Sağlık Bakanı Fahrettin Koca'nın açıkladığı rakamlara göre, dün 63 insanımız daha koronavirüsten yaşamını yitirdi. Toplam can kaybı 277'ye yükseldi.

Keza Çapa Tıp Fakültesi'nden Prof. Dr. Cemil Taşçıoğlu'nun yanı sıra 2 profesör ve çok sayıda doktorun hayatını kaybettiği öne sürüldü. 601 sağlık personelinin testinin pozitif çıktığını da Bakan Koca duyurdu.

Ancak ülkece bu tabloyu değil, bizzat Erdoğan'ın milli birlik ve dayanışma adına başlattığı yardım kampanyası ile CHP'li belediyelerin kampanyalarının engellenmesini tartışıyoruz.

Dün de yazdık; “Bölüşelim” derken, bölündük!.. AKP ve Devlet yöneticileri bir tarafa, muhalefet partileri ile milletin bir kesimi başka tarafa savruldu.

Kampanyanın mimarının bizzat Devlet'in başının olması ve “Meclis'teki tüm milletvekillerimizi, AK Parti başta olmak üzere tüm partilerimizin teşkilatlarını, tüm belediye başkanlarımızı, bürokratlarımızı kampanyaya katılmaya davet ediyoruz” çağrısı yapması nelere yol açtı?

Birincisi; “Türkiye Cumhuriyeti Devleti yardıma muhtaç hale gelmiş” gibi bir algı yarattı.

Öyle olmasa Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay, şunları söylemek zorunda kalır mıydı?

“Bu kampanya, herhangi bir şeye ihtiyacımız olduğundan dolayı yapılan bir kampanya değil. Bu kampanya, bir ve beraber olduğumuzu yani 100 yıl önce, 500 yıl önce ne isek, 10 yıl önce, bir ay önce ne isek şu anda da aynı şekilde her türlü şartta bir ve beraber olduğumuzu ve dayanışma içerisinde olduğumuzu göstermesi açısından son derece önemli.”

İkincisi; Erdoğan'ın özellikle, “Bürokratlarımızı kampanyaya katılmaya davet ediyoruz” sözü doğal olarak emir telakki edildi ve kamu yöneticileri sabahı beklemeden, personeline “vergi” saldı. Bu da kampanyayı sözde gönüllü, özde zorunlu hale getirdi.

Öyle olduğu içindir ki, AKP eski milletvekili Mehmet Metiner bile bugünkü “Bu işte bir terslik yok mu?” başlıklı yazısında bir yandan muhalefete tepki gösterirken, öte yandan “Üzücü husus” diyerek, şu eleştiriyi yaptı:

“Kamu kurum ve kuruluşlarında amirlerin göze girmek için çalışanlardan mecburiyet tahtında kesintiye gitmeleri. Yardımın ruhuna gölge düşürmemek lazım. Kim ne kadar yardım yapacaksa, kendisi karar vermeli. Gönüllülüğün yerini zorlayıcılık alırsa, hem Cumhurbaşkanımızı yıpratmak için pusuda bekleyenlerin değirmenine su taşınmış olur hem de yardımlaşmanın ruhuna kibrit suyu dökülmüş olur.”

Üçüncüsü; Devlet elbette yardım toplar. Ama geçmişte olduğu gibi Kızılay, AFAD yerine bu kampanyanın ilk kez Cumhurbaşkanlığı katında düzenlenmesi, “Demek ki, milletin güveneceği bir kurum kalmadı” şeklinde acı bir sonuç doğurmuş olmadı mı?

Eski Başbakan Yardımcılarından AKP Ankara Milletvekili Yalçın Akdoğan da bugün “Devlet yardım toplar mı?” başlıklı bir yazı kaleme alıp, “Tek kelimeyle toplar. Devletin yardım toplaması, kamuya kaynak sağlamak için kendisine yardım toplaması demek değildir, bir mağduriyeti toplumsal düzeyde hafifletmek için yardım kampanyası düzenlemesidir. Devletin toplanacak birkaç yüz milyona ihtiyacı yoktur. Devletin sosyal alana yönelik harcamalarının, yardımlarının, teşviklerinin tek bir kalemi milyarlarca liradır” demiş ve şöyle devam etmiş:

“Suriyeli göçmenlere yardım kampanyası düzenleyen AFAD, devlet değil midir? Van, Bingöl, Elazığ depremlerinden sonra yardım kampanyası düzenleyen devlet değil miydi? Deprem, çığ, göç veya salgın fark etmez; bir felaket sonrası kampanya başlatan öncelikle devletin kurumlarıdır. Sivil toplum örgütleri ya eşzamanlı olarak kendileri kampanya düzenlerler ya da bu şemsiye kampanyanın altında faaliyet gösterirler.”

İşte bütün sorun da bu: kurumların, sivil toplum örgütlerinin değil ilk kez Devletin en tepesinin düzenlemesi!..

KAMPANYAYA KURTULUŞ SİMİDİ GİBİ YAPIŞTI

Akdoğan, “Devlet yardım toplar” demişken, Erdoğan'ın bu konuda 19 yıl önce ne düşündüğünü bir kez daha hatırlatalım.

Yıl 2001... AKP henüz 3 aylık bir parti...

