"İlim beni cezbetti ve denizin kenarına getirdi. Vecd beni denize düşürdü ve boğulmaya bıraktı. Denizin ortasında ilimden yardım istedim, beni kurtarmadı ve vecd galip geldi ve beni boğazladı. Kurtulmayı istedim; beni kurtaran ancak cehalet oldu"

"Kim Allah’ı ilimle zikrediyorsa O’nu resmi olarak zikrediyordur. Kim de O’nu cehille zikrediyorsa, işte asıl zikir odur" (Baba Tahir Üryan - el-fütuhat’r Rabbaniyye)


Anti-sosyal derviş dinselliği sufizmin temelinde olan iki fikirde vardır: bunlar bir toplumsal varlık olarak nefs’inden geçmek ve fena fillah’tır (Allah’da kaybolmak). Konu üzerine yapılan çalışmalara göre kalender kelimesi10. yüzyıldan itibaren İran edebiyatında kullanılmaya başlanıyor. Özellikle 12. Yüzyıl İran edebiyatında, Feridüttin Attar’dan Sadi’ye, Iraki’den Hafız’a konuları şarap, aşk, kumar, dinsizlik vb. olan şiir ve yazılara rastlanmakta. Kalenderîleri Cemalettin Sevi’den başlatan tarihçiler bu hareketin daha evvel başlamış bir hareket olduğu ve hatta Karmetilerden kök aldığını da söylemekteler. Fikri yapı olarak Melametilerden etkilendiği kabul edilse bile hal ve duruş olarak Karmeti geleneğe yakınlığı olduğu da aşikardır denir. Cemalettin Sevi’den sonra bu hareketin Hayderilik, Cavlakilik, Abdalan-ı Rum,  Şems-i Tebrizilik vb. gibi isimlerle var olduğu ve devam ettiği konusunda ortak bir kanı vardır.

Bundan sonra ise kısa bölümler halinde bu hareketlerin önde gelen kişileri ve hareket halinde bilgi vermeye çalışacağım:

Bu dervişlerin çoğu İranlıdır. Yayıldıkları coğrafyalar İran, Anadolu, Balkanlar, Hindistan ve Mısır’dır.

Bunlar kendinden geçercesine gelenekleri çiğneyen, toplumsal ilişkilerin dışında olan ve ritüelleri ancak gerektiği kadar takib eden ya da etmeyen, gerektiği kadar oruç tutup, dilenmeyi tercih eden ve kendilerini yasaların sınırları içinde tutmayan, mal biriktirmeyi sevmeyen ve günah sayan ve sahip olduklarını arttırmak gibi bir amaçları hiç olmayan insanlar. Tüm bunlara rağmen Kalenderilik tek parça bir yapısı olan ve tek tarikat şeklinde örgütlenmiş bir tarikat değildir.

1397 doğumlu (Hatib) Katib-i Farisi tarafından yazılan, Kalenderîlerin ilk öne çıkan şahsı olarak tarihe geçen ve Farsça yazılmış olan Cemalettin Savi’nin biyografisi bize o’nun Sufi iken Kalenderi olmaya karar verdiğini ve Beyazıd-i Bestami’nin dostlarından[1] tanınmış bir şahsiyet olduğunu söyler.

A.Y. Ocak, Farısi’nin Menakıb’ında Cemalettin Savi’nin “ilahi hikmetlerin sırlarına ve yeryüzündeki gerçekleri kavramaya nüfuz edebilmek maksadıyla sürekli dolaşmayı prensipleri arasına koyduğunu” anlattığını aktarır.

Cemalettin Savi kendisine katılan Otman Rumi dahil 40 kadar dervişi ile İmam Zeynel Abidin’in kızının mozolesini ziyaret ettiğinde, orada Celal Dergezini ile karşılaşır ve Allah’a yolu üzerindeki tüm engellerin kaldırılması için dua eder. Hemen ardından ilahi bir hikmet göstergesi olarak anlatılan, vücudundaki tüm kıllar dökülür. Bunu Cemalettin’in takipçileri “ölmeden önce ölmesi” olarak kabul ederler.

