Militarist bataklığa saplanıp ve buna bağlı politika izleyip de âbâd olmuş bir örnek verilemez: İki savaş arası dönemde Japonya, Almanya, İtalya, Soğuk Savaş döneminde İspanya, Portekiz, İsrail, Irak, İran ve hatta son yıllarda ABD ve Rusya...
Türkiye’nin Barış Pınarı Operasyonu ismiyle Suriye ülkesinin kuzeyinde Fırat’ın doğusu olarak isimlendirdiği bölgeye başlattığı askeri eylemlerin, uzmanı olmadığım için askeri ve stratejik özelliklerini incelemeyeceğim. Bunu gün boyu televizyonlarda, medyada, haberlerde ve programlarda elinde sopalarla haritalar üzerinde açıklamalar ve analizler yapan doktor, doçent, profesör, emekli albay, subay, gazeteci, propagandacı ve diğer sözcülerinden dinliyor, öğreniyorsunuzdur. Ben tüm bunları ortaya çıkaran bir yönüne bakacağım: Ülkenin içinde bulunduğu tehlikeli radikalizm dehlizinden hatta dibine doğru çekildiği bir girdaptan bahsedeceğim. Ülkenin, köklerinde mündemiç ama etkisini kaybetmiş olan barış idealizminden nasıl uzaklaştığını ve kaynağı çok derinlerde olmakla birlikte son on yıllarda hızla yükselen militarist kültürünü açıklamaya çalışacağım.
Hemen her ülke az veya çok ciddi güvenlik ve askeri sorunlarla karşılaşmıştır ama sanıyorum bu ülkelerden hiçbirinde barış ve itidal dilinin Türkiye’de olduğu kadar topyekun olarak yok olup etkisiz kaldığı ve yine militarizmin ve şiddetin topyekun yüceltilerek tek bir çözüm gibi görüldüğü başka bir örnek yoktur ya da pek azdır. Bu bağlamda, az-çok demokrasinin olduğu ve dolayısıyla muhalefetin legal ve vazgeçilmez sayıldığı herhangi bir ülkede, iktidarın uyguladığı doğru/yanlış bir paradigmaya ve politikaya bu kadar sessiz ve etkisiz kalındığı başka bir örnek bulmak da zordur.
Terör ve şiddet konusuna ontolojik ve kategorik olarak karşı olduğu halde çözüm ve yaklaşım olarak daha farklı ve yapıcı bir yöntemin olabileceğini söyleyen çok az sayıdaki insanların çok cılız sesleri ve itirazları dışında bir görüşün kalmadığı bir gündem ile karşı karşıyayız. Dünya savaşlarında savaşmış ülkelerde bile devletin, iktidarın ve hükümetin politikasından farklı ve karşı duran muhalefetlerin olduğunu, bu nedenle ülke içinde muazzam tartışmaların yaşandığını ve savaşan büyük ülkelerin savaş ve dış politikalarını nasıl değiştirdiklerini dikkate aldığımızda, Türkiye’nin çok daha küçük ölçekli bir askeri operasyon karşısında böylesine “yek vücut” bir duruma gelmiş olmasını çok iyi analiz etmek, düşünmek; buna ilişkin mikro ve yapısal tedbirleri almak gerektiğini düşünüyorum. Zira gündemdeki sorun, sadece paradigma karşısında etkisiz ve sessiz kalmış bir muhalefet ve entelektüeller sorunu değildir. Asıl sorun bu ülkenin temellerinde var olduğunu düşündüğüm iki önemli felsefi ve siyasi kültürün yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olmasıdır: Barış Pınarı Operasyonunun doğruluğu veya yanlışlığından, askeri ve güvenlik kaygılarından bağımsız olarak, ülkenin yüz hatta bin yıllık temellerinde yer alan anlayışın, daha somut belirtmek gerekirse, “Adalet Mülkün Temelidir” kadim özdeyişinin nasıl aşınıp iflas noktasına geldiğidir.
