşullarının yaratılması bağlamında Osmanlı bürokrasisine yol göstermiş olması muhtemeldir. Yasaklama, bastırma ve hak tanımama ise, halkı reaya olarak gören Osmanlı despotizminin doğasında vardı. Kapitalist ilişkiler gelişip işçi sınıfı oluşum sürecine girerken, olası toplumsal mücadelelerle karşılaşacağını bir şekilde kavrayan devletlû sınıf, geleneksel kalıplardan hareketle, işçi sınıfını da reaya olarak görmüş ve yasakları baştan devreye sokmuştur.

19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı’da gelişen kapitalist ilişkiler ile eskinin despotik anlayışı iç içe geçerek birlikte var olmuştur. Bu durum Cumhuriyetin ilk dönemine de damgasını basmış ve hatta günümüze kadar uzanmıştır. Geçmişten günümüze sarkan bu despotik anlayışın kavranması için bir örnek verelim: Kapitalist pazarın ve özgür emeğin olmadığı Osmanlı’da, 1729’da yayınlanan bir fermana göre, madenlerde çalışan “maden reayasının” şu ya da bu nedenden ötürü iş bırakması, İstanbul ve benzeri yerlere gitmesi kesinlikle yasaktır. Madeni terk edenlerin zabit eliyle yakalanarak çalıştığı madene gönderilmesi gereklidir.[3] Osmanlı’da madenlerde çalışma bir yükümlülük ve angaryadır. Angarya çalışma, yasaklar, dayatmalar ve yükümlülükler kapitalist ilişkilerin geliştiği dönemde de sürüp gitmiş ve meselâ Ereğli maden işçileri, mükellefiyet adı altında adeta köle konumuna itilmişlerdir.

Devlet ile yerli/yabancı özel sermayenin Ereğli kömür ocaklarında kurduğu korkunç sömürü düzeni, Osmanlı’da ilkel sermaye birikiminin nasıl sağlandığını gözler önüne sermektedir. Madenlerdeki çalışma, işçilerin öz iradesine değil, madenlerde çalışmayı zorunlu kılan mükellefiyet yasasına dayanmaktaydı. Madenlerdeki angarya çalışma, 1865’de Dilaver Paşa’nın getirdiği yasayla resmileşmiş ve böylece birinci mükellefiyet 1923’e kadar şu ya da bu biçim altında sürüp gitmiştir. Bu yasa kapsamında Ereğli sancağına bağlı 14 ilçeden (Zonguldak ve hatta Kastamonu’dan) toplanan 13-50 yaşlarındaki köylülerin 12 ya da 15’er gün vardiya halinde madenlerde çalışması bir zorunluluktu.[4] Günde 16 saat çalışan ve 7-8 günde bir güneş yüzü gören madenciler, kelimenin gerçek anlamında hayvanlarla benzer koşullarda yaşıyorlardı. Madencilerin yaşadığı yerler, “modern bir çiftçinin hayvanlarını bile barındırmaktan kaçınacağı, penceresi bile bulunmayan taş odalardı”.[5] Sağlıksız koşullarda çalışan, yaşayan ve beslenen işçiler, sıkça hastalanıyor ama tedavi edilmiyorlardı. Tam anlamıyla bir angarya ve keyfilik söz konusuydu. İşçiler dövülüyor, zaten düşük olan ücretleri kesiliyor, kaçtıklarında ise sürgün cezasına çarptırılıyorlardı.

Aslında tüm madenlerde, işyerlerinde ve işliklerde işçilerin çalışma koşulları son derece ağır, ücretleri düşük, yaşam koşulları ise çekilmezdir. Çukurova ve Ege bölgesinde yoğunlaşan tarım emekçilerinin durumu da farklı değildir. Meselâ gün doğmadan kalkıp gün batana kadar düşük ücretlere çalışmak zorunda kalan Çukurova’nın tarım işçileri, ücretlerinin bir kısmını dayıbaşlarına veriyor, aşağılanıyor ve mezarlıklarda yatıp kalkıyorlardı. Kapitalist gelişmenin bu ilk döneminde; tarımda, madende ve demiryolu yapımında çalışan işçilerin topraktan ve köylülükten henüz kopmadığını da geçerken ifade edelim.

Osmanlı despotizmi ile vahşi kapitalist sömürünün birleştiği bu dönemde, kapitalist ilişkilerin yaygınlaşıp gelişmesine paralel olarak, oluşum sürecindeki işçi sınıfının kitlesi de artmaktaydı. 1870’lere gelindiğinde ilk eylemler, grevler ve dayanışma dernekleri görülmeye başlanır. Tarihe yanlış bir şekilde ilk işçi örgütü olarak geçen Ameleperver Cemiyeti 1866’da kurulur. Ancak bu cemiyeti kuranlar, esasında işçilerle dayanışma içinde olmak isteyen aydın “hayırsever” çevrelerdir ve dolayısıyla bu bir işçi örgütü değildir. Esasında 1870’lerden 1900’lerin başına kadar çok sayıda grev, tesanüt/dayanışma ve teavün/yardımlaşma komiteleri kurulmuş, eylemlerin sona ermesiyle bu komiteler süreklileşemeyerek ortadan kalkmışlardır.

1895’te kurulan Amele-i Osmani Cemiyeti (Osmanlı Amele Cemiyeti), Osmanlı’da sınıfsal temelde kurulan ilk işçi örgütü olarak kabul edilmektedir. Dört binden fazla işçinin çalıştığı Tophane’deki silah fabrikalarından, işçileri temsilen sekiz kişilik bir komite oluşturulmuş ve bu komite OAC’yi örgütlemek üzere harekete geçmişti. OAC, baskıdan dolayı gizli örgütleniyor ve aynı zamanda Abdülhamit istibdadına karşı da işçiler arasında mücadele yürütüyordu. Günümüze aktarılan bilgilere göre bu örgüt, besbelli ki Paris’teki Abdülhamit muhalifi aydınlarla bağlantılı, içinde aydın ve işçilerin de yer aldığı yarı sendikal, yarı siyasal bir örgütlenmeydi. Ne var ki OAC üyeleri yakalandılar, cezaevine atıldılar, işkence gördüler, sürgüne gönderildiler ve dernek ortadan kalktı.[6] Osmanlı Amele Cemiyetini canlandırma girişimleri 1901-2’de tekrarlanacak, ancak bir kez daha baskı, tutuklama ve sürgünle sonuçlanacaktır. OAC’nin içinde, daha sonraki yıllarda TKP’nin kurucusu ve genel sekreteri olacak olan Ethem Nejat da vardır.[7]

Oluşum sürecindeki işçi sınıfının ilk sınıfsal tepkileri, 1872’den başlayarak kendini dışa vurur ve bu tarihten 1908’e kadar yaklaşık yüz grev gerçekleşir. 1872’de Beykoz deri ve kundura fabrikalarında, Yarımburgaz-Ömerli demiryolu inşaatında, Beyoğlu Telgrafhanesinde çalışan işçiler greve gitmişlerdir. Kasımpaşa Tersanesinde çalışan 600 Müslüman-Hıristiyan işçinin 24 Ocak 1873’teki grevi ise oldukça dikkat çekmiştir. On bir ay boyunca ücretlerini alamayan işçiler, Cuma selamlığında padişaha dilekçe sunmaya çalışırlar, başarılı olamayınca Babıâli’ye giderek Sadrazama başvururlar. Çabaları neticesiz kalan işçiler, kendi aralarında toplantılar yaparak greve gitme kararı alırlar. İşçilerin geri adım atmaması üzerine tüm ücretler ödenir ve üstelik ücretlere zam yapılır. Böylece ilk grev hedefine ulaşmış olur. İşçilerin iş bırakmasını haberleştiren Hadika gazetesinin şu satırları ise dikkat çekicidir: “Acaba bu hali de Ajans Reuter’in telgrafları Avrupa’ya enternasyonal teşvikiyle amele tatil-i eşgal etti diye mi bildirecek?”[8] Gazete açıkça işçilerin greve çıkmasında II. Enternasyonal’in rolü olduğunu ima etmektedir. Demek ki dünden bugüne değişen pek bir şey yok; egemenlerin “işçiler dışarıdan kışkırtılıyor” yalanı gelenek olarak sürüyor.

İşçilerin bu ilk eylemleri, o dönemden bugüne kalmış doğru düzgün belge olmadığı için genel olarak sisler arasındadır. Meselâ bir araya gelen 600 tersane işçisinin bilinç düzeyi neydi? Kendilerini bir sınıfın parçası olarak görüyorlar mıydı? Grev, onların bilincinde nasıl bir dönüşüme yol açtı? Bu soruların cevabını vermek bugün için neredeyse imkânsızdır. Kuşkusuz harekete geçen işçi kitlesinin tek tek üyelerinin ne düşündüğünden ve eylemlerinin mahiyetinin farkında olup olmamalarından bağımsız olarak, onların kolektif eylemi egemenlerin karşısına bir sınıf eylemi/savaşımı biçiminde dikilir. Elbette Kasımpaşa Tersanesi işçilerinin grevini de böylesi bir bakış açısıyla ele almak gerekiyor. Ancak gerek bu dönemde gerekse sonraki yıllarda gerçekleşen bazı grevleri değerlendirirken yine de dikkatli olunmalıdır. Çünkü son dönemde, bu konular üzerinde çalışan bazı akademisyenler, Osmanlı’da işçi sınıfının varlığını, işçilerin kendileri için harekete geçtiğini, direndiğini, sınıf bilincinin ortaya çıkmaya başladığını kanıtlamak amacıyla, hem sınıf kavramını genişletmekte hem de yerli yersiz her türlü eylemi işçi sınıfının hanesine yazmaktadırlar. Oysa bu dönemde iş bırakan Müslüman işçilerin bir kısmının amacı, aynı zamanda Hıristiyan işçilerin işe alınmaması ya da işten atılmaları gibi gerici mahiyettedir.[9] Keza Ereğli madenlerinde bazı iş bırakmaların nedeni işçilerin kötü çalışma koşulları ve düşük ücretler değil, madencileri köylerden toplayan “Şef”in kendi komisyonunu arttırmak niyetiyle işçileri çalışmamaya zorlamasıdır.[10]

İşçi sınıfı nesnel bir güç haline geliyor

Osmanlı’da işçi sınıfının varlığını hissettirmeye başladığı tarih, esas olarak 1908 yazıdır. Bu da son derece doğaldır. Zira 1800’lerin ortasından itibaren gelişmeye başlayan kapitalist ilişkiler, yüzyılın sonlarına doğru görece hızlanmıştı. Batılı emperyalist güçlerin Osmanlı’ya nüfuz etme mücadeleleri, 1880’lerin ilk yarısından başlayarak yabancı sermaye yatırımlarının hızlanmasına neden oldu. Meselâ demiryolu ve tramvay hatlarının yapımı, limanların inşası, raylı sistemlerin, rıhtım ve limanların, madenlerin işletilmesi başta olmak üzere, işçilerin toplandığı önemli işyerleri İngiliz, Fransız, Alman şirketlerinin elinde yoğunlaşmaktaydı. Aynı dönem, Osmanlı’nın mali açıdan çöktüğü ve Düyun-u Umumiye eliyle Batılı emperyalist güçlere teslim olduğu, yarı-sömürge konumuna düştüğü bir dönemdir.