Kalenderiler edep yerlerini örten bir örtü yerine geçecek bir şey haricinde tamamen çıplaklar. Günlerini kıllardan arınmış, hareketsiz ve konuşmadan mekânları olan mezarlıklar ve dolayısıyla türbelerin etrafında, yabani otlardan başka bir şey yemeden aç ve uykusuz geçirirlermiş. Bunu ölmeden önce ölmek olarak da görüyorlarmış. Kendilerini sosyal yaşamın sorumluluklarından ve haklarından azade tutarak aslında toplumu reddediyorlar.

1450 sonrası Avrupalı kimi gezginlerin ifadelerinde bu gezgin dervişlere dair kayıtlar mevcut. Bunlardan bir tanesi Spandugino’dur. A. T. Karamustafa’nın kitabındaki alıntıda şöyle anlatılıyor:

“Çok fazla miktarda torlak var. Bu dinin kurucusu İsa’nın özünün ilahi olduğunu ve canlı olarak yakıldığını söylemiş. Çıplaklar ve kuzu ya da benzer bir hayvanın postunu omuzlarında taşırlar. Ek olarak büyük bir çoğunluğu altına bir şey giymeden keçe giyerler ve soğuktan çok etkilenirler. Bundan dolayı, ibadet yerlerini özel olarak yapmışlardır. Bıyık ve sakallarını traş ederler ve bundan kötü bir insan karakteri ortaya çıkar. Monk’ların manastıra kapanması gibi kapanmazlar fakat dürüst olmayıp hırsız ve katildirler. Kanatları olan keçe bir şapka giyerler ve büyük bir özenle Yahudi, Türk ve Hırıstiyanlardan yardım dilenirler. Her biri sapı olan büyük bir ayna taşır, insanların yüzüne tutar ve derler ki: “Bak şuna, şu gördüğün halinden ne kadar farklı olacağını düşün. Dürüst ve dindar ol. Canının iyiliğini düşün”. Bu tarzdan konuşmalar yaparak izleyenlere portakal ya da elma sunarlar ki bu verilen kişiye karşılık olarak bir şeyler vermesini zorlamak içindir.”[2]

Buradaki tarifin hepsine onay vermek mümkün değil fakat başka kaynaklara[3] bakıldığında; kalenderîlerin düzgün traşlı, dans edip, müzik aleti çaldıklarına ve dua edip ilahiler söylediklerini görüyoruz. Fena’dan beka’ya girdiklerini, Allah’ın yarattıklarının kaynağı olduklarını söylerlermiş. Kalenderlere başka kesimlerden insanlardan mallarını ve kariyerlerini bırakarak katılanlar olmuş.  Mesela bunlardan biri olan Mevlana Eşrefzade Muhyiddin Mehmed ahiliği bırakıp İmparatorluğun her yanını (bilgi ve erdem almak maksadıyla) dolaşmış.

Kudbeddin Haydar ve Haydariler

Kuzey doğu İran’da Horasan’ın Zevah isimli bölgesinde bir dağda hayatını yalnızlıkla geçirmiş. Takipçileri gibi pek fazla gezmiş biri değilmiş. İleri gelen ve hali vakti yerinde bir Türk ailesinden geliyor. Ahmet Yesevi ya da Şeyh Lokman’ın takipçisi olduğu söyleniyor. Sufi Şeyhi Sanjanla yakınlığından bahsedilir. “Uygar” yaşamı yalnızlık ve doğada yaşamak adına terk etmiş. O’nun çıplaklığını sadece yapraklarla örttüğünü ve kendi “öz”üne güvendiğini bilmekteyiz demektedir Karamustafa. Bundan dolayı haşhaş yapraklarının vermiş olduğu esrikliği keşfetmiş olması ve onu kullanmasına şaşmamak gerekir. Fakat ona asıl ün kazandıran şey Hayvan-i Nefsini kontrol etmeyi başarmasından gelmektedir. Kışın soğuk suyun, yazın da ateşin içine girdiği anlatılır. Bunu cinsel organına bağladığı demir halka ile düşününce manzaranın ilginç olduğu aşikârdır.

