Uzun zamandır inançlara dair sorgulama yapıyorum. Okuyorum, sorular soruyorum, düşünüyorum, varsayımlarda bulunuyorum. Bu çabamın meyvesini topladığımı düşünüyorum. Ve hatta onunla karnımı doyurduğumu hissediyorum. Geçmişe dönüp baktığım zaman ne kadar da körü körüne ve dogmatik yaşadığımı görüyorum. Öylesine sert, öylesine sıkı bir inancım vardı ki bunu hiç kimsenin değiştirebileceğini düşünmüyordum. Fakat okudukça, tartıştıkça, yeni fikirler zihnime hücum etti. Ve hatta orayı ilhak etti.
Bu düşünce deizm. İnanma isteğimin ve bilincimin ortaya çıkardığı bir düşünce. Düşünüyorum da eskiden ne kadar zordu bu mesele. Çünkü anlamsız gelen konular vardı fakat öylesine katı ve sorgulanamazdı ki inancım korkuyla meselenin üstünü kapatıyordum. Her soru korkumu büyütüyordu. Bunca yıl boyunca inandığım düşünce elimden kayıp gidiyordu. Korktum ve sorulara bir süre ara verdim. Ta ki bir ateistle arkadaşlık kuruncaya kadar. Çatırdayan inancım kırılıyordu onunla beraber. Ufuk açıcıydı tartışmalarımız. Ve fakat ben hala inanmaya devam ediyordum. Bu korku, sonsuz ceza fikri, öylesine yer edinmişti ki zihnimde ne olursa olsun onu oradan söküp atamıyordum. Zaman geçti, arkadaşım uzaklara gitti. Şimdi elimde kırılan inancım vardı. O kırıkların arasından yeni, daha önce hiç aklıma gelmeyen fikirler doğuyordu. Korkum azalmıştı, artık daha cesur sorular sorup onlara fikrimce yanıtlar verebiliyordum. Bu benim reformum olmuştu, Martin Luther gelmişti ve bütün cehennemi satın almıştı. Artık korkacak hiçbir şey yoktu.
Reformun ardından düşünce sistemim özgürleşti. Ve Rönesans hiç de uzak bir gelecekte değildi. Benim aydınlanma çağımın en büyük yazarı Vladimir Bartol’dur. Bu yazarın uzun zamandır okumak isteyip de fırsatını bulamadığım Fedailerin Kalesi Alamut kitabını okuyuşum bütün inanç sistemimim kökten değiştirdi. Artık bir dindar değildim. Hiçbir din inancıma karşılık vermiyordu. Dinlerin hepsi öylesine insancıldı ki bir Hasan Sabbah ürünü olmadıklarına kendimi ikna edemiyordum. Vaat edilen hep cennetti. Belki de zaafımız. Sonsuzluk ve her şey… Bir afyon yetiyordu inanmaya. Bu inançla insanlar kendini seve seve ölümün kucağına bırakıyordu. Tıpkı zamane dinleri gibi. Ateist arkadaşımla yaptığım tartışmalarda eksik kalan noktalar birer birer doluyordu. Şimdi her şey daha çok anlamlıydı.
YAŞAYAN ÖLÜM
İnsan arzuları ve istekleri olan bir canlıydı. Bunların bir kısmını dünya üzerinde tamamlıyordu. Fakat bu istek sonsuzdu. Her şeye sahip olmalıydı insan. O bu dünyanın en ileride gelen sakiniydi. Cennet fikri arzu denen varlığın doyumu için elinden gelen çabayı sarf ediyordu. Hem insanın en büyük korkusu olan ölüme de büyük bir anlam kazandırıyordu. Ve hatta belki arzunun da önüne geçiyordu bu anlam. Kaybolmayacaktı artık toprağa karışanlar. Sevenler kavuşacak, iyiler kazanacaktı. Son nefesimiz artık son olmayacaktı. İlk dinlerin bu fikirle ortaya çıktığını düşünüyorum. Ölüm bilinmezini bilinir hale getirmek için…
Dinlerin başlangıcı ilk insanın ölümüyledir sanırım. Ölüm çok korkunç, kaçınılmaz, anlamlı ve işin enteresan kısmı çok anlamsızdır. Dinler ise bir nevi ölümün anlam arayışıdır. Yok olma fikri insana öylesine ağır gelmektedir ki bizler bu düşünceyle başa çıkmak için türlü yollara başvururuz. Bu yollardan birisi de öldükten sonra yaşamın devam edecek olduğuna dair duyulan inançtır. Bir film izlemiştim Yalanın İcadı adında. Özgürleşme çağında bütün sorular serbesttir. Bu yüzden bu filmde zihnimde bir sürü soru vardı. Film yalanın icat edilmediği topraklarda geçiyordu. Orada hiç kimse yalan söyleyemezdi. Filmdeki insanlar öldükten sonra yok olacakları inancındaydı. Bu ise ölen insanlara korkunç geliyordu. Baş karakter ilk yalanını söyledikten sonra film hız kazandı. Öylesine büyük bir hızdı ki bu ölüme anlam kazandırdı. Yalanı icat eden baş karakterin annesi de bu dertten mustaripti. Ölüyordu. Yok olmak istemiyordu. Karakterimiz annesine yalan söyleme kabiliyetiyle durumu açıkladı. Öldükten sonra hayat devam edecekti. Bunu duyan insanlar bir anda başkalaşmaya başladı. Bu yeni bilgi büyük çalkantılara ve değişime sebep oldu. Anlam kazandı ölüm. Ve fakat söylenen sözün gerçekliğine dair en ufak bir kanıt yoktu. Ama bu insanlara öylesine iyi gelen bir düşünce yapısıydı ki sağlıklı olduğu düşünülebilirdi. Konuyu epey böldüm fakat anlatmak istediğim düşünceye katkıda bulunduğunu düşünüyorum bu alıntının. Ölüm ve ondan sonrası hakkındaki fikirlerimiz…
Sanırım ilk insanlarda anlam arayışı yoktu. Onlar sadece temel ihtiyaçlarını karşılamak için yaşıyordu. Ve bu ihtiyaçlar karşılandıktan sonra bir üst basamağa geçiş olmuyordu.-Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisine göz atmak isteyebilirsiniz.- İnsanlık modernleşmeye başladıktan sonra, ateşi bulduktan, yazıyı yazdıktan, yerleşik hayata geçip tarım yapmaya başladıktan sonra, birinci basamak artık insanların ihtiyaçlarını karşılamamaya başladı. Sevdi sevildi, ait oldu. Sevdiklerini kaybetti. İnsanlık nerede birbirini sevmeye, birbirine sahip olmaya, birbirlerinin varlığına anlam kazandırmaya başladıysa bence ölümle haşır neşir olmaya da orada başladı. Bütün bir ömür birlikte olduğu varlık yok oluyordu. Elinizden kayıp toprağa ya da her nasıl inanıyorsa oraya gidiyordu. Bu çok acıydı. Varlık var olmayı bırakamazdı, varlık var olduğu müddetçe.
Bütün bu fikir muharebesinden sonra dinler hayatımı terk etti. Yaşam ve bu kadar büyük bir evren hakkında dinlerin hepsi yetersiz görüşler beyan ediyordu. Sorgulamamız gerekiyordu. Ölüm korkusuyla başa çıkmak için farklı bir görüş ortaya koymamız gerekiyor. Yaşadığımız günlere…
(AYDIN SEVİNÇ-GAİADERGİ)