Yaşar Kemal 1939-1942 arasında derlemeye başlar ağıtları. İlk ağıt derlemesine doğduğu köyden başlar ve yaya, elinde bir değnekle Torosları dolaşmaya başlar.
“Erenler bir tek söz duyma uğruna az mı yürürlerdi Horasan’a, Kahire’ye dek, ya Çukurovalı Karacaoğlan az mı yürümüştü, tüm Yörükler, Türkmenler. Bizim edebiyat dediğimiz bir uzun yürüyüş. Göğceli( Yaşar Kemal) bu okulun öğrencisidir.”[1]
Yörenin ünlü, ölüye değer katan ağıtçılarının yanına gidip birkaç ağıtın daha kaybolmasına engel olur. Çukurova ve Toroslardan derlediği birçok ağıt “Ağıtlar” kitabında toparlar. Gün ışığı hemen değmiyor ağıtlara. Yayınlanması biraz zaman alıyor. Elimize Abidin Dino’nun önsözüyle geçen bu kitap Anadolu’nun en zengin damarıyla yani acıyla besleniyor. Ve bu damardan, halkın doğayla iç içeliği, ebedi aşkları, dil üzerindeki yaşam izleri fışkırıyor.
Ölüm derin bir çaresizlik hali öncelikle. Yiten sevgiye bir isyan, geri alamadığın her şeye karşı bir yenilgi, hala nefes alışına bir şükür aynı zamanda. “Ağıtları incelememiz bizi insan gerçeğine daha yakınlaştıramaz mı?” diye sorgulamaktadır üstat. Bundan sonrasını onun eşsiz anlatımından devam edelim.
“Ölüm karşısında insanın şaşkınlığı, korkusu, inanmamazlığı… Ölüm, insan soyunun en çok uğraştığı macerası olmuştur. İnsan soyu bilinçlendiğinden bu yana ölümsüzlüğü aramış, ölümü yenmek için yapmadığı etmediği kalmamıştır. İnsan ölümü yenmek için öylesine çok şey yaratmıştır ki, inanmak güç. Tanrılar, ölümde tanrılara sığınma, dünyamızdan başka dünyalar yaratarak o dünyalara sığınma, destanlara, ağıtlara, şiirlere sığınma… Düşlere sığınma. İnsanın ölümden kaçmak için yaratarak sığındığı düş dünyaları öylesine zengindir ki, insanoğlu ölümden başka hiçbir şeyle uğraşmamış dersiniz. Elimizdeki en eski yapıt olan Gılgamış Destanı bile bir ölümsüzlüğü aramanın yapıtıdır. Ve ölüm törenleri, buna bağlı olarak da ağıt törenleri o günden, o günden çok öncelerinden, bu güne kadar sürüp geliyor.
Ölüm törenleri her toprakta kendine göredir. Türlü özellikler gösteren bu törenlerin ortak yanları da vardır: bu da törenlerde ağıt yakmadır. Daha da çok bu ağıtları kadınların yakmasıdır. İran’da, Orta Asya’da, bugünkü Yunanistan’da, Kürtlerde törenlerde ağıt yakmalar sürüyor. Kürtlerde ağıt yakmaların başka bir özelliği de var, oralarda, yani İran’daki, Irak’taki, Suriye’deki, Türkiye’deki Kürtlerde, ölülerin üstüne erkekler de ağıt yakar.
Benim burada amacım salt, ölüm törenlerinin, ağıt yakmaların insanlık macerasıyla birlikte, belki de sözden önce başladığına şöyle bir değinmektir. Ve bu ölüm törenleri, ağıt yakmalar, dünyanın birçok ülkesinde günümüze kadar geldi. Böylelikle de insanların ölüm karşısındaki durumu, ölüm karşısındaki acıları, tesellileri, umutları, umutsuzlukları, içlerindeki şiir, korku, sevinçleri birçok karmaşık iç içe geçmiş duygular ortaya çıkarabilir.