* * *
Gerçekte ya da uygulamada ne kadar var olduğu belki tartışılabilir ama en azından ideal olarak bu ülkenin (Türkiye’nin) temellerinde, inancında, kültüründe ve hedefinde barışı inşa etmek vardır. Toplumun bir yanda inancıyla/dindarlığıyla öne çıkardığı İslam’ın, diğer yandan yüksek değer verdiği Cumhuriyetin, kurucu ilkelerinden biri ülkesel ve evrensel barış idealidir. Her köşe başındaki Atatürk heykelleriyle ve camileriyle Atatürkçülüğünden ve Müslümanlığından şüphe etmeyeceğimiz Türk toplumunun, “Müslümanlar ancak kardeştir” gibi ayetleri ve “yurtta sulh cihanda sulh” gibi ilkeleri ne kadar/nasıl anladığın merak etmemek mümkün değil. Toplumun hemen hemen tamamının kabul ettiği bu kültürel temellerin, aslında ne kadar slogan veya retorik olduğu geçiyor olabilir içimizden. Ama ben bu iki kaynaktaki barış kültürünün bir idealizm olarak hâlâ geçerli bir zemine dayandığını, aslında insanların inanç veya ideoloji olarak böyle bir özleme ve hedefe sahip olduklarını düşünüyorum. Zira, ortalama bir Türk vatandaşıyla konuşulduğunda bu kültürü ve söylemleri inkar etmediği hatta yüksek sesle savunduğu görülecektir. Hiç kimse bunun yanlış olduğunu söylemeyecektir. Eğer durum buysa, sorun nerede? Niçin bu insanlar ülkenin iç ve dış politika sorunlarında barış yerine şiddet ve askeri yöntemler kullanılmasını destekliyor ama itiraz etmiyor?
Savaş-barış ve şiddet sorununun gerçekten kapsamlı analiz gerektirdiğini ve çok farklı boyutlarının olduğunu biliyorum. Bu sorunun; eğitim, psikoloji, psikiyatri, sosyoloji, ilahiyat, siyaset bilimi, uluslararası ilişkiler disiplinlerinin en önemli konularından biri olduğunu ve her birinin önerebilecekleri kavramlar ve metotlar olduğunu tahmin ediyorum. Muhakkak bunların her biri de doğrular içermektedir. Ancak bu konunun bir disiplinle sınırlı kalmayacağı ama inter-disipliner ve komple/komplike bir yaklaşım kullanılması gerektiği bilinmektedir. Bunun merkezinde ise literatürde çok yaygın olarak bilinen ve kullanılan militarizm olgusunun varlığıdır. Burada söyleyeceklerim ilgili uzmanlar için çok orijinal olmayabilir; ancak Türkiye’nin gündemindeki sorunların ve özellikle bahsettiğim güncel durumun ancak militarizm ile açıklanabileceğini iddia etmek bakımından orijinal olabileceğini sanıyorum. Belki bu tespitin yapılmasının ötesinde, bunun nedeni ve sonuçları hakkındaki görüşlerimin önemli olabileceğini söyleyebilirim.
Militarizm kısaca; “sosyal, ekonomik, siyasal, dış politika gibi esasen sivil ve diplomatik yol ve yöntemlerle çözülmesi gereken ‘sivil’ sorunların askeri güç ve şiddet kullanarak çözülebileceğine dair toplumsal düzeydeki inanç ve mekanizmaların hakimiyeti” olarak tanımlanabilir. Bu yönüyle militarizm aslında toplumsal bir patolojik durumdur çünkü sorunların çözümünün mümkün/olası yollardan değil namümkün ve olumsuzluk sonuçlar doğuracak askeri yöntemler kullanılarak olabileceği konusundaki saplantıdır. Militarizmin daha büyük tehlikesi ve belki de yıkıcı yönü; bu anlayış ve metotların, toplumun kültürel dokusunu oluşturan normlar, idealler, ilkeler ve kadim inançları tahrip ederek hem toplumun zihin ve düşünce sağlığını hem de inançlarını erozyona uğratarak aslından ve özünden kopmasına yol açmasıdır.