Yabancı sermaye yatırımlarının arttığı, yerli tüccar ve sanayici kesimin büyük bir kısmını gayrimüslimlerin oluşturduğu, kapitalist gelişmenin bilhassa kentlerdeki toplumsal ilişkileri dönüştürdüğü bu dönemde, doğal olarak işçi sınıfının kitlesi de artırmıştır. 1908’e gelindiğinde, oluşum sürecindeki işçi sınıfının artık elle tutulur bir niteliğe ve niceliğe kavuştuğu görülmektedir. Selanik sosyalistlerinin II. Enternasyonal’e sundukları bir raporda, bu tarihte, Osmanlı’nın önemli sanayi merkezlerinde 100 bin sanayi işçisinin çalıştığı ifade edilmekteydi. Meselâ 1907’de İstanbul Fransız Ticaret Odasının dergisinde yayınlanan bilgilere göre, yalnızca İstanbul’da 32 bin işçinin çalıştığı 322 fabrikayı kapsayan kırk sanayi kolu vardı. Üstelik vagon ve demiryolu yapımında ya da küçük işyerlerinde çalışan işçiler bu sayıya dâhil değildi. İstanbul’dan sonra en önemli siyaset ve sanayi merkezine dönüşmüş olan Selanik’te ise, 10 bin sanayi işçisi çalışmaktaydı.[11]

İstanbul, Selanik, İzmir, Bursa, Kavala, Üsküp, Edirne, Drama başta olmak üzere, diğer kentlerdeki kunduracılık, hazır giyim, maden, ticarethane, posta-telgraf, demiryolu inşaatı vb. işlerinde çalışanları ve ayrıca tarım proleterlerini de eklediğimizde işçi sınıfı kitlesinin göz ardı edilemeyecek bir niceliğe ulaştığı ortaya çıkar. Bu dönemde, özellikle kentlerde geleneksel işlerde çalışanlar da kapitalist ilişkiler temelinde işçileşme sürecine girmişlerdi. Örneğin limanlarda kritik bir rol üstlenen hamallar, salapuryacılar, mavnacılar ve benzerleri; kendilerinin işçi değil esnaf olduğunu söyleyerek lonca ilişkileri temelinde geleneksel konumlarını korumak istemiş ve işçileşme sürecine direnmeye çalışmışlardır. Lakin gerçekte, bir ücret karşılığında kapitalist ya da tüccar için çalışmaya başlayan bu kesimlerin önemli bir bölümü de artık işçi sınıfının bir parçasıydı.

1908’e gelindiğinde, 1800’lerin ortasından itibaren kapitalist ilişkiler temelinde işçileşme sürecine giren kitlenin artık işçileştiğini ve meydana gelen işçi sınıfının ana çekirdeğinin bunlardan oluştuğunu belirtmek gerekiyor. Yani işçi sınıfı, nesnel açıdan, toplumsal bir sınıf haline ancak bu dönemde gelebilmiştir. Nitekim işçi sınıfının oluşum sürecinden geçerek elle tutulur hale gelmesi (nitelik ve nicelik olarak) ile II. Meşrutiyetin getirdiği görece özgürlük ortamında, o güne değin görülmemiş bir uyanışın patlak vermesi arasında doğrudan bir bağ vardır. Sosyalist örgütlerin ortaya çıkması, sendika ve derneklerin kurulması, daha ziyade Rumeli ve İstanbul’da düzenli sosyalist propaganda ve çalışmanın yürütülmesi de II. Meşrutiyetin ardından başlar.

II. Meşrutiyet ve 1908 grevleri: İşçi sınıfı varım diyor

İttihat Terakki Cemiyeti kadroları öncülüğünde (Jön Türkler) “hürriyet, müsavat, uhuvvet, adalet” sloganıyla 23 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyet ilan edildi ve daha önce Abdülhamit tarafından lağvedilen 1876 Anayasası (Kanun-ı Esasi) yürürlüğe konuldu. Hem ezilen ulusların hem de geniş emekçi kitlelerin desteğini almak maksadıyla İttihatçılar, Fransız Devriminin meşhur sloganını benimsemiş görünüyorlardı. Fakat 1908, her ne kadar genç subayların, öğrencilerin ve gayrimüslim burjuvazinin desteğini almışsa da, kitlelerin katılımıyla gerçekleşen bir toplumsal devrim değil, asker-sivil bürokrasiye dayalı tepeden gelme, dolayısıyla olgunlaşmamış ve yarım kalmış bir devrimdi. Bu nedenle Lenin, 1908 için “ancak yarım bir zafer, ya da bir zaferin yalnız küçük bir parçası” demekteydi. Nitekim çok geçmeden bu devrimin demokratik çapsızlığı kendini baskı ve otoriterleşme biçiminde açığa vuracaktı.

Meşrutiyetin ilk anlarında ve aylarında, bilhassa kapitalist ilişkilerin geliştiği kentlerde ve Rumeli’de kitleler büyük sevinç gösterilerinde bulunarak dönüşüme destek verdiler. Oluşan göreli özgürlük ortamında, yüz yıllardır baskı altında yaşayan kitleler, dipten gelen bir coşkuyla isteklerini dışa vurdular. İşte bu ortamda işçi sınıfı da sahneye çıktı ve Osmanlı’da kapitalist ilişkilerin geliştiği kentleri etkisi altına alan bir grev dalgası patlak verdi. İlk günlerde, özellikle Selanik ve Rumeli kentlerinde, Jön Türkleri öven ve Meşrutiyetin ilanını kutlayan yürüyüşler ile grevler iç içe geçmişti. İttihatçılar, kitle desteğini arttırmak amacıyla ilk dönemler grevleri desteklemekten ve hatta bu grevleri Batılı kapitalistleri sıkıştırmak üzere kullanmaktan geri durmadılar. Ne var ki grevler yayılıp ülkeyi etkisi altına alınca ve meselenin sınıf boyutu belirgin bir şekilde açığa çıkınca desteklerini çekip bastırmaya giriştiler.

İstanbul’dan Beyrut’a, İzmir’den Selanik’e, Üsküp’ten Ereğli’ye, Kavala’dan Samsun’a ülke grevlerle çalkalanıyordu. Grevlerin en etkili olduğu alanlar tütün, maden, tersane, liman, tramvay, denizcilik, vapur ve elbette demiryolu işletmeleriydi. Neredeyse her sektörden işçiler greve gidiyor, ücretlerinin artırılmasını, iş saatlerinin 10 saate düşürülmesini, haftalık tatil hakkı tanınmasını, ikramiye verilmesini ve iş güvenliği önlemlerinin alınmasını istiyorlardı. Mensucat, telgraf, tuğla, lokanta, birahane, otel, hazır giyim mağazaları, bira fabrikaları, fırın, su işletmeleri, yazma basımı işçileri de greve gitmiş ve oldukça etkili olmuşlardı. Dönemin Fransa Selanik Konsolosu, grevlere ilişkin hazırladığı bir raporda, “çalışma koşullarının iyileştirilmesi için işçi sınıfı içinde örgütlenen gücün ilk gösterileri” ifadesini kullanıyor ve başlatılan küçük toplumsal savaşın önlenemez şekilde genişleyeceğini belirtiyordu: “Bugünkü hareketin konusu olan istekler moral ve ekonomik (şu) iki gereksinmeyi yanıtlıyorlar: Şimdiye dek sömürülmüş işçi sınıfı (classe ouvriere) içinde bir tepki gereği, hayat pahalılığı ile aynı oranda olmayan ücretlerin artırılması zorunluluğu.”[12]

İlk grev, 8 Ağustosta İzmir’de 50 işçinin çalıştığı Çarmado Halı Fabrikasında başladı ve iki gün sonra incir kutusu imalathanelerine, oradan da rıhtım ve liman işletmelerine sıçradı. Aynı günlerde grev İstanbul, Selanik, Varna ve Beyrut rıhtım ve limanlarına ulaştı. 11 Ağustosta İstanbul Cibali Tütün Rejisi ve Paşabahçe Cam İmalathanesi işçileri greve gittiler. Onları Aksaray, Şişli, Beşiktaş hatları tramvay işçileri izledi. Gayet tabii işçiler derhal birbirlerinden etkileniyor ve üretimi durduruyorlardı. Zonguldak kömür ocaklarındaki grev hakkında İstanbul’daki müdüriyete telgraf çeken şirket müdürü, meselenin bu boyutuna dikkat çekiyordu: “Zonguldak madeninde çalışan makineciler ile amele, şimendiferler amelesiyle makinecilerinin ücretlerinin arttırılmış olduğunu haber alınca kendileri de bundan istifade etmek isteyerek terk-i eşgal etmişlerdir. Maden cevherinin yıkanmasına mahsus mevki ile istasyon ve inşaathane iki günden beri kapalı bulunuyor. Makineler işlemiyor. Madende çalışan bütün amele şehre inmiştir.”[13]

Grevlerin yayılmasında, grev haberlerini bir kentten diğer kente taşıyan demiryolu işçilerinin önemli bir rolü vardı. O güne değin böylesi bir durumla karşılaşmayan yerli/yabancı kapitalistler, tüccarlar ve Osmanlı bürokrasisi şaşıp kalmıştı. İttihat Terakki’nin yayın organı, işçilerin grevden sarhoşa döndüklerini, bu yüzden, iş için ihtiyaç duydukları şirketleri düşünmediklerini yazıyordu: “Onlar terk-i eşgâl etmenin verdiği sermesti-î mahzûziyyetle [haz sarhoşluğuyla] yarını düşünmekten acizdirler.” 16 Eylül tarihli İkdam gazetesi, grevlerin bir salgına dönüştüğünü yazarak egemen sınıfın şaşkınlığını dile getiriyordu: “İki ay evveline kadar, sahaif-i matbuata (gazete sayfalarına) geçirilemediği için grev kelimesinin ne demek olduğu bilinmediği gibi, grev dediğimiz halet yani terk-i eşgal (iş bırakma) dahi mecburen gayri vaki idi. Grevler adeta bir illet-i müstevliye (salgın hastalık) halini aldı. Grev, yalnızca şirketle amele arasında tahaddüs (meydana gelen) eden bir ihtilaf olmakla kalmaz, memleketin ahval-i iktisadiyesi üzerinde tesir yapar.”[14] Fransa Selanik Konsolosu ise, İttihatçıların grevlerin önüne geçemediğini belirtiyordu: “Demiryolları hizmeti kesik, tramvay ulaşımı askıda, fabrikaların büyük çoğunluğu çalışmıyor ve tehdit eden birçoğunu saymadan bugünden yarına ekmekçilerin bir grevi bekleniyor. Ticaretin en önemli uğraş olduğu bir kent için anlık bile olsa bu tür durum tam bir felakete eş anlamlıdır. Her durumda, bu olaylar, bugünkü yetkinin güçsüzlüğü konusunda bilgi veriyor ve kamu makamlarında egemen olan karışıklığın boyutunu gösteriyor.”[15]