Her şeyin Allah’ın yansıması olduğu ve her bir insan tekinden kendini gösterdiğini savunurmuş. Bundan hareketle banyo suyunu dahi içmekten çekinmeyip, kirli hiç bir nesne olmadığını söylermiş. Sufi olan ve olmayan her türlü politik kuruma ve elitlere karşı imiş. Haydari dervişleri boyunlarına demir tasma, kolye, kemer, halhal, küpe, cinsel organlarına demir halka takarlarmış. 13.yy’dan sonra İslam dünyasının bilinen simaları olmuşlar.

16. yüzyılda Haydariler, Spandugino’ya göre uzun saçları ve sakalları olan, vücutlarını keçe, kuzu postuyla kapayan, yüzük, küpe, bileklik, bilezik ve cinsel organlarına halka takan insanlarmış ve benzerlerinden daha saygıdeğerler kişilermiş. Başka bir kayıt ise Menavino’dur ve onun Hayderilere ilişkin daha detaylı kayıtlara sahip olduğu söylenmekte. Maniveno’ya göre Hayderiler cinsel ilişkide sakınan ve tekke denen ibadethaneleri olan insanlar. Menavino’nun anlattığı tekkenin kapısında “dinimize gelmek isteyen, bizim gibi yaşamalı ve bu erdemi korumalıdır” yazmaktaymış.

At kılı ve yünden yapılma kısa ve kolsuz ceket giyerler, kafaları genellikle traşlı, yunanlı papazların şapkalarına benzer keçe şapkaları, büyük demir küpeleri, boyunlarında demir halka, bilezik, demir ya da gümüş yüzük takarlarmış. Cinsel birleşmeden uzak tutmak için cinsel organlarına orantısız büyüklük ve ağırlıkta demir halka takarlarmış. Nesimi’nin şiirlerini okuyarak ortalıkta dolaşırlar ve Nesimi’yi ilk kahramanları olarak görürlermiş. Menavino’ya göre Hristiyanlıktan etkilenmeler varmış. Vahidi’de başka detaylar mevcut.  Hayderiler yüzlerini tertemiz tıraş ederler, bıyıklarını çenelerinin altına doğru sülük gibi indikten sonra kulaklarına doğru kavis çizer gibi şekil verirler ve bıyıklarını dudakların üstünden ağzın içine doğru kıvırırlarmış. Bir miktar saç alınlarını kaplar (saçlar muhtemelen kazınmış), boyunlarında demir halka, bilek, boyun, ayak ve cinsel organlarında halka ve bilezikler… Bir taraflarında demir zil asılı, aba ve 12 köşeli konik şapka giyerlermiş. Davul, def ve flamalar taşırlar, ilahiler söyler, Allah’a övgüler dizerlermiş.

İnsan yüzünün Nübüvvetin ruhunu yansıtan bir ayna olduğuna inanırlar ve suretlerinin evreni aydınlatan güneş gibi olduğuna inandıklarından; tozdan ve kirden uzak tutulmalıdır düşüncesinden dolayı sakallarını tıraş ederlermiş. Buna karşılık Hz. Ali’yi örnek aldıklarından bıyıklara dokunmazlarmış.

Otman Baba ve Abdalan-ı Rum

Otman Baba, Abdalan-ı rum’un kurucusu olarak anılmamasından dolayı Cemalettin Sevi ve Kudbeddin Haydar’dan farklılık arz eder. Bu hareketin geçmişi daha eskilere gitse de 15. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkmış. Takipçisi olan Küçük Abdal tarafından öldükten 5 yıl sonra yazılan biyografisi sayesinde en önemli figür olduğunu biliyoruz. Asıl ismi Hüssam Şah. Horasan’dan Anadolu’ya Timur zamanından ya da sonrasından gelmiş.  Tümüyle zahidine yaşayan ve çar darb uygulayan biri. Anadolu’nun ve Balkanların dağ ve platolarında bir kaç yüz dervişiyle dolaşırmış. 1379-1479 arsında yüz yıl yaşadığı söyleniyor. O’na göre evliyalığın kendiliğinden bir içsel boyutu var ve Nübüvetin garantörüdür.[4] Evliyalık, nübüvvetin çobanıdır. Peygamberlik Hz. Muhammed ile son bulmuş, evliyalık Hz. Ali ile başlamıştır. Evliyalığı divane ve meşru olarak ikiye ayırır.  Gerçek evliyalığın insanlığın içinde gizli olduğunu söyler. Kur’an’dan kaynaklı “Dostlarım çadırımın altındadır. Benden başka kimse bilemez onları” hadisi ile desteklermiş bu fikrini.[5]