Ne demek istediğimi daha somut açmam gerekirse: Kürt sorununun ister terör eylemleriyle çözüleceğine saplanmış olmak, isterse sadece askeri operasyonlar yoluyla bitirileceğini inanç ve ideoloji haline getirmek, militarist kültürün yansımalarıdır. PKK propagandasının dini ve kültürel değerleri kullanması nasıl ki bu kültürün bir göstergesi ise, Barış Pınarı Operasyonu vesilesiyle Türkiye’nin her köşesinden ve medyasından yansıyan tepkilerin şekli de bu militarist kültürün diğer yansımalarıdır. Ülke sathındaki camilerde fetih süresinin okutulması, Diyanet İşleri Başkanının ve diğer İslam, Hıristiyan, Ermeni temsilcilerin operasyona destek yönünde açıklamalar yapması, diğer yandan Atatürk’ün partisi olduğunu iddia eden CHP’nin lider ve temsilcilerinin benzeri ton ve içerikte yaptıkları paradigma gölgesindeki açıklamalar ve daha birçok örnek…
Militarist kültürün özü tam da bu örneklerde içkindir. Ülkenin her bireyi ve kurumu, bu operasyon konusunda yüzde yüz hem fikir midir? Örneğin camiye gittiği ya da CHP üyesi veya seçmeni olduğu halde bu operasyon/lar konusunda farklı düşünen mütedeyyinler veya Atatürkçüler yok mudur? Elbette vardır ve umarım yanılmıyorumdur (Eğer yanılıyorsam, çok daha vahim bir durum ile karşı karşıyız demektir). Eğer varsa, bu örneklerdeki açıklamalar büyük bir yanlış içermektedir. Bu yanlış, dini ve siyasi kurumların nasıl militarist bir anlayışla işletiliyor ve kullanıyor olduğudur. Bu durum; muhalefet, çoğulculuk ve özgürlük gibi ülkenin/devletin siyasi yapısını oluşturan kriterlerin çürümesi yanında İslam, Cumhuriyet ve demokrasi gibi inanç ve kimliklerinin nasıl tahrip edilip militarizmin etkisi altına girdiğini gösterir. Ya da bu inanç ve kimliklerin doğasının nasıl militarizme dayandığını. Toplum içinden farklı düşüncelerin çıkmaması, çıkanların cılız kalması ve hatta bunların bir kısmının soruşturulup cezalandırılması durumu, sadece bir demokrasi sorunu değil aynı zamanda toplumsal erozyon vakasıdır.
* * *
Bu analizi daha da uzatmak ve yaymak, nedenlerini ve oluşum süreçlerini uzun uzun incelemek gerekir ama burada sonuçları ile ilgili birkaç noktaya yer vermekle yetineceğim. Bir ülkenin “barış idealizminden uzaklaşıp militarist bir kültüre” kaymasının çok tehlikeli sonuçlarının olduğunu ya da olabileceğini hem tarihi hem de siyasi bilgi ve düşüncelerimizden hareketle anlayabiliriz. Bunlardan birincisi, ülkenin demokrasi ve özgürlükler düzeninden çıkıp totaliter bir sisteme kaydığını veya zirvesine geldiğini gösterir. Hiçbir ülkede ve durumda tek bir düşünce veya yaklaşımın mutlak doğru olmayacağı ama muhakkak farklı tercihlerin ve görüşlerin olacağı dikkate alındığında, hakim paradigmanın mutlak/tek doğru haline gelmesi sonucunda ülkenin her açıdan fakirleşmesi ve çoraklaşması kaçınılmazdır. Militarizm sosyolojik bir sorundur; ama eğitim, aile, birey, inanç, ekonomi, siyaset ve dış politika başta her alan ile ilişkisi yıkıcıdır ve eninde sonunda birbirine metastaz yapması çok kolaydır. Camilerin/kiliselerin kışla haline gelmesi; okulların, derneklerin, sivil kuruluşların mutlak/tek doğruyu propaganda eden mekanlara dönüşmesi; insanların zihinlerinin mermiler ve silahlarla motive edilmesi ülkeyi sonu bilinmeyen bir girdabın içine itmek demektir.