Grevlerin önemli bir bölümü, en azından ücret artışıyla ya da işçilerin istemediği yöneticilerin azledilmesiyle sonuçlanmıştı. Birçok işyerinde haftalık tatil hakkıyla birlikte iş saatleri 10 saate düşürüldü. Meselâ İzmir Göztepe Tramvay işçileri ile Selanik Elektrikli Tramvay işçileri iş saatini 10 saate düşürmeyi başarmışlardı. 12 bin kişinin çalıştığı Kavala Tütün Rejisindeki işçilerin talepleri ise oldukça dikkat çekiciydi: “Ameleye 18 kuruş gündelik ödenmesi, yazın dokuz saat, kışın sekiz saatlik iş günü; iş yerlerinde havalandırma tesisatı kurulması, tükürük kabı ve içecek temiz su bulundurulması; iş yerlerine sağlık nedenleriyle istiabından [alabileceğinden] fazla amele konmaması; helâların yeni usulde inşası ve her gün temizlenmesi; Avrupa’da olduğu gibi hükümetin nezareti altında bir komisyon kurulması ve bu komisyonun işyerlerini her hafta teftiş etmesi, şikâyetleri dinlemesi.”[16] Bu taleplerin kesin olarak nasıl sonuçlandığı bilinmiyor, ancak gazetelere yansıdığına göre patron, iş koşullarının düzeltilmesi talebini kabul etmiştir.

Hammaddelerin ve ürünlerin taşınmasında demiryolu taşımacılığı o yıllarda kapitalizmin can damarıydı ve bu yüzden demiryolu grevleri kısa zamanda sert bir karaktere bürünmüştü. Grev ilk önce Rumeli Demiryolları hatlarında ve bu demiryollarına bağlı fabrikalarda başladı. 28 Ağustos sabahı Sirkeci ve Yedikule Şimendifer Fabrikalarının işçileri greve gittiler. 31 Ağustosta bu kez İstanbul-Selanik hattındaki işçiler greve gitmek istediler ama jandarma zoruyla engellendiler. Lakin aynı gün Üsküp’te başlayan grev, Selanik-Dedeağaç, Demirkapı-Mitroviçe, Üsküp-Zibevce, Selanik-Manastır hatlarına ve daha sonrada Selanik-Edirne-İstanbul hattına sıçradı. Hükümet, İstanbul-Filibe (Bulgar kenti) hattındaki grevin önüne geçmek amacıyla, 21 Eylülde tüm trenleri ve hattı kontrol altına almak üzere askeri harekete geçirdi. Baskı altına alınan işçiler, aynı gün greve son vermek zorunda kaldılar.

14 Eylülde ise Anadolu/Bağdat Osmanlı Demiryollarındaki işçiler greve çıktılar. Grevi Osmanlı Anadolu Demiryolları Çalışanları Sendikası örgütlüyordu ve yayınladığı bildiride, grevden doğacak tüm sorumluluğun şirkete ve hükümete ait olduğunu bildiriyordu. İşçiler, sendikalarının şirket tarafından tanınmasını, ücretlerin arttırılmasını, işgününün kısaltılmasını, gece çalışanlara çift yevmiye ödenmesini, pazar gününün hafta tatili olarak kabul edilmesini, senede dört hafta ücretli izin verilmesini ve işçilerin hastane masraflarının şirket tarafından karşılanmasını talep ediyorlardı. İşçiler, hükümetin tehditlerine rağmen greve gitmekten geri durmadılar. 14 Eylül sabahı Haydarpaşa-Ankara, Eskişehir-Konya, Konya-Bulgurlu hatları tümüyle durdu ve İstanbul’daki işçiler Kadıköy’de bir yürüyüş gerçekleştirdiler. Ancak bir kez daha işçilerin karşısına jandarma çıkartıldı ve Haydarpaşa asker tarafından kuşatıldı. Başbakan, İçişleri Bakanı, Emniyet Bakanı ve yerel idare grevi kırmak üzere harekete geçti. Grev bitirilmediği takdirde işçilerin tutuklanacağı söylendi. Hükümetten gelen baskı, tehdit ve ordunun harekete geçirilmesi karşısında çıkış arayan sendika ve işçiler, sendikanın hukuk müşaviri eliyle Başbakan Kamil Paşa’ya bir dilekçe sundular; işbaşı yapmaya hazır olduklarını, ancak hükümetin arabulucu olmasını, şirkete baskı yapmasını ve olağanüstü durumdan dolayı demiryolu hattında vaziyet almasını istediler. Grevin sertleşmesi ve ordunun demiryollarına el koyma tehlikesinin belirmesi üzerine Alman şirket, işçilerin ileri sürdüğü sözleşmeyi ve sendikayı görünüşte kabul etti. Ama zaten bir süre sonra sendikaları kapatan ve grevlerin önüne geçen yasa çıkartılacaktı.

31 Ağustosta başlayan ve Ekimin başına kadar süren Aydın-İzmir Demiryolu grevi ise, birçok yönden dikkat çekicidir. Egemenler ticaretin sekteye uğradığı vaveylasını kopartırken, sonuç almak üzere 30 Eylülde harekete geçen işçiler, Develiköy istasyonunda treni yoldan çıkardılar. Jandarma işçilere saldırdı; sosyalist Irgat gazetesi muhabiri ile birkaç işçi tutuklanarak gar binasına hapsedildi. Bunun üzerine işçiler, arkadaşlarını kurtarmak üzere gar binasının önüne yığıldılar. Burada çıkan çatışmada, süngü kuşanıp işçilerin üzerine yürüyen jandarma bir işçiyi katletti. Öfkelenen işçiler, hat boyundaki tüm telgraf tellerini keserek, greve iştirak etmeyen memurların şirket binasının dışına çıkmalarına izin vermediler. Grev giderek sert bir karakter kazandı. Hükümet öylesine korkmuştu ki, sırf gözaltına alınan işçileri hapishaneye götürmek için Savunma Bakanlığı Bornova’dan bir tabur asker göndermiş, bununla da yetinmeyerek 3. Orduya üç tabur askeri sevkiyata hazır hale getirmesi emri vermiş ve aynı gün Mecidiye zırhlısıyla İzmir’e asker çıkarılmıştı.[17]

Hükümet, demiryolu grevlerini durdurmak için kimi yerlerde “şimendifer taburları” kurmaktan bile geri durmamıştı. İttihat Terakki gazetesi, grevcilerin taleplerini “mantıksız” ve “menfaat hissiyle dolu” buluyor ve “Filhakika amelelerimizin talep pusulaları içinde Avrupa’da eski sosyalistlerin bile birdenbire talep edemeyecekleri derecede şahsi ve mali maddeler görüldü” diye yazıyordu. İşte bu aşırılığın kontrol altına alınması gerekiyordu! Grevlerin önü alınamayınca ve ekonomi derinden etkilenince, İttihat Terakki, Alman kapitalistlerinin önerisi üzerine geçici bir kanunla sendika kurmayı yasaklayarak ve kurulmuş olanları da kapatarak grevleri kontrol altına aldı. 8 Ekimde yürürlüğe konan Tatil-i Eşgal Cemiyetleri Hakkında Kanun-u Muvakkat, 9 Ağustos 1909’da Tatil-i Eşgal Kanunu adıyla meclisten geçirilerek yasalaştırıldı. Yasanın 8. maddesi sendika kurmayı yasaklıyor ve işin tatil edilmesine yol açanların cezalandırılacağını belirtiyordu. Grev hakkı ise, kanunun getirdiği çelişkili açıklamalardan bağımsız olarak, Uzlaştırma Kurulu aracılığıyla doğrudan devletin kontrolü altına alınıyor, yani fiilen yasaklanıyordu: a) işçilerin bir talepname ile ilk başvurularını yapmaları; b) uzlaştırma kurulunun toplanması, tarafların anlaşamaması; c) yeniden yapılan uzlaştırma teşebbüslerinin de semere vermemesi; d) grev kararının alınıp hükümete bildirilmesi.[18]

Sendikaların hedef alınması tesadüf değildi kuşkusuz. Bir sınıf mücadelesi geleneği olmayan Osmanlı’da işçiler ilk kez bu şekilde harekete geçmiş ve birçok alanda sendikalar kurmuşlardı. Sendikaların sayısı hızla artıyordu. İşçilerin sendikaları aracılığıyla güçleneceğini, sınıf örgütlenmesinin kök salacağını bilen ve gören Batılı sermayedarlar, henüz oluşum halindeki işçi hareketinin aktarma kayışlarını kestiler, kestirdiler. Böylece İttihat Terakki, Osmanlı despotizmi geleneğini sürdürerek, devlet zorbalığıyla filiz halindeki işçi hareketini bastırdı.

[1] Mehmet Sinan, Modernleşen Despotizmin Sivilleşme Sancısı/13, marksist.com

[2] Şehmuz Güzel, Türkiye’de İşçi Hareketi, Sosyalist Yay., s.31; madenlerdeki angarya çalışma için bkz: Oya Sencer, Türkiye’de İşçi Sınıfı: Doğuşu ve Yapısı, Habora Kitabevi Yayınları

[3] Şehmuz Güzel, age, s.35

[4] Kadir Tuncer, Tarihten Günümüze Zonguldak İşçi Sınıfının Durumu, Göçebe Yay., s.31-52

[5] Kemal Sülker, Türkiye Sendikacılık Tarihi/1, Bilim Kitabevi, s.17

[6] Kemal Sülker, age, s.17; Güzel, s.57-61; Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye adlı eserinde Stefanos Yerasimos, OAC’nin kurulmasında İTC’nin yönlendirmesinin etkili olduğunu söylemektedir, c.2, s.313

[7] Oya Sencer, age,s. 158

[8] Oya Sencer, age, s.135

[9] Kemal Sülker, age, s.15

[10] Kadir Tuncer, age, s.47

[11] Georges Haupt ve Paul Dumont, Osmanlı İmparatorluğunda Sosyalist Hareketler, Ayrıntı Yay., s.65-66

[12] Şehmuz Güzel, age, s.63-64

[13] Zafer Toprak, Türkiye’de İşçi Sınıfı/1908-1946, Tarih Vakfı Yurt Yay., s.19

[14] Dimitır Şişmanov, Türkiye İşçi ve Sosyalist Hareketi, Belge Yay., s.39

[15] Şehmuz Güzel, age, s.65

[16] Zafer Toprak, age, s.22

[17] Zafer Toprak, age, s.99

[18] Şehmuz Güzel, age, s.78. Ayrıca bkz: Cem Doğan, Türk İş Hukuku ve Çalışma İlişkileri Alanına Uzlaştırma Kurulunun Girişi: Ta’til-i Eşgâl Kanunu Üzerine Bir Değerlendirme, http://sutad.selcuk.edu.tr/sutad/article/view/590/577