Ağır bir ekonomik kriz var... 1 yılda 2.5 milyon insan işsiz kalmış... Binlerce işyeri kapanmış... Herkes yarı yarıya fakirleşmiş... Borcunu ödeyemeyen yüz binlerce insan haciz tehdidi altına girmiş...

Ve bazı belediyeler öncülüğünde, medyanın da desteğiyle “Bu ülke için seve seve” sloganıyla bir kampanya başlatılmış...

İşte o günlerde partisinin Meclis Grup Toplantısında kürsüye çıkan AKP Genel Başkanı Erdoğan, konuşmasına şu sözlerle başlar:

“Partimizin il binalarının açılışı için Anadolu yollarındaydık. Partimizin il binalarının açılış çalışmalarını gördükçe sevindim, ama milletimizin halini gördükçe de çok üzüldüm. Maalesef, gördüğüm manzaralar ülkem adına hiç de umut vermedi bana. Büyükşehirler de dahil, Türkiye’nin her tarafında halk perişan, bezgin, umutsuz, çaresiz... Ama Anadolu’da, özellikle Doğu ve İç Anadolu’da vatandaş tarifi imkansız bir yokluk ve yoksulluk içinde. Üstelik yarına dair de hiçbir umudu kalmamış... Halkımız, ülkemizin ve kendilerinin neden bu duruma düştüğünün farkında. Neyin ne olduğunu çok iyi biliyor. Bu nedenle, Anadolu’nun her tarafında, doğusunda, batısında, İç Anadolu’da; insanlar gerek kendi aralarında, gerekse meydanlarda hücrelerini parçalarcasına bağırıyor, haykırıyor! 'Hükümet istifa!', 'Hükümet istifa!'... Anlaşılan o ki, Sayın Başbakan’ın kulağı sadece IMF’den gelen talimatları duymakta olup, halkın taleplerine tıkanmış durumda. Hükümet ülkenin ve vatandaşların sesine kulak vermediği gibi, onların halini de görmüyor. Nasıl görsün, nasıl duysun ki? Duyması ve görmesi halinde, duyduklarının ve gördüklerinin gereğini yerine getirebilmesi gerekecektir. Bunun içinde halkın taleplerini karşılamaları gerekir.”

Ardından sözü yardım kampanyasına getirip, şunları söyler:

“Ancak bu hükümet duymadığı, görmediği, hayırlı hiçbir icraatta bulunmadığı gibi; arsızca ve sıkılmadan bir de halkımızla oyun oynadığını zannetmektedir. Nasıl mı? Hükümet bu ara, 'Bu ülke için seve seve' logosuyla başlatılan bir kampanyaya kurtuluş simidi gibi yapışmakta ve medya desteğiyle bunu etkin kılmaya çalışmakta. Bu tür kampanyalar her zaman yapılabilir. Halka moral ve motivasyon vermesi açısından önemlidir bu tür kampanyalar. Bu yanıyla da desteklenmelidir. Zaten bu millet, bu ülkenin insanları, ülkeleri ve vatanları için, her zaman 'seve seve' fedakâr davrandı. Gün geldi vatan için canını verdi. Gün geldi karşılığını tam almasa da çalıştı, üretti. Seve seve askerlik yaptı. Seve seve vergisini verdi. Gün geldi sandık başına koşarak oy kullandı. Velhasıl tüm vatandaşlık görevlerini yerine getirdi. Bütün bu fedakârlıkları, çoluk çocuğu namerde muhtaç olmasın, bu ülkede aç-açık kalmasın, bu ülkede herkesin işi-aşı olsun, ülkemiz insani gelişmişlikte dünya milletleri arasındaki şerefli yerini alsın diye yaptı. Ama bütün bunlara rağmen memleketin durumu ortada; Hükümet elini nereye attıysa kuruttu. Yolsuzluk ve yoksulluk, yegâne ülke fotoğrafı haline geldi. Velhasıl vatandaşın yapacağı bir şey kalmadı. Bir şey yapılacaksa, yapması gereken hükümettir artık. Eğer bu hükümet, bu ülke için işe yarayacak, vatandaşı sevindirecek bir şey yapmak istiyorsa, derhal istifa etmelidir. Burada elçilik yapıyorum ve vatandaşın talebini iletiyorum; bir an önce çekip gidin! Düşün bu milletin yakasından, düşün! Milletin kabusu olmaktan çıkın artık.”

Erdoğan sonraki konuşmalarında da kampanyaya atıfla sık sık, “Bu ülke için seve seve istifa etsinler” derken, Mayıs 2002'de hastaneye yatan merhum Ecevit'i şu ifadelerle eleştirir:

“Genç bir ülkeyiz, ama yaşlı, çağdışı görüntü sergilenmiştir. Bunun tek sebebi var; yaşlı, eskimiş ilkel ve çağdışı yönetimle yönetilmektedir. Bakın bizi yönetenlere. Şu anda ülke başsızdır, başbakansızdır. Liderler Zirvesi hastanede yapılmaktadır. Ülkeyi yönetenlerin şu durumuna bir bakın!..”

Ülke için düzenlenen kampanyalar konusunda da “nereden nereye”, değil mi?

Silivri'deki Barış'lar, Hülya Kılınç ve Murat Ağırel'e kucak dolusu sevgiler. (Müyesser Yıldız - Odatv.com)
Daha yeni Daha eski