Ama hiçbir militarist paradigma ülke sınırlarıyla sınırla kalmaz, muhakkak dışa vurur: öncelikle kendi sınırları ve bölgesinde ama eğer gücü yeterse dünya çapında sarsıntılara yol açabilir. Keskin örnekler verip canınızı sıkmamak için daha popüler ve bu ülkenin de kabul ettiği bir örnek vermek isterim: 11 Eylül 2001 olayları sonrasında Yeni Muhafazakarların dünyada estirdiği terör ve saldırganlık, kimin onayladığı bir şeydir? Başkan Bush’un ve bu ideolojinin Amerikan toplumunu nasıl militaristleştirdiğini ve dünyayı nasıl istikrarsız hale getirdiğini ve bunun Türkiye dahil bölgemizi nasıl perişan ettiğini kim inkar eder? Ve en önemlisi, tüm bunların Yeni Muhafazakarların “terör sorununa militarist bir çözüm” bulmaya çalışmaları sonucunda olduğunu kim reddedebilir? Eğer Yeni Muhafazakarların militarist terörle mücadelesini ve Afganistan ile Irak işgali gibi sonuçlarını uygun ve doğru buluyorsak, Türkiye de Kürt sorununu militarist yöntemle çözmeye devam etsin. Ancak bir şeyi unutmayarak, ki bu da militarizmin doğurduğu yansımalardan çok önemli biridir: Güçten, saygıdan ve itibardan düşmek!
Militarist bataklığa saplanıp ve buna bağlı politika izleyip de âbâd olmuş bir örnek verilemez: İki savaş arası dönemde Japonya, Almanya, İtalya, Soğuk Savaş döneminde İspanya, Portekiz, İsrail, Irak, İran ve hatta son yıllarda ABD ve Rusya… Bu ülkeler, ilk etapta ve görünürde güvenlik ve dış politikada çok başarılı sonuçlar elde etmiş gibi görünmüşlerdir ama yolun sonunda hepsi kaybetmiştir; kimisi yok olup tarihe gömülmüş (Meiji, Hitler, Franco, Salazar, Saddam) kimileri de güç kaybetmiştir/kaybetmektedir (ABD, Rusya, İran gibi). İşte bu nedenle, militarizm tecrübesini ve kötü sonuçlarını yaşamış ve aklı selime gelmiş ülkeler, militarizm kültürünü terk edip barış idealizmini kurmaya karar vermişler ve kalıcı ve etkili demokratik düzenler kurmaya çalışmışlarıdır. Bunların belki de en başarılı örneği Avrupa Birliği tecrübesidir. Ayrı bir konu ama Almanya ve Avrupa militarizminin dünya savaşı tecrübesinden ders çıkararak nasıl bir Avrupa Barışı kurduklarını herkes ama özellikle ilgili uluslararası ilişkiler öğrencileri çok iyi bilirler. Belki hiçbirimizin bilmediği ve anlayamadığı şey: Türkiye başta olmak üzere Ortadoğu ve İslam ülkelerinin bu tarihten ve tecrübeden niçin ders çıkaramadığı, bundan sonra çıkarıp çıkaramayacakları ve eğer hiçbir ders çıkaramaz ve kalıcı bir barış idealini hayata geçiremezler ise, nasıl sürünmeye devam edeceklerini veya yok olmaya doğru gideceklerini öngörememektir.