Kendilerini rehber ve hakikatin yolunu gösteren olarak sunan Sufileri eleştirmekte ve onların gizledikleri asıl maksatlarının dünya mallarını toplamak olduğunu söylermiş. Mal ve mülk sahibi olmayıp, hiç bir hediye kabul etmez, fakirliğin kurtuluşun tek sosyal şartı olduğunu söylermiş. Zaviyelere karşı imiş. Sultan Süca ve Hacı Bektaşi Veli’de dahil başka Bektaşileri de eleştirirmiş.

Abdalan-ı Rumların aksesuraları arasında balta, deri kese, oyluk kemiğinden kaşık ve baston gibi şeyler ve garip adetleri (kendini kesme, dağlama ve tatoo gibi) var. Bunlara Abdallar ya da Işık da deniyor.[6]

Vahidi şöyle anlatmakta: yün kemerle sağlamlaştırılmış tennure (keçe kumaş) hariç tamamen çıplaklar.  Baş ve yüz traşlı, ayaklar çıplak… “eba Müslüm” baltası bir yanda, süca-i değneği öbür… her abdal iki kese taşır. Birinde esrar bulunur. Büyük oyluk kemiğinden yapılmış kaşık ve derviş tas’ı taşırlar. Hz. Ali’nin ismi ve kılıcı göğüslerine ve bir yılan figürü omuzlarına kazılı, def, davul ve boynuz çalıp aynı zamanda bağırırlar ve normal olarak esrarın etkisiyle sarhoşlarmış. Eylemlerinde Hz. Adem’i örnek alırlar, tennure incir yaprağını, çıplaklıkları dünyanın hiçliğini sembolize eder ve bunu “vücudun perdelerini kaldırmak” olarak adlandırırlarmış. Yüzün aynasını elde etmek için baş, sakal ve bıyık tıraş edilirmiş. Abdallar yemeği severlermiş. Yemekten sonra esrar alma bölümü ve sema başlarmış. Yerde yatar ve onlara göre yeniden doğuşu simgeleyen israfilin borusunu simgeleyen boru sesiyle uyanırlarmış. Her türlü kısıtlamadan azade olduklarına inanırlar, rehberlerini Hz. Ali ve Hz. Ali’nin düşmanlarını kendilerinin de düşmanı olarak görürlermiş. Hz. Hasan ve Hüseyin’i ve 12 imamı severlermiş.

Menavino onları şöyle anlatıyor:

“Dervişler şakacı insanlar. Güneşten kurutulmuş kuzu derisi giyerler ve omuzlarında sarkıtarak vücutlarını, arkadan ve önden kapatarak avdet yerlerini örterler. Vücudun diğer yerleri çıplak ve kıllardan arındırılmıştır. Ellerinde kalın ve budaklı bastonları, kafalarında bir el uzunluğunda beyaz konik şapka, kulaklarında değerli taşlardan yapılmış küpeler takarlar. Türkiye’de seyahat edenlerin konakladığı ve beslendikleri yerlerde yaşarlar. Yazın konakladıkları yerlerde yemek yemezler, sokakta “şah-ı merdan aşkına” dilenirler. Anadolu’da Türkiye’nin feth edilmesinde büyük emeği geçen Seyyid Battal adına yapılmış türbesinde 500 kişi kadarının kaldığı yerleri vardır. Yılda bir defa yedi gün süren, 8.000 kadar kişinin katıldığı bir toplantı yaparlar. Şefleri, kelime anlamı babaların babası olan Azam Baba denen biridir. Aralarında baştan aşağı beyazlar giymiş genç çocuklar vardır. Seyyid Battal türbesine vardıklarında kalabalıktan biri başlarında geçen olağan üstü olaylarında birini anlatmaya başlar ve yapılmış olan şeyleri kendi adını da ekleyerek Şef’e sunar. Onlar için bizim Pazar günümüz gibi olan Cuma günü güzel yemekler hazırlanır. Kaldıkları yere uzak olmayan bir çayırda yemeklerini yerler. Yemekten sonra Şefleri ayağa kalkar, onu cemaat takib eder. Allaha dua eder (Allah kabul eyleye). Tüm cemaat yüksek sesle onu tekrar eder. Aralarında Köçek denen genç çocuklar tepsilerde ezilmiş esrar dağıtır. Bunu yiyen kişi sanki şarap içmiş gibi çakırkeyf ve neşeli olur. Esrar yendikten sonra yeni hikayeler anlatılır ve kitaplar okunur. Ardından kaldıkları yere yakın bir yere geçer ve büyük bir ateş yakarlar. Birbirlerinin ellerini tutarak kendi tarikatlarının şarkılarını söyleyerek ateşin etrafından dönerler. Bizim köylerimizin festivallerinde olduğu gibi kadın ve erkek dans ederek dönerler. Dans bittiğinde bıçaklarını çıkararak kol, göğüs ya da kalçalarına dal, yaprak, çiçek ya da yaralı kalp gibi şekilleri bir ağaca oyar gibi kazırlar. Bunu aşkına düştükleri kişi için yaparlar” [7]