Ben bu ağıtları derlerken kaçırdığım bir yan oldu. O zamanlar ses alma makineleri daha Türkiye’ye gelmemişti. Gelmiş olsa bile benim elime geçme olanağı yoktu. Ağıtları yavaş da olsa çabuk da olsa yazıyordum. Yalnız ağıtı bana söyleyen her kişi, bir de uzun, o ağıtın hikâyesini anlatıyordu. Bu uzun hikâyeleri o günün koşullarında, kendi koşullarımda olduğu gibi yazma olanağım yoktu.
Çukurova halkı Dadaloğlu şiirlerini günümüze kadar kafasında taşımıştır. Onun şiirleri hem bir başkaldırıdır, hem de yenilgiye ağıttır.
Gelen geldi elde değil gaziler
Akar gözüm yaşı çağlar ne deyim
Sağ selamet geçticeğim Binboğa
Sual eyler benden dağlar ne deyim
Elde geldi koç yiğidin kınası
Dara geldi ikiyüz üçün senesi
Koçaslan Kenan’ın Elif anası
Çıkar yollarımı değner ne deyim
Dadaloğlu göremedim düşleri
Şehidime dikemedim taşları
Yarsavutta olup biten işleri
Sual eder benden sağlar ne deyim
Bütün bu anlatımlar betimlemeler halkın dilindekilerdir. Destanların, türkülerin anlatımları halkın yüzyıllardan bu yana işlediği, doğa ve insan ilişkilerinden yoğunlaştırdığı, süzdüğü imgeler, betimlemelerdir. Ağıtlardaki yoğun şiirsellik de bunlardan örülmüştür.
Anavarza at oynağı
Kana belenmiş gömleği
Kıyman aşiretler kıyman
Kör karının bir değneği
Dervişin mendili ala
Bülbül konar daldan dala
Ben öpmeye kıyamazdım
Belemişler kızıl kana
Toroslar ve Çukurova yörelerinde, kimsesiz bir kadının tek oğlu öldüğünde, kadir Mevla’m kör karının elindeki değneği aldı, denir. İki gözden yoksun kadının elindeki değnek neyse, oğlu onun için, O’dur. Ben öpmeye kıyamazdım sözleri türkülerin ağıtların boyuna yenilenen ortak sözlerinden biri. Hepsi de en güzel biçimde söylenmiştir. Suyun altında cilalanmış çakıl taşı gibi.
Karacaoğlan’ın:
Varıp bir kötünün koynuna girmiş
Şu benim öpmeğe kıyamadığım
Kozanoğlu ağıtından bir dörtlük:
Karalı yağlık karası
Adana kozan arası
Ben öpmeye kıyamazdım
Ak döşü süngü yarası
Hacı Ağıtından başka bir örnek:
Kanlı yelek kanlı kuşak
Buna can dayanmaz uşak
Ben öpmeye kıyamazdım
Yatırdılar kuru yere
Ağıtların ortak söylemlerinden başlıcası ölüye övgüdür.
Boyu uzun beli ince
Var mı bacımın kusuru
Bulaman bacım gibisin
Efendi gezsen Mısır’ı
Maşallah bacım maşallah
On dördünde aylar gibi
Silkinir dışarı çıkar
Arabistan taylar gibi
Gelinin Ağıtı ağıtlar içinde örnek bir ağıttır. Maraş ilinin Andırın ilçesi Geben köyünde yeni bir gelin bulaşıcı bir hastalığa yakalanıyor. Gelini bir odaya koyuyorlar. Yiyeceğini içeceğini de bir odadan veriyorlar, onu hiç dışarı çıkarmıyorlar. Kimsecikler yanına yaklaşmıyor. Gelin 6 ay bu odada kalıyor. Öleceği günün akşamı da kendi üstüne bu ağıtı yakıyor.
İnce kayınım gelince
Tutar yakasını bitlerim
Alt’ay oldu ben yatalı
Arada kaldı itlerim
Bir insanın yakasını bitlemek, ona dert yanmak, onunla kötü konuşmak demektir. Bir de bakımsız kalan köpekleri için dertleniyor.
Osman’ım ağam yelip gelir.
Etek üçürdüm sokullu
Gelin olup gezemedim
Zülüfüm yağlı kokulu
Bu dörtlükten ağıtın Osmanlı çağında geçtiği anlaşılıyor. Cumhuriyette, artık üçetek kalkmış erkekler şalvar, pantolon giymeye başlamışlardı.