(Ramazan Gözen, Öğretim Üyesi, Marmara Üniversitesi Uluslararası İlişkiler - vicdaniret.org)
Türkiye’nin Barış Pınarı Operasyonu ismiyle Suriye ülkesinin kuzeyinde Fırat’ın doğusu olarak isimlendirdiği bölgeye başlattığı askeri eylemlerin, uzmanı olmadığım için askeri ve stratejik özelliklerini incelemeyeceğim. Bunu gün boyu televizyonlarda, medyada, haberlerde ve programlarda elinde sopalarla haritalar üzerinde açıklamalar ve analizler yapan doktor, doçent, profesör, emekli albay, subay, gazeteci, propagandacı ve diğer sözcülerinden dinliyor, öğreniyorsunuzdur. Ben tüm bunları ortaya çıkaran bir yönüne bakacağım: Ülkenin içinde bulunduğu tehlikeli radikalizm dehlizinden hatta dibine doğru çekildiği bir girdaptan bahsedeceğim. Ülkenin, köklerinde mündemiç ama etkisini kaybetmiş olan barış idealizminden nasıl uzaklaştığını ve kaynağı çok derinlerde olmakla birlikte son on yıllarda hızla yükselen militarist kültürünü açıklamaya çalışacağım.
Hemen her ülke az veya çok ciddi güvenlik ve askeri sorunlarla karşılaşmıştır ama sanıyorum bu ülkelerden hiçbirinde barış ve itidal dilinin Türkiye’de olduğu kadar topyekun olarak yok olup etkisiz kaldığı ve yine militarizmin ve şiddetin topyekun yüceltilerek tek bir çözüm gibi görüldüğü başka bir örnek yoktur ya da pek azdır. Bu bağlamda, az-çok demokrasinin olduğu ve dolayısıyla muhalefetin legal ve vazgeçilmez sayıldığı herhangi bir ülkede, iktidarın uyguladığı doğru/yanlış bir paradigmaya ve politikaya bu kadar sessiz ve etkisiz kalındığı başka bir örnek bulmak da zordur.
Terör ve şiddet konusuna ontolojik ve kategorik olarak karşı olduğu halde çözüm ve yaklaşım olarak daha farklı ve yapıcı bir yöntemin olabileceğini söyleyen çok az sayıdaki insanların çok cılız sesleri ve itirazları dışında bir görüşün kalmadığı bir gündem ile karşı karşıyayız. Dünya savaşlarında savaşmış ülkelerde bile devletin, iktidarın ve hükümetin politikasından farklı ve karşı duran muhalefetlerin olduğunu, bu nedenle ülke içinde muazzam tartışmaların yaşandığını ve savaşan büyük ülkelerin savaş ve dış politikalarını nasıl değiştirdiklerini dikkate aldığımızda, Türkiye’nin çok daha küçük ölçekli bir askeri operasyon karşısında böylesine “yek vücut” bir duruma gelmiş olmasını çok iyi analiz etmek, düşünmek; buna ilişkin mikro ve yapısal tedbirleri almak gerektiğini düşünüyorum. Zira gündemdeki sorun, sadece paradigma karşısında etkisiz ve sessiz kalmış bir muhalefet ve entelektüeller sorunu değildir. Asıl sorun bu ülkenin temellerinde var olduğunu düşündüğüm iki önemli felsefi ve siyasi kültürün yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olmasıdır: Barış Pınarı Operasyonunun doğruluğu veya yanlışlığından, askeri ve güvenlik kaygılarından bağımsız olarak, ülkenin yüz hatta bin yıllık temellerinde yer alan anlayışın, daha somut belirtmek gerekirse, “Adalet Mülkün Temelidir” kadim özdeyişinin nasıl aşınıp iflas noktasına geldiğidir.