Başka bir kaynak 1455-63 arasında Yeniçeri olarak bulunmuş Konstantin Mihailoviç’tir. Onun kaydı şöyle:

“Ne şarap, ne de kvas içerler. Yemek için dilenirler. Yemekten sonra ne kalmış ise onu fakirlere dağıtırlar. Genellikle akşam yemeği yemezler. Hiç bir mülkleri yoktur. Şehirden şehir’e deli gibi dolanırlar. Daire çizerek dans ederler. Ellerini birbirinin omuzuna koyup, kafalarını sallayıp zıplayarak dans ederler. Dans ederken la ilahe illallah diye bağırırlar. Sesleri çok uzaktan köpek havlamalarını anımsatır. Danslarına sema derler. Bunu önemli kutsal ve dinsel bir görev olarak yaparlar. Üzerlerinde sular gibi ter akıncaya kadar hızla dönerler. Kudurmuş köpek gibi ağızlarından köpük gelir. Yorgunluktan oraya buraya yuvarlanırlar. Bu çılgın yorgunluğu attıktan sonra herkes yerine, yatağına döner”[8]

Bir püriten olan İbn Teymiye onları “Kur’an’ın yasaklarını çiğneyen, namaz ve orucu hep ihmal eden, sakallarını kesen kafirler” olarak kınar.

Takiyeddin al-Magribi şiirlerinde onları “hedonist ve kafaları traşlı, çıplak değillerse de keçe kuşak ve kuzu yününden gömlek giyen, çok esrar tüketen fakat şaraba pahalı olduğu için el sürmeyen” insanlar olarak tanımlar.

Camiiler

Birçok şeyleri haydarilere benzeyen camiiler, 16. yüzyılın ilk yarısında oldukça bilinen bir grup fakat tarihsel kökeni tam berrak değil. Hayderilerden farklı olarak cinsel organlarına halka takmıyorlar, şarkı olarak mazmurları okuyorlarmış. Vahidiye göre dizlerine kadar uzanan yılan gibi kıvrım kıvrım saçları varmış. Tıraşları mükemmel fakat bıyıklarına dokunmuyorlarmış. Keçe giyip, sağ kulaklarına küpe takıyorlarmış. Bileklerinde demir halka, bellerinde kemere bağlı ziller varmış. Çıplak ayaklı ve müzik konusunda çok usta insanlar olan Camiiler çok şarap içiyorlar ve güzel sesleriyle def ve davul eşliğinde Allah’a kaside söylüyorlarmış. Allah vergisi Davudi sesleri ve yetenekleri varmış.  Allah’ın onların ihtiyaçlarını sağlayacağı inancındalarmış ve seyahatlerine dair günce tutarlarmış. Menavino’nun kayıtlarında her konuda bilgili oldukları geçmekte ve çoğunluğunun soylu aile çocukları oldukları söylenmekteymiş. Genellikle mor ve kahverengi elbiseli, kemerlerine beş ya da altı zil bağlı, aslan, kaplan, panter, leopar gibi hayvanların postlarını omuzlarına atarlarmış. Saçlarına iyi bakar ve uzatmaya özen gösterirlermiş. İçinde aşk şarkıları ve soneler olan Farsça kitap taşırlarmış. Ayaklarında ipten yapılma ayakkabı, başlarına hiç bir şey takmazlarmış ve bir grup olarak bulundukları anlarda bellerindeki zillerin çıkardığı sesler çevredekilere büyük zevk verirmiş. Bir caddeye girdiklerinde, orada bir gençle karşılaşırlarsa, etrafını sarar içlerinden biri tenor ve başka biri de başka bir sesle, zilleriyle beraber güzel bir konser verirlermiş. Tüm zanaatçıları ziyaret eder ve genç adam ve kadınlara aşık olurlar, nereden isterlerse oradan dolaşırlarmış. Muhammediler onlara “ilahi aşk’ın insanları” derlermiş.[9]