Dağılan Osmanlı’da Parçalanan İşçi Sınıfı (2)

Osmanlı’da 1908’deki işçi hareketi, işçi sınıfı daha ekonomik örgütlerini kurup kökleştirmeden ve bu kapsamda bir sınıf bilinci kazanmadan henüz filiz halindeyken bastırılmıştır. Önce Balkanlar'ın kopmasıyla, ardından Birinci Dünya Savaşının getirdiği yıkımla Osmanlı işçi sınıfı parçalanmış ve yeni kurulan Cumhuriyetin baskı ve yasakları işçi hareketinde uzun bir kopuşa yol açmıştır. Oysa sayıları az da olsa 1908 grevlerinden gelen, geçmiş mücadeleleri hatırlayan, Osmanlı işçi sınıfının kozmopolit yapısından şu ya da bu şekilde etkilenen, 1919-1923 sürecini yaşayan ve sendikalar örgütlemeye çalışan işçiler vardı. Gayrimüslim işçiler tümüyle sahneden çekilmiş değillerdi. İşte tam da bu yüzden Kemalist rejim, baskı ve yasaklarla, 1919’dan sonra gelişip güçlenmeye başlayan sosyalist hareketin işçi sınıfına nüfuz etmesinin önüne geçmiştir. İşçi hareketi ile sosyalist hareketin gerçek anlamda ortaya çıkarak birleşebilmesi için ise 1960’ları beklemek gerekmiştir...

2.Bölüm

Sınıf bilinci açısından 1908 grevleri ve deneyimler

1908’deki grev dalgasıyla birlikte Osmanlı işçi sınıfı, hiç kuşkusuz kendinde sınıf olmaktan çıkıp kendisi için sınıf olmaya yöneliyordu. İşçi hareketinin bağrındaki tüm çelişki, yanılsama ve eksikliklere rağmen yadsınamaz bir gerçeklikti bu. İşçiler ilk kez yaygın ve kitlesel olarak hakları için birleşiyor, üretimi durduruyor, dayanışma gösteriyor, müdahale ediyor, dayanışma sandıkları ve sendikalar örgütlüyorlardı. Artık işçilerin karşısında onları muhatap almak, taleplerini dinlemek ve pazarlık yapmak zorunda kalan sermaye sınıfı vardı. 1908 grev dalgası işçi sınıfının toplumsal bir varlık olduğunu gözler önüne sererken, aynı zamanda Osmanlı despotizmi altında reaya olarak görülen kitlelerin değişim ve dönüşümüne de işaret eder.

Kolektif eylemler, işçilerin tek tek bireysel düşüncelerini ve niyetlerini aşıp geçerek onları egemenlerin karşısına bir sınıf olarak çıkartır. Marx’ın belirttiği üzere, işçiler ister bilincinde olsunlar ister olmasınlar, onların hareketi kolektif bir eyleme dönüşerek burjuvazinin karşısına bir sınıf savaşımı olarak dikilir ve genelleşmiş talepler etrafında örülen her sınıf savaşımı aynı zamanda politik bir savaşımdır. Meselenin bu boyutu gerçekten önemlidir: Zira çoğu zaman işçilerin eylemlerinin niteliği ile bilinçleri arasında önemli bir mesafe oluşabilmektedir. Sınıf geleneğinden, örgütlülükten ve sınıf bilincinden yoksun işçi kitleleri, eylemlerinin mahiyetini ve sonuçlarını tam olarak kavrayamazlar; böylece sermaye karşısında hazırlıksız ve güçsüz konuma düşerek yenilirler. Eylemleri ile bilinçleri arasındaki açı farkı, onları naif bir şekilde düşünmeye iter. Meselâ yalnızca kendi fabrika ya da işkollarında, en basitinden ücret artışı vb. talep ettiklerini, dertlerinin “ekmek davası” olduğunu söyleyerek eylemlerinin mahiyeti ve hatta sertliğiyle çelişen bir tutum sergilerler. Bir taraftan üretimi durdurup ve hatta işyerlerini işgal edip egemenlere karşı bir sınıf savaşımı başlatırken, öte taraftan da devlete, iktidara, polise güvenmeye ve onlardan yardım istemeye devam ederler. Bu dün de böyleydi, bugün de böyledir. Geçmişten günümüze bir çizgi çekersek, bu açıdan, sınıf geleneği ve bilincinden yoksunluk koşullarında işçi kitlelerinin tutumunda pek değişen bir şey olmadığını, aynı durumda aynı tepkileri verdiklerini görürüz.

Bir fabrikada birleşen ve mücadele eden işçiler, patron karşısında çıkarlarının ortak olduğunun bilincindedirler; ancak bu bilinç, kalıcı olup olmayacağından bağımsız olarak, sınıf bilinci basamağına atılmış bir adımdır yalnızca. Eylemin kazanımla sonuçlanması ve daha da önemlisi patron karşısında örgütlülüğün korunabilmesi için bir sendikanın örgütlenmesi, bu sendikanın işyeri düzeyini aşarak ulusal ve hatta uluslararası düzeye taşması, böylece kapitalistlere karşı her iki alanda da sınıf dayanışmasının örgütlenmesi gereklidir ki bunun için de daha üst düzeyde bir sınıf bilincine ihtiyaç vardır. Yanlış anlamaları önlemek amacıyla derhal vurgulayalım ki, bu düzeydeki bir bilinç bile hâlâ sendikal bir bilinçtir.

Bu açılardan 1908’e baktığımızda şunu görürüz: Grevlere on binlerce işçi katılmasına rağmen, bu grev dalgasının içinden yaygın, güçlü ve ulusal düzeyde merkezileşen sendikalar çıkamamıştır. Eylemlerini sınıfsal sonuçlarına götürüp bilince çıkartan ve bunun gereğini yerine getiren işçilerin sayısı son derece azdır. Nitekim tam da böyle olduğu için işçi sınıfı yerli/yabancı sermayenin ve İttihat Terakki’nin saldırılarını durduramamıştır.

Grevler patladığında, işçi sınıfının bir mücadele geleneği oluşmuş değildi; işçiler örgütsüz, deneyimsiz ve sınıf bilincinden yoksundular. Greve giden işçiler, derhal, kurtarıcı olarak gördükleri İttihat Terakki Cemiyeti’ne başvuruyor, kendilerine yardım etmesini ve arabulucu olmasını istiyorlardı. Hiç kuşkusuz bunda, işletmelerin büyük çoğunluğunun yabancı kapitalistlerin elinde olmasının da etkisi vardı. Öyle görünüyor ki işçiler, yabancı sermayeye karşı hükümetin kendileriyle “milli” bir düzlemde hareket edeceğini düşünmekteydiler. Grevlerin devlete karşı olmadığını özellikle belirterek hükümeti ikna etmeye çalışıyorlardı. Örneğin Rumeli Demiryolları işçi temsilcileri, Harbiye Nazırını ziyaret ederek, greve, geçim sorununa bir çözüm bulmak amacıyla başvurduklarını, bunun devlete karşı bir girişim olarak değerlendirilmemesi gerektiğini, hükümetin asayiş ve benzeri nedenlerle trenlere ihtiyaç duyması halinde her an hizmete hazır olduklarını bildirmişlerdi.[1]

Doğal olarak bu rica minnet işe yaramıyor ve mülk sahiplerinin koruyucusu devlet işçilerin karşısına dikiliyordu. Bu açıdan, Anadolu Osmanlı Demiryolları Çalışanları Sendikasının aldığı tutum tipik olduğu için örnek verilebilir. Anadolu-Bağdat Demiryollarını işleten Alman şirketinin, greve hazırlanan işçilerin elinde Haydarpaşa Garının bir kan gölüne dönüştüğünü, işçilerin devrimci ve anarşist olduğunu belirterek hükümeti işbaşına çağırması üzerine sendika bir açıklama yayınlamıştı. Sendika, yurtsever bir duyguyla demiryollarının öneminin farkında olduğunu bildiriyor ve kendisine yöneltilen eleştiriler üzerine sermaye için teminat veriyordu: “Hükümet şunu da bilmelidir ki, Osmanlı uyruğu ya da değil, bütün sermaye sahiplerinin mal varlıklarını kutsal saymaktayız. Emin olabilirsiniz ki bu sermayenin en ufak bir parçası dahi kaybolmayacaktır.”[2] Sendika, işçilere devrimci ve anarşist denmesine nedense pek içerlemiş ve aynı zamanda Osmanlı ordusunun, “erdemli bir suskunlukla çalışan Osmanlı ahalisinin üzerine sürülmesi” karşısında da hayal kırıklığına uğramıştı! Ancak bu tarz savunmalar sonuç vermedi. Çelişkiler aşılamadığı ve sınıf kavgası kaçınılmaz olduğu için işçiler 14 Eylülde greve gitmek zorunda kaldılar ve ilerleyen günlerde karşılarında bir kez daha “kutsal” Osmanlı ordusunu buldular.

İttihatçılar, haliyle düzenin ve dolayısıyla sermaye sınıfının safında yer aldılar. Bilhassa grevlerin sınıf boyutu kendini ortaya koyduktan ve demiryolu ulaşımı felç olup ekonomiyi etkiledikten sonra, Meşrutiyetin ilk günlerdeki müsamahalı tutumlarını değiştirdiler. Arabulucu oldukları işyerlerinde, neredeyse istisnasız, sermaye sınıfının koşullarını işçilere dayattılar. Kabul edilmediğinde, aynı Balya Karaaydın madenlerinde olduğu gibi, grevleri şiddet ve tehditle bastırdılar, işçiler hakkında kovuşturmaya gittiler.

Kuşku yok ki eğer 1908 grevleri bastırılmayıp sendikalar yasaklanmasaydı, mücadele içindeki işçiler çok daha ileriye gidecek, sınıf savaşımlarının sonuçlarından dersler çıkartacak, sendikalar yaygınlaşacak ve en azından sendikal anlamda bir sınıf bilinci kitlesel düzeyde yeşerebilecekti. İşçilerin eylemlerinin yaygınlığı ve sertliği ile örgütlülük ve bilinç düzeyleri arasında açı farkı vardı ve bu da o dönemin koşullarında son derece doğaldı. Ancak her şeye karşın ilk kez yaygın ve kitlesel eylemler gerçekleştiren işçiler, kendilerinin bir sınıf olduğunun farkına vararak örgütlenmeye girişiyorlardı. Birçok işyeri işçilerin sınıf dayanışmasına sahne oldu: İşçiler grev kırıcılara karşı ortak mücadele ettiler ve aynı zamanda üretimi durdurarak işten atılan öncü arkadaşlarına sahip çıktılar. İşyeri komiteleri, dayanışma sandıkları, dernekler ve sendikalar kurdular. Meselâ yukarıda andığımız Anadolu Osmanlı Demiryolları Çalışanları Sendikası bunlardan biriydi. Bu sendikanın önemi şuydu: 33 maddelik bir toplu sözleşme taslağı hazırlamış ve bu taslağın ilk maddesine sendikanın şirket tarafından tanınması şartını koymuştu. “Eşit işe eşit ücret” ise bir başka talepti. Sendikanın tanınması ve “eşit işe eşit ücret” şartlarını taleplerinin başına koyan başka işçiler de vardı ve bu, sendikal bir geleneğin olmadığı o günün koşullarında son derece önemliydi.