Kabirim derin eylen
Su serpin serin eylen
Sabah sürmel’eşim gelir
Sağ bucağı yerin eylen
Dizim dizim diziliyorum
İğneyi görmüyor gözüm
Arada kaldı arada
İki oğlum bir tek kızım
Gelin altı ayda her şeyi özlemiştir. Çiçekleri, ağaçları, yaprakları, kuşları, kelebekleri, böcekleri, her şeyi, her şeyi özlemiştir. Karşı dağın arkasını, yaylasını, kilim dokuduğu ıstarı, geçtiği yolları, pınarları, alabalıkları, çakıl taşlarını, her şeyi göresi gelmiştir. Ele geçirdiğim ağıt bile sıkışmış insanın duygularını büyük bir sıcaklık, özlemle dile getiren, lirizmin bir başyapıtıdır.
Gelin Ayşe’nin Ağıtı da çok yaygın bir ağıttır. Bütün Toroslarda, Çukurova’da bilindiği gibi, Anadolu’nun birçok yerine taşmış, halay türküsü biçimine bile girmiştir, kimi yörelerde.
Koyun gelir yata yata
Çamurlara bata bata
Gelin Ayşe’m sele gitmiş
Ilgınlardan tuta tuta
Ayşe’nin ölümü böyle sanki ölmemiş gibi de,
Bacım uyku uyudun mu?
Bacım sulara düşeli
Ağıtlar da hemen hemen öteki dünya yok. Yunus Emre’de, öteki şairlerde olan beden çürümesi ağıtlarda yok. Hep bu dünyada yaşadıkları, yaptıkları, ettikleri, cömertlikleri, iyilikleri, yaşam biçimi, atları, develeri, çadırları, en ince ayrıntılarına kadar yaşam, yaşamına girenler, sular, pınarlar, sonsuz bulutlar… gelenekler, görenekler toplumun en gizli yanları… Bunlarla birlikte de konuşma dilinin zenginlikleri, ayrıntıları, dilin özü, hiçbir yapmacığa, ustalığa başvurmadan olduğu gibi, kırk bin yıl ağıt suyunun altında cilalanmış bir ağıt dili çıkıyor ortaya.
Ağıtlardaki betimlemeler gene yüzde yüz toplumun yaratısı ya o andaki, ağıt yakılırken ki duygunun verdiği görüntünün betimlemesi bize daha başka, taze bir betimleme biçimi getiriyor:
“Gitme Yemen’e Yemen’e
Karışın tozu dumana
Mektubun sal kardeşim
Bacını koyma gümana
Günden yana soldu mola
Yerden yanı oldu mola
Memedimin ala gözün
Karıncalar oydu mola.”
Ananın Ağıtı bunların hepsinden beter. Uzakta, gelinlikle ölmüş kızının mezarına gelen ana, kızının ölüsünü görmek istiyor ve mezarı açtırıyor. Sonra da ağıtı veryansın ediyor. 1939 yılında bu ağıtın peşine çok düştüm, Çukurova’dan Uzunyayla’ya kadar gittim, başka dizeleri de bulmak için olmadı, ağıt Uzunyayla’da unutulmuştu. Ağıtta hiç bir şeye yanmıyorum, burnundan kertenkele çıktı diyor ana. Bir ana bunu nasıl söyler, diye hep düşündüm. Sonra düşündüm ki halk için doğanın birçok olayı doğaldır.
Medine’nin Ağıtı
Kadirli’li Latifoğluları’nın çadırı Dedemli yaylasında kurulmuş. Latifoğlu’nun gelini Medine anasının göçünü çadırların altındaki yoldan geçerken görüyor, her ne sebeptense göçe ulaşamıyor, anasına özlemden dolayı ölüyor.
Gelini ağırlaşınca Latifoğlu kızın anasına haber gönderiyor. Kızın anası geliyor ki, kızı ölmüş, onu beklemeden de ölüyü gömmüşler. Kızının mezarını açtırıyor. Orada, mezarının başında anası bu ağıtı yakıyor.
Bu olay 1895’te geçtiği sanılıyor.