* * *
Gerçekte ya da uygulamada ne kadar var olduğu belki tartışılabilir ama en azından ideal olarak bu ülkenin (Türkiye’nin) temellerinde, inancında, kültüründe ve hedefinde barışı inşa etmek vardır. Toplumun bir yanda inancıyla/dindarlığıyla öne çıkardığı İslam’ın, diğer yandan yüksek değer verdiği Cumhuriyetin, kurucu ilkelerinden biri ülkesel ve evrensel barış idealidir. Her köşe başındaki Atatürk heykelleriyle ve camileriyle Atatürkçülüğünden ve Müslümanlığından şüphe etmeyeceğimiz Türk toplumunun, “Müslümanlar ancak kardeştir” gibi ayetleri ve “yurtta sulh cihanda sulh” gibi ilkeleri ne kadar/nasıl anladığın merak etmemek mümkün değil. Toplumun hemen hemen tamamının kabul ettiği bu kültürel temellerin, aslında ne kadar slogan veya retorik olduğu geçiyor olabilir içimizden. Ama ben bu iki kaynaktaki barış kültürünün bir idealizm olarak hâlâ geçerli bir zemine dayandığını, aslında insanların inanç veya ideoloji olarak böyle bir özleme ve hedefe sahip olduklarını düşünüyorum. Zira, ortalama bir Türk vatandaşıyla konuşulduğunda bu kültürü ve söylemleri inkar etmediği hatta yüksek sesle savunduğu görülecektir. Hiç kimse bunun yanlış olduğunu söylemeyecektir. Eğer durum buysa, sorun nerede? Niçin bu insanlar ülkenin iç ve dış politika sorunlarında barış yerine şiddet ve askeri yöntemler kullanılmasını destekliyor ama itiraz etmiyor?
Savaş-barış ve şiddet sorununun gerçekten kapsamlı analiz gerektirdiğini ve çok farklı boyutlarının olduğunu biliyorum. Bu sorunun; eğitim, psikoloji, psikiyatri, sosyoloji, ilahiyat, siyaset bilimi, uluslararası ilişkiler disiplinlerinin en önemli konularından biri olduğunu ve her birinin önerebilecekleri kavramlar ve metotlar olduğunu tahmin ediyorum. Muhakkak bunların her biri de doğrular içermektedir. Ancak bu konunun bir disiplinle sınırlı kalmayacağı ama inter-disipliner ve komple/komplike bir yaklaşım kullanılması gerektiği bilinmektedir. Bunun merkezinde ise literatürde çok yaygın olarak bilinen ve kullanılan militarizm olgusunun varlığıdır. Burada söyleyeceklerim ilgili uzmanlar için çok orijinal olmayabilir; ancak Türkiye’nin gündemindeki sorunların ve özellikle bahsettiğim güncel durumun ancak militarizm ile açıklanabileceğini iddia etmek bakımından orijinal olabileceğini sanıyorum. Belki bu tespitin yapılmasının ötesinde, bunun nedeni ve sonuçları hakkındaki görüşlerimin önemli olabileceğini söyleyebilirim.
Militarizm kısaca; “sosyal, ekonomik, siyasal, dış politika gibi esasen sivil ve diplomatik yol ve yöntemlerle çözülmesi gereken ‘sivil’ sorunların askeri güç ve şiddet kullanarak çözülebileceğine dair toplumsal düzeydeki inanç ve mekanizmaların hakimiyeti” olarak tanımlanabilir. Bu yönüyle militarizm aslında toplumsal bir patolojik durumdur çünkü sorunların çözümünün mümkün/olası yollardan değil namümkün ve olumsuzluk sonuçlar doğuracak askeri yöntemler kullanılarak olabileceği konusundaki saplantıdır. Militarizmin daha büyük tehlikesi ve belki de yıkıcı yönü; bu anlayış ve metotların, toplumun kültürel dokusunu oluşturan normlar, idealler, ilkeler ve kadim inançları tahrip ederek hem toplumun zihin ve düşünce sağlığını hem de inançlarını erozyona uğratarak aslından ve özünden kopmasına yol açmasıdır.