İstanbul, Selanik ve Filibe demiryolu hatlarında çalışan Rumeli Demiryolu işçilerinin dayanışma sandıklarını ve sendikalarını birleştirmeleri ise bir başka örnektir. Sosyalistlerin öncülüğünde kurulan ya da mücadeleleriyle dönüşüme uğrayan Rumeli ve Selanik’teki sendikalara gelince, bunlar diğerleriyle karşılaştırıldığında daha ilerideydiler. Meselâ bunlardan biri olan Selanik Tütün İşçileri Sendikası, gerçek anlamda bir sınıf örgütü olarak hareket ediyordu ve ilerleyen dönemde gerçekleştirilen mitinglerin ana gövdesini bu sendikanın üyeleri oluşturacaktı.

1908 grevleri, halklar hapishanesi Osmanlı despotizmi altında gerçekleşti. Rumlar, Ermeniler, Bulgarlar, Arnavutlar, Sırplar, Araplar ve Yahudiler ezilen halklardı ve ulusal kurtuluş mücadeleleri özellikle Rumeli’de yoğunlaşmış durumdaydı. Sınıf mücadelesi geleneğinin olmaması, güçlü ve enternasyonal temelde örgütlenmiş sosyalist hareketin yokluğu, ulusal sorunların ezilen ulusların işçilerinin bilincinde yarattığı çelişki, gayrimüslim işçilerin Türk-Müslüman işçilere, Türk ve Müslüman işçilerin ise diğerlerine karşı önyargılı olması sınıf hareketi açısından pek çok açmaz oluşturuyordu. Tüm bu açmazlara rağmen, 1908’de değişik ulus ve inançtan işçiler yine de birlikte mücadele yürütebilmişlerdi. Türk-Müslüman işçilerin ağırlıkta olduğu birçok işyerinde; Rum, Yahudi ya da Ermeni işçiler temsilci seçebilmiştiler. Meselâ Balıkesir bölgesindeki Balya Karaaydın madeninde direnişe öncülük edenler Rum, Türk, Ermeni ve Kürt işçilerdi. Ulusal önyargıları bir ölçüde kıran ve işçileri sınıf ekseninde birleştiren şey grevlerdi. Sosyalist Selanik İşçi Kulübünün kurucusu ve lideri Abraam Benaroya, anılarında, özellikle tütün ve demiryolu işçilerinin birlikte hareket ettiğine dikkat çekiyor: “Sonuncular arasında yalnızca Yunan, Musevi, Türk, Bulgar değil, fakat aynı zamanda Sırp, Alman, Fransız bile bulunuyordu ve çeşitli milliyetlerden çok sayıda kişinin bulunması ve çalışma tarzından dolayı birlik fikri başlangıçtan beri kuvvetliydi.”[3]

Benaroya’nın dikkat çektiği gibi, mücadelenin içinde Alman, Fransız veya İtalyan işçiler de vardı. Osmanlı’da nitelikli işgücü olmadığı için Batılı emperyalistler, yoğun teknolojinin kullanıldığı sektörlerde nitelikli işgücü ihtiyacını kendi ülkelerinden karşılamaktaydılar. Sınıf mücadelesi geleneğinin ve güçlü sendikaların olduğu Avrupa ülkelerinden gelen işçiler, haliyle daha bilinçliydiler ve birçok grevde rol oynamışlardı. Bu işçiler, Osmanlı işçilerine yalnızca işi öğretmiyor, aynı zamanda kendi ülkelerindeki sınıf deneyimlerini de aktarıyorlardı. Öyle ki, emniyet müdürü demiryollarındaki grevleri ecnebi işçilerin kışkırttığından yakınıyor ve gerekirse bunların sürüleceğini söylüyordu.[4]

Lakin, pek çok yönden önemli deneyimler içeren 1908 grevleri, İttihatçıların bastırma hareketinden dolayı ne yazık ki güçlü ve kalıcı bir işçi hareketine dönüşemedi. İlerleyen yıllarda Balkanlar’ın Osmanlı’dan kopması da bunda etkili oldu. Çünkü işçi hareketine öncülük edecek sosyalist hareket esas olarak Rumeli kentlerinde ortaya çıkmıştı.

Sosyalist hareketin doğuşu

Osmanlı’da sosyalist hareketin bir varlık olarak ortaya çıkması ve düzenli faaliyet yürütmesi ancak 1908 yazıyla birlikte mümkün olabilmiştir. Doğal olarak sosyalist hareketin doğuş merkezi Rumeli’dir. Balkanlar’ın diğer parçalarında çok daha önce ortaya çıkan sosyalist fikir ve örgütlenmeler, 1908’in göreceli özgürlük ortamında Osmanlı Rumelisi’nde de etkisini göstermiş ve gelişen işçi hareketiyle birlikte sosyalist hareket tarih sahnesine çıkmıştır.

Balkan sosyalist hareketinin gelişip büyümesinde 1905 Rus devriminin önemli bir etkisinin olduğu kuşkusuzdur. Devrimle birlikte Bulgaristan, Sırbistan, Romanya gibi ülkelerde sosyalist harekette bir canlanma meydana gelir. Bilhassa Bulgaristan’da sosyalist hareket, tarihsel ve kültürel yakınlığın da etkisiyle Rus sosyalist hareketinden oldukça etkilenmişti. Bu etkiye bizzat şahit olan Troçki, Bulgar sosyalist entelijansiyasının ve proletaryanın ileri tabakalarının “Ruslaştığını” dile getirmekteydi. Bulgar Sosyal Demokrat Partisi 1903’te “Darlar” ve “Genişler” biçiminde ikiye bölünmüştü ve Darlar daha sol bir çizgi izlemekteydiler.[5]

Osmanlı Rumelisi’nde sosyalist hareketin gelişmesinde Bulgar sosyalistlerinin inkâr edilemez bir rolü vardır. Her iki kanattan da sosyalist militanlar, özellikle 1908 sonrasında Selanik, Üsküp, İstanbul, Manastır ve Edirne’ye giderek buralarda sosyalist fikirleri yaymaya ve işçi hareketini sosyalist temelde etkilemeye çalışmışlardı. Makedonya merkezli Dar sosyalistlerin söz konusu kentlerde siyasal örgütlenmeleri ve bunların şekillendirdiği sendikalar vardı. Tüm bu kentlerde siyasal propaganda ve ajitasyon ise Rabotniçeski Iskra (İşçi Kıvılcımı) gazetesi aracılığıyla yapılmaktaydı.

Mayıs 1909’da İstanbul’da örgütlenen ve bir yıl sonra Ergatis (İşçi) gazetesini çıkartan İstanbul Sosyalist Merkezi’nin kurucuları da; başta Selanik olmak üzere diğer Rumeli kentlerinde son derece etkili olan ve ilerleyen yıllarda Yunanistan Komünist Partisinin kurulmasında önemli bir rol oynayan Selanik Sosyalist İşçi Federasyonunun (SSİF) lideri Abraam Benaroya da başlangıçta Bulgaristan sosyalist hareketiyle ilişkilidir.

Selanik ve SSİF

Kendisi de bir Yahudi olan Benaroya, Filibe’de Yahudi okullarında Bulgarca öğretmenlik yapan bir öğretmendi. Dar sosyalistlerin bölündüğü 1908’de anarko-liberallerin yanında yer alsa da, daha sonra onlardan ayrılarak Yahudi nüfusun yoğun olarak yaşadığı Selanik’e sosyalist çalışma yürütmeye gitmişti.

Bu yıllarda Osmanlı’nın en önemli ticaret, sanayi ve kültür kenti haline gelen Selanik’in nüfusunun ekseriyeti Yahudilerden oluşmaktaydı. 60 bin Yahudinin, 20 bini Yahudilikten dönme 40 bin Müslümanın, 40 bin Rumun ve diğer halkların birlikte yaşadığı Selanik, doğal olarak kozmopolit bir kültüre sahipti. Kapitalist ilişkilerin gelişmesiyle birlikte, bu etnik ve inanç gruplarının içe kapalı yapısı çözülmeye ve topluluklar içinde sınıf ayrımları derinleşmeye başlamıştı. Sınıfsal ayrışmanın ve mücadelenin en keskin biçimde meydana geldiği topluluk Yahudilerdi. Selanik’teki ticaretin büyük bir kısmını ve sanayiyi bir avuç Yahudi burjuva kontrol ederken, bu küçük azınlığın tam karşı kutbunda yer alan işçi sınıfının üçte ikisini de yine Yahudi işçiler oluşturmaktaydı. Yahudi işçiler arasında sosyalist fikirlerin yayılmasında, sınıf bilincinin ve mücadelenin gelişmesinde hiç kuşkusuz, diğer ezilen ulusların işçilerinin aksine, ulusal çelişkinin Yahudi işçileri derinden etkilememesinin de bir rolü vardı. Yahudi sosyalistleri, tüm ezilen milletlerin ve inanç gruplarının demokratik haklarına kavuşarak, Osmanlı topraklarında birlikte yaşaması gerektiğini savunmaktaydılar.

1908’de grevler Selanik ve civarını etkisi altına aldığında, sosyalistler, İttihat Terakki’nin, burjuvazinin ve ezilen ulus kurtuluş örgütlerinin işçi hareketini yolundan saptırma tehlikesiyle karşı karşıya gelirler. Meselâ İttihatçılar ve patronlar, işçilere grev yapmak yerine yardımlaşma sandıkları kurmalarını ve birbirlerine yardım etmelerini öğütlüyorlardı. Zaten o güne değin, işçilerin ve patronların birlikte üye oldukları birçok meslek esaslı dernek kurulmuş ve bunların başına da sermaye sınıfından kimseler geçmişti. Böylece sınıf ayrımlarının derinleşmesinin, bunun işçilerin bilincinde açığa çıkmasının ve işçi hareketinin kökleşmesinin önüne geçmiş oluyorlardı. Dolayısıyla işçi örgütlerini burjuva meslek derneklerinin etkisinden kurtararak işçi hareketini bağımsızlaştırmak acil bir sorundu.