Gel Kalender şuradan otur
Ahmet sen kazmayı getir
Garip imiş ak Medine’m
Mezarın ucunda yatar
Üstüyün çalısın açtım
Yakayın düğmesini çözdüm
Amanın kızım amanın
Yavrum benden vaz mı geçtin
Dolandım da şu dağların ardından
Ak Medine’m deli oldum derdinden
Gerisine yanmıyorum
Kertenkele çıktı burnundan
Ağıtlarda daha böyle çok yalın gerçekler var, birçok yazarın yüreklilik gösterip söyleyemeyeceği kadar. Yazılı edebiyatın hiçbir büyük yazarının erişemeyeceği kadar yoğun, yalın betimlemeler.
Şu aşağıdaki dizeleri Azerbaycan ağıtlarında buldum. “Taş olsaydım erir idim, toprak oldum da dayandım.” Ben yıllar önce bu dizeleri Toroslarda derlemiştim, değişik bir biçimini. Yıllar sonra aynı dizeler karşıma Azerbaycan ağıtında çıkıyor. “Demir olsaydım çürürdüm. Toprak oldum da dayandım.”
Bir de muradını almadan yenik gitmek. Kalanlar için büyük acılardan birisi de bu
Burası büyük Adana
Kimse varmamış tadına
Ölüm gezme ardım sıra
Ermemişim muradıma
Sarı Ahmet adında bir delikanlı, Andırından, nişanlısı bulunan Köleli köyüne giderken yolda eşkıyalar tarafından vuruluyor. Bu ölümü duyan nişanlısı, vurulduğu yere kadar gelerek başında bu ağıtı yakıyor.
Odasına yer serdiğim
Telli çarşaflar örttüğüm
Sarılsana Sar’ Ahmet’im
Küsüp de ayrı yattığım
Süzün sar Ahmet’im süzün
Gaşı kirpiğinden uzun
Ben anandan duyar idim
Güz gelse de gursak düğün
Doğanın içindeki insan, ne kadar bozulursa bozulsun, sağlıklı insandır. Ölüm acısını yüreğinin başında ne kadar yoğun duyarsa duysun, bu dünyaya gelmiştir ya, gideceği yer, varacağı karanlık belki de o kadar umurunda değildir. Buna da karanlık umurunda değildir demek de kolay olmasa gerek. Ölüm insanoğlunun en büyük acısı, belasıdır. Yalnız dünyanın erişilmez tadı, sevinci, vazgeçilmezliği de her şeyden üstündür. Ağıtlar, insanoğlunun bu derinine kolay inemediğimiz bir gizini söylemiyor mu? İnsanın ölürken ki yalnızlığı, umarsızlığı, yanında sevgisini bile götürememesi… Bilmiyoruz ki… Bizdeki, dünyadaki ağıtlar üstünde gereğince durulursa, ölüm acımız belki biraz daha yenilenebilir. Ağıtlar, ölüm acısını yeniltmek için var olmuşlardır belki. Onu incelememiz bizi insan gerçeğine biraz daha yaklaştıramaz mı?
Homeros’un dediği gibi, yaratıklar içinde en acı çeken yaratık insandır. Çünkü bir tek o ölümün bilincine varmıştır. Belki bu bilinç bizim için her gün ölüm acısını yenilten bir em de olabilir.”[2]
“Kurtarmak gerekti Çukurova ve de Toros doğasının, insanın söz serüvenini.
Söz sözden ötedir elbet, önemli olan sözlerin yaşantı gücü, kavga gücü, düş gücü. Göğceli sezinliyordu bunu besbelli ve bu yüzden kilometrelerce yürüyüp dağ bayır koşup ne kurtarırsa kardır kuralınca, önce ağıtları, sonra da türküleri, koşmaları, destanları…”[3]
(Düzenleyen: Hediye Çınar Ekinci - DÜNYALILAR.ORG - Resim: NURİ İYEM)
[1] Abidin Dino, Milliyet Sanat Dergisi, 5 şubat 1979
[2] Yaşar Kemal, Ağıtlar,YKY 5 basım, 1993
[3] Abidin Dino, Milliyet Sanat Dergisi, 5 şubat 1979