Sonuç

Hegel’in köle-efendi diyalektiği ve özbilinç temalı tezlerinden hareketle özbilinçler arasılığın temel nosyonu olarak kurduğu tanıma-tanınma (recognition) kavramının meşruluğu açısından – konumuz açısından – Dünyeviliğe doğru ve uhreviliğe doğru olmak bab’ından (melametiye-kalenderiye) duruşlar sergileyen hareketlere dair bir değerlendirme, bu sufi ve derviş hareketlerinin Anarşizmlerine dair bize daha açık veriler verir kanaatindeyim. Melamiler açısından; kınanmak, kötülüklerini ve kötü taraflarını açık etmek, başkalarının kötülüklerini ve yanlışlıklarını yüzlerine vurmamak ve toplum içinde herkes gibi yaşamak gibi gayeler ve haller açıktır ki bir tanınma ve ün aramak maksadıyla insan topluluğu içinde bir var oluş biçimi arama, yani tanınmak için mücadele etme ameliyesinden oldukça ters bir hal arzeder. Çalışmaya karşı olmama ve hatta dilenmeyi açıkça kınama halleride dahil olmak üzere, toplumda öne çıkmama, kendi ile hesaplaşma telkini ve hali Nefs’in kontrol edilmesi fikrinin yansıması olarak hayatın nasıl yaşanması gerektiğine dair insanın kendi doğasından başlayan ve kültürel çevre ile beraber gelişen güç elde etme ve kendini ispat etme temayüllerine karşı toplum ve insan ilişkilerinde olunması gereken bir hal için somut ve pratik bir çözüm sunar.

Hegel’ce öznelerarası ilişkiye doğal bir hal olarak (psikolojik ve sosyal duruş itibarı ile) konulan tanınma (recognition) Melamilerde bu mücadelenin boş çıkarılması ve bir özgürleşmeyi seçme tavrı olarak mevcudiyet bulur. Yani başka bir şekilde ifade edersek, tanınma için mücadele Nefs’i öne çıkarma ve nefs’in arzularının kurbanı olma sonucunu doğurma anlamına gelmektedir ki bu haldir Melamiliğin reddiyesinin temelini oluşturan hal. Öyle ki kimi Melami önde gelenleri çağırıldıkları yerlere katılmayı reddetmektedirler ve “kendi kötülüklerinden insanları azade tutmak” olarak adlandırmaktadırlar bu tavırlarını.

Hegel’ce evrenselleştirilen ve Hegel sonrası düşünürler ve özellikle Marksist düşünürlerce de tartışılan tanınma kavramının somut bir reddiyesi olarak da okumak gerekir melameti duruşu. Belki bir açıdan Nietzsche’nin duruşlarına yakındır! Bu tavır açıktır ki toplumsal alanda özneler arasında meydana gelebilecek olası hiyerarşik ilişkilerin zincirini hem içsel, hem de dışsal duruş olarak reddi anlamına gelmektedir. Landauer’den hareketle Anarşizm, iktidarı “bir ilişkiler biçimi” olarak ifade eder. Foucault’nun “iktidarın heryerdeliğine” ve iktidar ilişkilerine tezinin doğruluğunu kabul ederek varoluşsal bir reddiye olarak okunabilir melameti duruş.