Bu temelde Benaroya liderliğinde; matbaa, tütün, dikim ve demiryolu işçilerinden oluşan 30 Yahudi işçi, Selanik İşçi Kulübünü kurar. Kulüp başlangıçta Musevi işçiler arasında faaliyetlerini yoğunlaştırsa da, kısa zamanda diğer milliyetlerden işçilere de ulaşacaktır. 1908 devrimini bastırmayı hedefleyen 31 Mart 1909 gerici hamlesinin yenilmesinden sonra grevler bir kez daha yayılır, işçi hareketi ve siyasal ortam canlanır. İşte o günlerde Kulüp kendisini sosyalist olarak ifade etmeye başlar. 1 Mayıs ilk kez 1909’da Osmanlı topraklarında da kutlanır ve kızıl bayraklar eşliğinde yapılan bu başarılı kutlama, Selanik Sosyalist Kulübünün işçi kitleleri ve aynı zamanda sosyalistler üzerindeki otoritesini güçlendirir.

Nitekim hem sınıf hareketindeki canlanma hem de Kulübün etkisi, 19 Haziranda yapılan ve 6 bin kişinin katıldığı mitingle kendini açığa vurur. Mitingin amacı, sendikaları yasaklayan ve kamu sektöründe grev yapılmasını imkânsızlaştıran Tatil-i Eşgal Kanununun Meclis-i Mebusan’da görüşülmesini protesto etmekti. II. Enternasyonal’e gönderilen bir raporda; sosyalistleri, sendikaları, dernekleri de kapsayan 23 örgütün birlikte bir yürüyüş ve miting düzenlediğinden bahsedilmektedir. Demiryolu ve tütün işçilerinin yoğun ilgi gösterdiği mitinge dair Benaroya, anılarında şunları anlatıyor: “O gün Selanik’te ordu tetikte duruyor, atlı alayı alanı sarmış bulunuyordu. Bütün bunlara rağmen, miting büyük bir başarı kazandı. Yalnız alan değil, fakat ara yollar bile insanla dolmuştu. Atlı alayı bu insan kalabalığı karşısında çemberi genişletmek zorunda kaldı. (…) Kızıl sosyalist bayraklar, hilalli Türk bayrağı, Yunan bayrağı ve çeşitli yazıların sergilendiği dövizler dikkati çekiyordu. Konuşmacılar arasında İstanbullu bir Ermeni gazete yazarı, bir Türk öğretmen, bir Sırp demiryolu işçisi, Tomof [Bulgar işçi temsilcisi], Benaroya ve iki Yunanlı işçi yer alıyordu.”[6]

1 Mayıs’tan sonra böylesine kitlesel ve coşkulu bir mitingin örgütlenmesi, Selanik sosyalistleri arasındaki siyasal birlik arayışlarını hızlandırmıştır. Nitekim Temmuzda Selanik Sosyalist Kulübü ile Bulgaristan sosyalistlerinin her iki kanadından örgütlerin birleşmesiyle Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu kurulur. SSİF’in kurulmasıyla birçok irili ufaklı sosyalist grup da Federasyona katılır ve bu örgütün sendikalar ve işçi kitleleri üzerindeki etkisi artar. SSİF enternasyonalist bir bakış açısıyla, Amele Gazetesi, Rabotniçeski Vestnik (Bulgarca), Efimeristu Ergatu (Yunanca) ve Jornal de Laborador (Ladinoca-Yahudi İspanyolcası) adlarıyla dört dilde bir işçi gazetesi yayınlayarak tüm milliyetlerden işçilere seslenir.

Eylül ayında, Glavinof önderliğindeki Dar Sosyalistler SSİF’ten ayrılsalar da Federasyon gelişip güçlenir ve özellikle 1911’den sonra Selanik sınırlarını aşan bir güce ulaşır. 1911 1 Mayıs’ının görkemli bir şekilde kutlanması, işçi hareketinin kararlı bir şekilde geliştiğini ortaya koyuyordu. 1 Mayıs’ta 12 bin işçi greve gitmiş, 7 bin işçi kutlamalara katılmış, yürüyüşte kızıl bayraklar taşınırken, birçok dilde Enternasyonal marşı söylenmişti. Tüm bunlarla birlikte, SSİF’nin Ermeni sosyalistleriyle birlikte II. Enternasyonal’e kabul edilmesi, Balkan Sosyalist Federasyonunun tartışıldığı kongrelere çağrılması, daha da önemlisi, birçok irili ufaklı sendikanın yanı sıra, Selanik Tütün İşçileri Sendikası gibi önemli bir sendikanın Federasyonun denetiminde olması işçi hareketinin geliştiği gerçeğinin bir ifadesidir. İttihat Terakki’nin İstanbul dâhil sosyalist hareketi bastırmak üzere harekete geçmesinde, SSİF öncülüğünde gelişen sosyalist hareketin toplumsal alanda etkili olmasının önemli bir rolü vardır. 11 Kasım 1911’de Selanik Valiliğinin İçişleri Bakanlığına gönderdiği bir yazıda, “Selanik’te bilcümle amelenin sendikalar teşkilinin gittikçe tevessü ettiği… Tedricen sosyalizm fikir ve hayatının inkişafı ile ticareti mahalliyenin mahvolacağı… Bu itibarla ruhsat ilmühaberi itasında tereddüt edildiği… Ve nihayet ruhsatname verilmiş olan sendikaların men’i için bir Meclisi Vükelâ kararı alınması” gereği belirtiliyordu.[7]

Zaten İttihat Terakki 1910’un sonundan itibaren sosyalist hareket ve sendikalar üzerinde baskıyı arttırmış, gazete ve örgütleri kapatmaya başlamıştı. Selanik Tütün İşçileri Sendikası, SSİF, İstanbul’da ise İştirak ve Ergatis gazeteleri kapatılanlar arasındaydı. SSİF lideri Benaroya sürgüne gönderilmiş, ancak II. Enternasyonal’in protestoları ve Osmanlı Meclisindeki sosyalist milletvekillerinin (Selanik mebusu Dimitar Vlahof ve Ermeni sosyalistleri) basıncıyla bu karar geri çekilmiştir.

Baskıların artması, İttihat Terakki’nin Türk milliyetçiliğini yükseltmesi ve Balkan savaşının ayak seslerinin işitilmeye başlanması, Osmanlı sosyalist örgütleri arasında birlik arayışlarını güçlendirir. 1911’in Ocağında Bulgar Dar Sosyalistlerinin öncülüğünde yapılan Osmanlı Sosyalistleri Birinci Konferansına Selanik, İstanbul, Üsküp, Tetova, Mitroviça, Goluşevo’dan Yahudi, Bulgar, Rum ve Sırp 29 sosyalist temsilci katılır. SSİF ve İstanbul Sosyalist Merkezi’nin temsilcileri de bunlar arasındadır. Esasında bu konferansta alınan kararlar ile 1910 Ocağında Belgrad’ta düzenlenen Balkan Sosyalist Partileri Kongresinin kararları paraleldir. Belgrad Kongresi, Balkanlar’daki bölünme ve çatışmaya karşı Balkan Cumhuriyeti Demokratik Federasyonunu savunmuştu. Selanik konferans kararlarında, Avrupalı emperyalistlerin müdahalelerinin İttihat Terakki’nin milliyetçiliği ve militarizmi yükseltmesine neden olduğu ve bunun işçi sınıfının gelişimini olumsuz etkilediği söyleniyor, bu durumdan Sosyalist Enternasyonalin yardımıyla, örgütlü proletaryanın genel mücadelesiyle çıkılabileceği belirtiliyordu.

Bu konferans vesilesiyle SSİF ile Dar Sosyalistler arasındaki sürtüşme bir ölçüde aşılmış oluyordu. Dar Sosyalistler SSİF’yi reformist olarak eleştirmekteydiler. Bu ayrımları tartışmanın yeri burası olmadığı için geçiyoruz, ancak o dönemde sosyalist hareketin çapını aşan ve yıpratıcı olan bir polemik ve eleştirinin söz konusu olduğunu belirtmek gerekir.[8] Aslında SSİF’in işçi sınıfı içinde enternasyonalist bir anlayışla çalışması ve savaşa karşı aldığı tutum genel hatlarıyla doğrudur. İtalya’nın Trablusgarp’ı işgal etmesiyle savaş meselesi çok yakıcı bir şekilde gündeme gelir. Tüm milletlerden binlerce işçinin katıldığı 4 Ekim 1911’deki SSİF mitinginde, “Uluslararası kapitalistlerin fetih siyasetlerinin doğrudan bir sonucu olan cüretli darbenin Avrupa ve özellikle Balkanlar’da genel bir patlamaya yol açabilecek kıvılcımı oluşturabileceğine” dikkat çekilerek savaş protesto edilmişti.

Gerçekten de Trablusgarp’tan hemen sonra, değişik uluslardan ve inançlardan oluşan Balkan halklarını tam bir yıkıma ve Osmanlı işçi sınıfını parçalanmaya götüren Balkan Savaşları başladı.

İstanbul sosyalistleri

İstanbul Sosyalist Merkezi’nin (İSM) kurucuları Rumdu ve Merkezin çıkardığı Ergatis (İşçi) gazetesi Rum işçilere hitap etmekteydi. Merkez, Yunan öğretmenler arasında yankı bulurken, özellikle terzi ve şemsiye işçileri arasında örgütlenmeyi başarmış, sendikalar kurmuş ve birçok grevde işçilere öncülük etmiştir.[9]

İstanbul Sosyalist Merkezi’nin kurucusu, Bulgar Dar Sosyalistlerinin Selanik’i de kapsayan Makedonya bölgesine hitap eden Rabotniçeski Iskra gazetesinin İstanbul muhabiridir. Papadopoulos, bir grup Rum aydınla birleşerek İSM’yi kurar ve Ergatis gazetesini yayınlar. H.Vezestenis imzasıyla II. Enternasyonal’e gönderilen bir raporda, İSM’nin nasıl kurulduğuna ilişkin şunlar söylenmektedir: “Mutlakıyetçi düzenden, meşrutiyetçi düzene geçildikten birkaç ay sonra, birkaç sosyalist yoldaş İstanbul’daki işçi sınıfını eğitmek; sosyalist fikirleri yaymak, onları ekonomik ve siyasal düzende örgütlemek için sosyalist bir grup kurmayı kararlaştırdılar. Amaçları kapitalist sömürüye karşı mücadele etmekti.”[10]

Haziran 1910’da yayınlan Ergatis, kendisini, “Türkiye işçileri birleşin” sloganıyla ve “Türkiye Sosyalist Merkez Organı” olarak tanıtır. Ergatis’i çıkartan grup, Türkiye’de bir “enternasyonal sosyalist parti” kurmayı hedeflediğini belirtir. İstanbul’da Rum işçilere dönük böyle bir gazete çıkması ve aynı gazetenin Türkçe ve Ladinoca yayınlanması Rum egemenler arasında rahatsızlık yaratmıştı. Gazete incelendiğinde, dönemin işçi hareketinin gazeteye taşındığı, işçilere sosyalist propaganda yapıldığı ve sosyalist temelli sendikalar kurulmaya çalışıldığı görülmektedir. Ancak bu sosyalist grup işçi sınıfı içinde daha tutunamadan İttihat Terakki baskıları artırır ve çok geçmeden Ergatis kapatılır.