Ne demek istediğimi daha somut açmam gerekirse: Kürt sorununun ister terör eylemleriyle çözüleceğine saplanmış olmak, isterse sadece askeri operasyonlar yoluyla bitirileceğini inanç ve ideoloji haline getirmek, militarist kültürün yansımalarıdır. PKK propagandasının dini ve kültürel değerleri kullanması nasıl ki bu kültürün bir göstergesi ise, Barış Pınarı Operasyonu vesilesiyle Türkiye’nin her köşesinden ve medyasından yansıyan tepkilerin şekli de bu militarist kültürün diğer yansımalarıdır. Ülke sathındaki camilerde fetih süresinin okutulması, Diyanet İşleri Başkanının ve diğer İslam, Hıristiyan, Ermeni temsilcilerin operasyona destek yönünde açıklamalar yapması, diğer yandan Atatürk’ün partisi olduğunu iddia eden CHP’nin lider ve temsilcilerinin benzeri ton ve içerikte yaptıkları paradigma gölgesindeki açıklamalar ve daha birçok örnek…
Militarist kültürün özü tam da bu örneklerde içkindir. Ülkenin her bireyi ve kurumu, bu operasyon konusunda yüzde yüz hem fikir midir? Örneğin camiye gittiği ya da CHP üyesi veya seçmeni olduğu halde bu operasyon/lar konusunda farklı düşünen mütedeyyinler veya Atatürkçüler yok mudur? Elbette vardır ve umarım yanılmıyorumdur (Eğer yanılıyorsam, çok daha vahim bir durum ile karşı karşıyız demektir). Eğer varsa, bu örneklerdeki açıklamalar büyük bir yanlış içermektedir. Bu yanlış, dini ve siyasi kurumların nasıl militarist bir anlayışla işletiliyor ve kullanıyor olduğudur. Bu durum; muhalefet, çoğulculuk ve özgürlük gibi ülkenin/devletin siyasi yapısını oluşturan kriterlerin çürümesi yanında İslam, Cumhuriyet ve demokrasi gibi inanç ve kimliklerinin nasıl tahrip edilip militarizmin etkisi altına girdiğini gösterir. Ya da bu inanç ve kimliklerin doğasının nasıl militarizme dayandığını. Toplum içinden farklı düşüncelerin çıkmaması, çıkanların cılız kalması ve hatta bunların bir kısmının soruşturulup cezalandırılması durumu, sadece bir demokrasi sorunu değil aynı zamanda toplumsal erozyon vakasıdır.
* * *
Bu analizi daha da uzatmak ve yaymak, nedenlerini ve oluşum süreçlerini uzun uzun incelemek gerekir ama burada sonuçları ile ilgili birkaç noktaya yer vermekle yetineceğim. Bir ülkenin “barış idealizminden uzaklaşıp militarist bir kültüre” kaymasının çok tehlikeli sonuçlarının olduğunu ya da olabileceğini hem tarihi hem de siyasi bilgi ve düşüncelerimizden hareketle anlayabiliriz. Bunlardan birincisi, ülkenin demokrasi ve özgürlükler düzeninden çıkıp totaliter bir sisteme kaydığını veya zirvesine geldiğini gösterir. Hiçbir ülkede ve durumda tek bir düşünce veya yaklaşımın mutlak doğru olmayacağı ama muhakkak farklı tercihlerin ve görüşlerin olacağı dikkate alındığında, hakim paradigmanın mutlak/tek doğru haline gelmesi sonucunda ülkenin her açıdan fakirleşmesi ve çoraklaşması kaçınılmazdır. Militarizm sosyolojik bir sorundur; ama eğitim, aile, birey, inanç, ekonomi, siyaset ve dış politika başta her alan ile ilişkisi yıkıcıdır ve eninde sonunda birbirine metastaz yapması çok kolaydır. Camilerin/kiliselerin kışla haline gelmesi; okulların, derneklerin, sivil kuruluşların mutlak/tek doğruyu propaganda eden mekanlara dönüşmesi; insanların zihinlerinin mermiler ve silahlarla motive edilmesi ülkeyi sonu bilinmeyen bir girdabın içine itmek demektir.