Hem Toplum içinde konumlanma ve hem de toplumdan farklı bir kişilik ya da grup olarak ortaya çıkmama, kara çalınmaya ses çıkarmayıp tevekkül göstermeyi becererek ve bunu paye için yapmayarak şahıstaki her türlü erk istencini (öldürülmesi gereken nefs’in adıdır bu) öldüren bir hal, Anarşizmi kişinin içinden başlatarak, cemaat içinde gerçek anlamda eşit olunduğu halle böbürlenme, kibr ve yalan yaşamdan azade olan bir şahsiyeti kor cemaatin ortasına. Böyle bir insan insan-ı Kamil’e giden yolun kapısını açan insandır.

Kalenderilere[10] gelince; onların toplum içinde başka bir topluluk haline gelmiş olmaları bir yana bırakılırsa – ki topluluk olmaları gezginci olmalarından hareketle gevşek topluluk, gevşek cemaat olarak da adlandırılabilir – toplumu reddeden, yerleşik ve oturmuş örf-adet ve törelere karşı duruşları bir reaksiyon olarak ortaya çıkmış ve yüzyıllara yayılan varlıklarından dolayı ise oturmuş (alışılmış) durağan olmayan Anarşik bir hareket olarak adlandırmayı hak eder. Fikri duruşlarına ve eylemlerine destek olarak aldıkları merameti hâl ve melami fikriyatı yakınlıkları, gezginlikleri de hesaba katıldığında, Anarşist bir görünüm arz eder.

Bu halde, özellikle çalışmamak ve dilenmek hali toplumda açık bir kınanmayı hak eden davranış olarak ortaya çıkar. Bundan rahatsız değil, aksine memnundurlar. Bu memnuniyet halinin problemli tarafı, bu halin başlı başına bir ritüel olarak yaşanmasıdır. Toplumun ekseriyetinin dışında bu varlık hali kibr (mağdurun kibr’i) olarak ortaya çıkarabilir. Bu kibr’in ortaya çıkması çevresel faktörler ve etkilerin bu konuda bir paradigma ve o paradigmanın yaygın olduğu bir atmosferin etkisiyle tetiklenir. Kınanmadan kaynaklanan bir memnuniyet hali bu konuda yapılması gereken bir tartışma konusu olarak ele alınmalıdır. Melamilerde memnuniyetin tehlikeli bir hal olduğunu bilmekteyiz. Çünkü öldürülmesi gereken Nefs’i canlandıracak enerjiyi şahsa yeniden kazandırma riskine sahiptir.

Kalenderîlerin, gezgin olmaları ve mal-mülk sahibi olmaktan uzak durmaları (gezgin olmaları doğal olarak mal sahibi olmalarına engeldir ve zaten gezgin topluluklar her daim yerleşikleri rahatsız eden bir ruh hali yaratır); devamlı surette toplumda rahatsızlık yaratacak fikre, ruha sahip olup, eylemlerde bulunmaları ve bu negatif tabiyatlarıyla kurum, devlet ve önemli şahıs ve tarikatları gerçeğin zeminine çekip Allah’ı hatırlatmaları – dünyanın faniliği, değersizliğine gönderme ve ölüme doğru varlık olarak ölüm ötesi dünya inancına odaklanmış olmaları – tavır ve meşrep olarak Anarşist tabiatlarını yeterince açık eder.

Melamilik bir meşrep olarak yaşamda, toplum karşısında ve uhreviyatta, Allah’a karşı sorumluluklarla bireysel bir duruş, Kalenderilik ise bir meşrep olarak yaşamda, topluma karşı bir cemaat olarak, kendini tamamen varlığıyla Allah’a adayarak toplu bir duruş sergiler. Kalenderi, topluma karşı sorumluluğunu onun yerleşik değerlerini sarsarak yerine getirir ve ondan ayrı bir mevcudiyet iken, Melamilik toplumla beraber, onun içinde ve bireysel olarak samimiyetle Allah’a adanma halinde görünür.

Allah’dan başka hiç bir otorite tanımayan ve Allah’ın kelamını yaşamlarına rehber olarak uygulamaya çalışan ve Allah’tan uzaklaşan ulema, bilmiş ve yüksek şahsiyetlere ve Allah’ın yerini alan (ona şirk koşan devlet ve iktidar olma haline) kurumlara dur demek için ortaya çıkan dervişlerden alınacak ders bugün bizim için bir feyz vesilesi olur belki. (ALİŞAN ŞAHİN - İTAATSİZ.ORG)
Daha yeni Daha eski