Ergatis’in kapatılmasından sonra, Parvus’un da teşvikiyle Vezestenis liderliğinde İstanbul Toplumsal Araştırmalar Grubu kurulur. Bu grubun 1914’te II. Enternasyonal’e gönderdiği bir rapor, Balkan Savaşlarının işçi sınıfı üzerinde nasıl tahribat yarattığını gözler önüne sermektedir. Raporda 1 Mayıs’ın kutlanamadığı belirtilmekte ve şunlar söylenmektedir: “Ne yazık ki önleyemediğimiz bu Balkan Savaşı denilen savaş, etkilerini Doğu emekçi sınıfının daha uzun süre üzerinden atamayacağı, halkın ve proleterlerin henüz yeni olan uyanışlarını geciktirecek sonuçlar doğurmuştur. … Bu savaş, Doğu ulusları arasında kin ve taassubu yeniden canlandırdı, yöneticiler ve sermayedarlar çıkarına milliyetçi zihniyeti güçlendi.”[11]

Ergatis’in yayınlandığı dönemde Hüseyin Hilmi de (İştirakçi Hilmi olarak bilinir) İstanbul’da İştirak gazetesini çıkartmaktadır. 26 Şubatta yayınlanmaya başlayan İştirak, 17. sayısında kapatıldığı için, onu İnsaniyet, Sosyalist ve Medeniyet gazeteleri izler. 1910 Eylülünün ilk haftasında İştirak, Osmanlı Sosyalist Fırkasının (OSF) kurulduğunu haber verir. Fakat gerçekte ortada bir sosyalist parti falan yoktur. Hüseyin Hilmi ve etrafındaki birkaç aydından ibaret bir gazete çevresi söz konusudur.

OSF meselesini inceleyenler, Hüseyin Hilmi’nin ve dergisinin sosyalizmden ne denli habersiz olduğunu ortaya koymuşlardır.[12] Gazetenin ilk sayısında “iki şeye fevkalade ihtiyacımız var” denerek bunlar “teşebbüs ve terakki” olarak sıralanır. Aslında kastedilen şey kapitalist gelişme ve ilerlemedir. Hüseyin Hilmi’nin bir Osmanlı aydını olan Baha Nevzat’tan etkilenerek sosyalist olduğu belirtilmektedir. Ne var ki Baha Nevzat gerçekte sosyalist değil, kimi anarşist düşüncelerin, hümanizmin ve siyasal açıdan liberalizmin etkisi altındadır. Bilimsel sosyalizmin gelişip kök salamadığı Osmanlı’nın bu döneminde, liberal aydınlar sosyalizm ile hümanizmi kendi düşüncelerinde eşitlemişlerdir. Meselâ Denizci Tümgeneral olan Ahmet Paşa, kendini sosyalist olarak adlandırmış ve hatta İngiliz İşçi Partisine üye bile olmuştur. Liberal düşünce ile sosyalizm birlikte algılandığından, örneğin sendikaların yasaklanmasını getiren kanun Mecliste görüşüldüğü zaman, liberal görüşlü milletvekili Mehmed Cavid, grev hakkını ve sendikal özgürlüğü savunduğu için derhal sosyalist ilan edilebilmiştir.

Bu ortamda doğan İştirak ve OSF’ye de damgasını basan sosyalizm değil sosyalist söylemli liberalizmdir. OSF, işçilerin çalışma şartlarının düzeltilmesini istemekte ve burjuva siyasal özgürlükleri savunmaktadır. Zaten OSF, işçilere sendika kurma çağrısı yapmanın ötesine geçememiş, asla işçilerle bağ kuramamış ve İttihat Terakki’nin baskılarının yoğunlaştığı bu dönemde, İştirak liberal aydınların siyasi kürsüsü haline gelmiştir. Lakin İttihat Terakki bu kadarına bile tahammül edememiş ve çok geçmeden OSF’nin çıkardığı tüm gazeteler kapatılmış ve Hüseyin Hilmi sürgüne gönderilmiştir.

Son perde: 1919-1923 arasında işçi hareketi ve sosyalist örgütlenmeler

Balkanlar’ın Osmanlı’dan koptuğu 1912’nin sonundan başlayarak, Birinci Dünya Savaşı boyunca işçi hareketi geri çekilmiş ve İstanbul’daki sosyalist örgütlenmeler tümüyle ortadan kalkmıştır. İşçi hareketinin yeniden canlanması ve sosyalist örgütlenmelerin ortaya çıkabilmesi için 1919’u beklemek gerekecekti. Osmanlı’nın yenilmesinden ve Mondros Mütarekesinden sonra Batılı emperyalist güçler İstanbul’u işgal ederler. Bu tarihten 1925’e kadar işçi hareketi ve sosyalist harekette bir canlanma gerçekleşir. Bu dönem gerçekten de ilginç ve dikkat çekicidir. İttihat Terakki baskısının ortadan kalkması, kendi aralarında çelişkiler olan işgal kuvvetlerinin toplumu tam anlamıyla baskı altına alamaması ve elbette Ekim Devriminin estirdiği rüzgârlar nedeniyle, bu dönemde işçi hareketinin merkezi konumunda olan İstanbul’da siyasal açıdan görece rahat bir ortam oluşmuştur.

Nitekim sürgünden dönen Hüseyin Hilmi’nin OSF’si Türkiye Sosyalist Fırkasına dönüşürken, Almanya’dan gelen ve aralarında Şefik Hüsnü Deymer ve Ethem Nejat gibi sosyalistlerin oluşturduğu Marksist nitelikteki Kurtuluş Grubu öncülüğünde Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Fırkası (TİÇSF) kurulur. Ekim Devrimi, tüm dünyada olduğu gibi kaçınılmaz olarak Anadolu emekçileri ve işçi sınıfı üzerinde de etkisini gösterir. Bir anda, özellikle yerli sermaye çevrelerinin denetimindeki kimi dergiler, devletçi, milliyetçi ve aslında korporatist temellere yaslanarak; işçi sınıfının gücünden ve yeni dünyanın merkezinde işçilerin olduğundan söz etmeye başlamış ve meselâ o günlerde amele kavramının yerini işçi kavramı almıştır. Rusya’daki işçi iktidarının etkisi somut olarak yansımasını bulur: Bir ulusu var eden işçilerdir ve onlar görmezden gelinemezler!

1919’dan başlayarak İstanbul, İzmir, Zonguldak, Eskişehir, Adana ve Konya’da grevler gerçekleşir. Lakin grevlerin esas merkezi İstanbul’dur. Nisan 1920’de Kazlıçeşme deri işçileri ücretlerinin yükseltilmesi talebiyle greve giderler. Ne var ki sendika kurmanın yasak olduğu koşullarda, işçilere yardım edecek bir örgütlenme olmadığı için işçiler yalnız kalırlar. Bunun üzerine işçiler, TSF’den yardım almak amacıyla İştirakçi Hilmi’ye başvururlar. İşte bu anda, iki yıl boyunca TSF’nin İstanbul’daki işçi hareketini etkisi altına aldığı ilginç bir dönem başlar. Bu yıllarda TSF bir sendikaya dönüşerek işçi hareketinde önemli bir rol oynar.

TSF’nin yardımıyla, on gün süren Kazlıçeşme deri işçilerinin grevi başarıyla sonuçlanır ve bu durum, derhal diğer işçilere örnek teşkil eder. Fransa-Belçika ortaklığıyla işletilen İstanbul tramvay ve tünel işçileri de yardım almak üzere TSF’ye başvururlar. Hüseyin Hilmi’nin İngiliz işgal kuvvetleri komutanlığıyla “iyi ilişkilerini” kullanması, bu temelde Fransa ile İngiltere arasındaki çelişkilerden yararlanması ve grevden dolayı tramvay hatlarının çalışmaması şirketin geri adım atmasını sağlamıştır. Yaklaşık 5 gün süren grev boyunca İngiliz işgal komutanlığı, Başbakan Damat Ferit ve şirket yönetimiyle işçiler adına görüşmeyi Hüseyin Hilmi yürütür. 15 Mayıs 1920’de işçilerin taleplerinin büyük bir kısmı kabul edilir.[13]

Daha sonra, 1921-22’de işçiler, haklarının verilmemesi ve çalışma koşullarının ağırlaşması üzerine birkaç kez daha greve çıkacak ve sonucunda ise yenileceklerdir. Bu yenilgi aynı zamanda TSF’nin de sonunu hazırlayacaktır. 1 Aralık 1920 tarihli bir İngiliz raporu, TSF’nin ve Hüseyin Hilmi’nin rolünün arabuluculuk olduğunu belirtir. Belçikalı şirketin İstanbul yönetimi ise, merkezine gönderdiği raporda, İngiliz işgal kuvvetlerinin uyarılması için hükümetin devreye girmesini istemiştir. Çünkü şirkete göre grevcilere müsamaha gösterilmektedir. Elbette mesele bu kadar basit değildir. İşgal kuvvetleri komutanı Harrington, TSF içinde radikaller olduğunu ve Hüseyin Hilmi’nin başarısızlığı halinde partinin bunların eline geçeceğini ve grevlerin daha da sertleşeceğini belirtir. Tramvay işçilerinin içinde bazı sosyalist işçilerin olduğu ve grev öncesinde şu ya da bu ölçüde bir hazırlık yapıldığı bilinmektedir. Beri taraftan, tramvay şirketinde, terhis olan ve işsiz kalan subayların vatman olarak çalışmasının da ciddi bir rolü olmuştur.

İstanbul Tramvay grevi, TSF’nin işçi hareketi üzerinde geniş bir otorite kurmasında belirleyici olmuştur. Haliç Tersanesi işçileri, Şirketi Hayriye (vapur işletmeleri) işçileri, İstanbul elektrik ve hava gazı dağıtımı işçileri başta olmak üzere, birçok işyerinden işçiler TSF’ye üye olmaya başlar. Sendika kurmak yasak olduğundan, TSF’nin kurduğu işçi dernekleri partinin şubeleri olarak varlık göstermekteydiler. O dönemin Alemdar gazetesine göre TSF’nin 17 bin üyesi vardı.