Ama hiçbir militarist paradigma ülke sınırlarıyla sınırla kalmaz, muhakkak dışa vurur: öncelikle kendi sınırları ve bölgesinde ama eğer gücü yeterse dünya çapında sarsıntılara yol açabilir. Keskin örnekler verip canınızı sıkmamak için daha popüler ve bu ülkenin de kabul ettiği bir örnek vermek isterim: 11 Eylül 2001 olayları sonrasında Yeni Muhafazakarların dünyada estirdiği terör ve saldırganlık, kimin onayladığı bir şeydir? Başkan Bush’un ve bu ideolojinin Amerikan toplumunu nasıl militaristleştirdiğini ve dünyayı nasıl istikrarsız hale getirdiğini ve bunun Türkiye dahil bölgemizi nasıl perişan ettiğini kim inkar eder? Ve en önemlisi, tüm bunların Yeni Muhafazakarların “terör sorununa militarist bir çözüm” bulmaya çalışmaları sonucunda olduğunu kim reddedebilir? Eğer Yeni Muhafazakarların militarist terörle mücadelesini ve Afganistan ile Irak işgali gibi sonuçlarını uygun ve doğru buluyorsak, Türkiye de Kürt sorununu militarist yöntemle çözmeye devam etsin. Ancak bir şeyi unutmayarak, ki bu da militarizmin doğurduğu yansımalardan çok önemli biridir: Güçten, saygıdan ve itibardan düşmek!
Militarist bataklığa saplanıp ve buna bağlı politika izleyip de âbâd olmuş bir örnek verilemez: İki savaş arası dönemde Japonya, Almanya, İtalya, Soğuk Savaş döneminde İspanya, Portekiz, İsrail, Irak, İran ve hatta son yıllarda ABD ve Rusya… Bu ülkeler, ilk etapta ve görünürde güvenlik ve dış politikada çok başarılı sonuçlar elde etmiş gibi görünmüşlerdir ama yolun sonunda hepsi kaybetmiştir; kimisi yok olup tarihe gömülmüş (Meiji, Hitler, Franco, Salazar, Saddam) kimileri de güç kaybetmiştir/kaybetmektedir (ABD, Rusya, İran gibi). İşte bu nedenle, militarizm tecrübesini ve kötü sonuçlarını yaşamış ve aklı selime gelmiş ülkeler, militarizm kültürünü terk edip barış idealizmini kurmaya karar vermişler ve kalıcı ve etkili demokratik düzenler kurmaya çalışmışlarıdır. Bunların belki de en başarılı örneği Avrupa Birliği tecrübesidir. Ayrı bir konu ama Almanya ve Avrupa militarizminin dünya savaşı tecrübesinden ders çıkararak nasıl bir Avrupa Barışı kurduklarını herkes ama özellikle ilgili uluslararası ilişkiler öğrencileri çok iyi bilirler. Belki hiçbirimizin bilmediği ve anlayamadığı şey: Türkiye başta olmak üzere Ortadoğu ve İslam ülkelerinin bu tarihten ve tecrübeden niçin ders çıkaramadığı, bundan sonra çıkarıp çıkaramayacakları ve eğer hiçbir ders çıkaramaz ve kalıcı bir barış idealini hayata geçiremezler ise, nasıl sürünmeye devam edeceklerini veya yok olmaya doğru gideceklerini öngörememektir.
(Ramazan Gözen, Öğretim Üyesi, Marmara Üniversitesi Uluslararası İlişkiler - vicdaniret.org)