İşte bu ortamda kutlanan 1921 1 Mayıs’ı oldukça etkili olur. İşgal kuvvetlerinin engelleme çabalarına rağmen, işyerlerinin büyük çoğunluğu çalışmadığı için 1 Mayıs’ta İstanbul bir genel grev havasına bürünür. Yürüyüş ve Kâğıthane’de kutlama yapılır. Dönemin gazeteleri, manzarayı şöyle betimlemektedir: “Şehrimizde işçi bayramı dün işçiler tarafından tesit edilmiştir [kutlanmıştır]. Şirketi Hayriye, Haliç ve Tramvay Şirketleri amelesi çalışmadıklarından, vesait-i nakliyenin büyük kısmı muattal kalmıştır. Ameleden bir kısmı, bayramlarını tesit için mavi işçi gömlekleri giydikleri, kırmızı boyunbağı taktıkları gibi hepsi de kırmızı rozetlere hamil idiler. Amelenin bindiği bazı otomobillere de kırmızı bayrak takılmıştı. Türkiye Sosyalist Fırkası’nın Babıâli’deki merkezinde tören yapılmış, saat 10’dan bire kadar mızıka Enternasyonal’i çalmıştır.”[14]

Ne var ki 1922’ye gelindiğinde, işçiler yığın olarak TSF’den istifa etmeye başlamış ve parti işçiler üzerindeki kontrolünü yitirmiştir. Hiç kuşkusuz bunda, kendine fazladan güvenen Hüseyin Hilmi’nin işçiler adına keyfi şekilde kararlar almasının ve bilhassa 1922’deki tramvay grevini başarısızlığa sürüklemesinin büyük rolü vardır. Meselenin şu boyutunun altını çizmek gerekiyor: Şaşırtıcı şekilde TSF’nin işçiler arasında bir otorite haline gelmesinin nedeni, partinin işçi kitleleri içinde planlı ve örgütlü bir sınıf çalışması yürütmesi değildir. Tümüyle kendiliğinden bir işçi hareketi söz konusudur. Ücretlerini yükseltmek ve çalışma koşullarını düzeltmek isteyen işçilerin ekonomik istemlerine ulaşma arzusu ile işçilere yardım etmeyi sosyalizm olarak belleyen bir grup aydının sendikalist pratiği örtüşmüştür. TSF bu dönemde de işçilerin bilinçlerini dönüştürmek ve işçi kitlelerine sınıf bilinci aşılamak amacıyla hiçbir şey yapmamıştır. Neticede kendiliğinden işçi hareketi bir süre sonra geri çekilmiş ve TSF’nin sendikalist rolü de son bulmuştur.

Bu dönemde, TİÇSF[15], Türkiye İşçi Derneği aracılığıyla işçi hareketini etkilemeye çalışmaktadır. TİÇSF’nin, tüm işçi ve sosyalist örgütleri tek bir cephede toplamak amacıyla 25 Ekim 1919’da yaptığı toplantıya 2 bin işçi katılmıştı. Bunlar arasında Tophane fabrikalarından işçiler de vardı. Toplantıda emperyalist savaş ve yıkım teşhir edilmiş, işçi sınıfı örgütlenmeye çağrılmıştır: “Dünyada görülmemiş bir harp, hendekleri insan leşleriyle doldurdu ama sermayedarlar evlerinde rahat oturdu. Senin arkadaşların çalıştı, öldü. Harp kazanılsaydı, sen ne kazanacaktın? Düşmanın Rum, İngiliz, Fransız değildir. Dünyada senin düşmanın sermaye sahipleridir. Biz milliyetçi fırkaları istemiyoruz. Arkadaşlar, bir gün kurtuluş günü gelecektir. Birleşin!”[16]

Gel gelelim TİÇSF bu girişiminde başarılı olamaz. İşçi hareketi içinde sistematik bir çalışma yürütmeyi önüne koyan TİÇSF, bu kez tüm işçi örgütlerini tek bir konfederasyon altında toplamak amacıyla 1922’de bir toplantı çağrısı yapar. Fakat TSF ve tramvay işçilerini bölmek üzere kapitalistlerin kurdurduğu sarı sendika bu toplantıya katılmaz. Ermeni Sosyal Demokrat Fırkaları dâhil irili ufaklı sosyalist örgütler, matbaa dizgi işçileri cemiyeti, Rum ve Ermeni işçilerin ağırlıkta olduğu sosyalist çizgideki Beynelmilel İşçiler İttihadı toplantıda yerini alır. Bu örgütler içinde en önemlisi; bira, deniz ve marangoz işçilerinin oluşturduğu birlikleri içine alan, Komintern’in kurduğu Kızıl Sendikalar üyesi Beynelmilel İşçiler İttihadı idi. Dört bin işçinin üye olduğu bu sendikanın bin kadar üyesi Türk işçilerden oluşmaktaydı.

Toplantıda bir konfederasyon oluşturma kararı alınmış ve aslında bir sendika kurmanın ötesine geçilerek, adeta komünist bir parti söz konusuymuşçasına, Marksist bir program için hazırlıklara başlanmıştır. Bu kapsamda yayınlanan bir bildirinin üzerinde Troçki, Lenin ve Zinovyev’in resimlerinin olması oldukça dikkat çekicidir. “Bütün dünya işçileri birleşiniz” yazan bildiride, şöyle denmektedir: “Yoldaşlar gözlerimizi açıp aramızdan istismarcıların ektiği milli tefrikayı söküp atalım. Mukadderatımızı, cihan emekçilerinin mukadderatlarıyla birleştirelim. Beynelmilel işçiler ittihadının kırmızı bayrağı altında toplanalım. Yaşasın Türkiye İşçi Teşkilatları Birliği, Yaşasın Beynelmilel İşçi İttihadı, kahrolsun istismarcılar, çorbacılar, haram yiyici sınıflar.”[17]

1919’da canlanan işçi hareketi, esasında 1922’nin sonlarına doğru yavaşlar. Bu dönemin en önemli grevlerinden biri olan Edirne-İstanbul hattındaki Şark Demiryolu işçileri grevi, 18 Kasım 1923’te başlar ve 1200 işçiyi kapsar. Tam on gün sonra işçiler, taleplerini kabul ettirmeyi başarırlar. Grevin kazanımla sonuçlanmasında; şirketin yabancı kapitalistlere ait olmasının, Cumhuriyetin ilanından hemen sonrasına denk gelmesinin ve böylece yeni kurulan devletin şimşeklerini üzerine çekmemesinin önemli bir rolü vardır. İlerleyen günlerde işçi hareketi, bir taraftan bizzat devlet eliyle yaratılan örgütlenmeler aracılığıyla kontrol altına alınmaya çalışılırken, öte taraftan sosyalist hareket baskı altına alınır. Bu baskı dalgasının bir adımı olarak 1924’te TİÇSF, Kemalist rejim tarafından kapatılır. TKP geleneğinin Türkiye ölçeğinde örgütlemeye çalıştığı örgütlerin kapısına kilit vurulur. Öyle ki, yeni rejim, işçi hareketini kontrol altına almak üzere örgütlediği işçi örgütlerini bile tahammül edemeyerek kapatır. 1925’te çıkartılan Takrir-i Sükûn Kanunuyla tüm toplum, işçi hareketi, sosyalist hareket ve ezilen Kürt halkı üzerinde yoğun bir baskı kurulur. Böylece işçi sınıfı ve sosyalist hareket için tam anlamıyla bir baskı ve yasak dönemi başlar.

***

Avrupa’da işçi hareketi ile sosyalist hareketin birbirinden ayrı yürüdüğü erken dönemler olmuştur. Lenin meselenin bu boyutuna dikkat çeker: “Her ülkede, işçi sınıfı hareketinin sosyalizmden ayrı olarak var olduğu, her birinin kendi yolunda gittiği bir dönem olmuştur: Ve her ülkede, bu ayrılık, hem sosyalizmi hem de işçi sınıfı hareketini zayıflatmıştır. Ancak, sosyalizmin işçi sınıfı hareketi ile kaynaşmasıyla her ikisi için de sağlam bir temel yaratılabilmiştir. Fakat sosyalizm ve işçi sınıfı hareketi arasındaki bu birleşme her ülkede zaman ve mekân şartlarına göre, tarihi olarak kendilerine özgü yollardan gerçekleştirilmiştir.” (Hareketimizin Acil Görevleri)

Ne var ki Osmanlı’da 1908’deki işçi hareketi, işçi sınıfı daha ekonomik örgütlerini kurup kökleştirmeden ve bu kapsamda bir sınıf bilinci kazanmadan henüz filiz halindeyken bastırılmıştır. Önce Balkanlar'ın kopmasıyla, ardından Birinci Dünya Savaşının getirdiği yıkımla Osmanlı işçi sınıfı parçalanmış ve yeni kurulan Cumhuriyetin baskı ve yasakları işçi hareketinde uzun bir kopuşa yol açmıştır. Oysa sayıları az da olsa 1908 grevlerinden gelen, geçmiş mücadeleleri hatırlayan, Osmanlı işçi sınıfının kozmopolit yapısından şu ya da bu şekilde etkilenen, 1919-1923 sürecini yaşayan ve sendikalar örgütlemeye çalışan işçiler vardı. Gayrimüslim işçiler tümüyle sahneden çekilmiş değillerdi. İşte tam da bu yüzden Kemalist rejim, baskı ve yasaklarla, 1919’dan sonra gelişip güçlenmeye başlayan sosyalist hareketin işçi sınıfına nüfuz etmesinin önüne geçmiştir. İşçi hareketi ile sosyalist hareketin gerçek anlamda ortaya çıkarak birleşebilmesi için ise 1960’ları beklemek gerekmiştir.

[1] Zafer Toprak, Türkiye’de İşçi Sınıfı/1908-1946, Tarih Vakfı Yurt Yay., s.87

[2] Mehmet Ö. Alkan, Anadolu Osmanlı Şimendiferleri/Demiryolları Şirketi Memurin ve Müstahdemin Cemiyet-i İttihadiyesi, Tanzimat’tan Günümüze Türkiye İşçi Sınıfı Tarihi/1839-2014 içinde, Tarih Vakfı Yurt Yay., s.145-73

[3] Georges Haupt ve Paul Dumont, Osmanlı İmparatorluğunda Sosyalist Hareketler, Ayrıntı Yay., s.233

[4] Zafer Toprak, age, s. 90

[5] Troçki, Balkan Savaşları, Arba Yay., s.36-45

[6] Georges Haupt ve Paul Dumont, age

[7] Oya Sencer, age, s.225

[8] Ayrıntı için bkz: Georges Haupt ve Paul Dumont, age

[9] Bkz: Stefo Benlisoy, O Ergatis Gazetesi ve Türkiye Sosyalist Merkezi, Tanzimat’tan Günümüze Türkiye İşçi Sınıfı Tarihi/1839-2014 içinde, s.174

[10] Georges Haupt ve Paul Dumont, age, s.126

[11] Georges Haupt ve Paul Dumont, age, s.155

[12] Bkz: Mete Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar/1908-1925; Oya Sencer, age

[13] Erol Ülker, Mütareke İstanbul’unda Tramvay İşçileri Hareketi, Tanzimat’tan Günümüze Türkiye İşçi Sınıfı Tarihi/1839-2014 içinde, s.174

[14] Oya Sencer, age, s.253

[15] TİÇSF, daha sonra Türkiye Komünist Partisinin İstanbul örgütü ve aynı zamanda onun yasal kolu gibi çalışacaktır.

[16] Oya Sencer, age, s.280-81

[17] Oya Sencer, age, s.287

(UTKU KIZILOK - MARKSİST TUTUM)

Business News