Son yirmi yıldaki bu “büyük dönüşüm”ün en trajik sonucu, düşkünlerin dininin de verilen sadakalar aracılığıyla özelleştirilmesidir. Dindir ama yeni bir dindir; düşkünlerin dini değil, düşkünler için dindir. Piyasa toplumunun dinidir...
SADAKANIN VE MERHAMETİN ÖTESİNDE
Karl Polanyi, henüz bir imparatorluk başkenti olduğu dönemde, Viyana’da doğdu. Babası Hıristiyanlığı kabul etmiş Yahudi asıllı bir sermayedardı. Felsefe ve Hukuk eğitimi aldı. I. Dünya Savaşı sırasında süvari subayı olarak Avusturya Ordusu’na katıldı.
Avusturya Ordusu’nun bir başka subayı Béla Kun, Macaristan Sovyet Cumhuriyeti’ni kurmak için Karolyi hükümetini devirdiğinde Viyana’yı, 1930’lu yıllarda faşizm yükselmeye başlayınca Avusturya’yı terk etti. Artık Londra’da bir siyasi göçmendi.
“Büyük Dönüşüm” kitabı o yılların ürünü. Polanyi, Büyük Dönüşüm’de, mevcut piyasa toplumunun siyasal ve ekonomik kökenlerini tartışıyordu. Sistemin çalkantılı yıllarında, doğal bir düzen olduğuna değin liberal algının tersine, piyasa ekonomisini “doğal olmayan bir süreç” saydı. Bu ekonomi üzerinde yükselen toplumun da emek, toprak ve sermayenin dönüşümü aracılığıyla gerçekleştirilen bir “siyasi proje” olduğunu söylüyordu kitabında. Bu siyasi proje ile eski “toplum” dağıtılmış ve “ekonominin ihtiyaçlarına göre” yeniden bir araya getirilmişti. Toplumun “organik” yapısının dinamitlenerek, “inorganik” bir hale dönüştürülmesi süreciydi bu. Büyük dönüşüm ile “toplum olmayan bir toplum” icat edilmişti. Burjuva toplum bütünüyle iktisadi bir şey olarak görünüyordu. Kısaca “Kapitalizm” diyoruz…
***
Büyük Dönüşüm, savaş bitmeden basılma şansı buldu. Savaştan sonra Columbia Üniversitesi’nden hocalık teklifi aldı. Ancak eşine eski bir Komünist olması nedeniyle Birleşik Devletler’e giriş vizesi verilmiyordu. Kanada’ya taşındı, New York’a gidip gelerek çalışmaya başladı. Soğuk Savaş yürürlükteydi, Polanyi yeni savaşın da ortasında kalmıştı. Büyük Dönüşüm, o şartlarda Marks’a yapılan göndermeler sansürlenerek yeniden basıldı. Marksist olmakla birlikte, Marks’tan arındırılmış “Büyük Dönüşüm” böyle ortaya çıktı.
***
Piyasa ekonomisi yükselmiş ve düşmüştür; temel tezini böyle özetleyebiliriz. Düşmüş ise, düşkündür. Demek, bir düşkünler düzenindeyiz. “Ricardo ve Malthus’a hiçbir şey mallardan daha gerçek görünmüyordu” diye yakınıyordu o da. Yürürlükte olan bir “mal düzeni”ydi, içinde insan bırakılmamıştı. Polonyi, böyle baktığında bambaşka bir gerçekle karşılaşıyordu; “Feodal düzen bazı yönlerden piyasa düzeninden daha insanidir” diye not etti o gerçeği. Hâlâ öyledir!
Öyle ki, bu inorganik toplumda, kölelikten kurtulmuş “özgür insanlar” açlıkla terbiye edilmekteydi. “Açlık en vahşi hayvanları bile ehlileştirir, en sapıklara bile ahlaklı ve uygar olmayı, itaati ve boyun eğmeyi öğretir. Genel olarak yoksulları çalışmaya itebilecek tek şey açlıktır ama yasalarımız hiç aç kalınmayacağını belirtiyorlar…” Malthus’tan yola çıkarak tartıştığı toplumun mantığını böyle özetliyordu. Polanyi’ye göre, bu yeni görüş açısından, özgür bir toplumun iki ırktan oluştuğu söylenebilirdi: Mülk sahipleri ve emekçiler. İkinci ırktan olanların sayısı yiyecek miktarıyla sınırlıydı ve mülkiyet güvence altında olduğu sürece açlık onları çalışmaya itecekti. Acımasız ve ahlak dışıdır. Kısaca “Kapitalizm” diyoruz.
***
İngiliz Sanayi Devrimi tamı tamına böyle yaptı. Köylüleri topraklarından uzaklaştırdı, kitleler halinde büyük şehirlerin atölyelerine doğru göçe zorladı. Bir iş bulma şansına sahip olan “özgür insanlar” şanslıydı, bulamayanlar açlığın insafına terk edildi.
Ancak, öylesine kalabalıktılar ki, gelişmekte olan piyasanın hepsine iş bulamayacağı anlaşılınca, 1795’te, “Speenhamland” adı verilen bir düşkünler yasası çıkarıldı. Büyük bir krizin ortasında, Newsbury yakınındaki Speenhamland’de Pelikan Hanı’nda toplanan Berkshire yargıçları, yoksullara kazançlarından bağımsız olarak belirli bir asgari gelir sağlanması için, ekmek fiyatlarına göre ücretlerin desteklenmesine karar verdi. Yasa uyarınca, bir iş bulamayanlar Kiliseye sığınacak, Kilise bu düşkünlere bir öğün yemek ve yatacak bir yer sağlayacaktı.
Fakat bir iş bulabilen yoksullar da aldıkları ücretle ancak bu kadarına sahip olabiliyorlardı. Haliyle işi olanlar gönüllü olarak düşkün olmaya başladı. Kiliseye sığınmak, ücretli bir işi olmaktan daha iyiydi. “Hayır”ın, “hak”ın önüne geçmesinin kısa tarihi budur. “Hayır”, sadaka, Kapitalizmin boşluğunda doğar. Hem dinsel hem modern bir vakadır. İnsan aklına ve onuruna yapılmış en aşağılık saldırıdır.
Sadaka, sadece profesyonel düşkünler üretir. Profesyonel düşkün, dilencidir, bütün gayreti, sadakadan daha çok pay almaya yöneliktir. Emekçilerin sınıf haline gelmesi için önce sadakadan kurtulması gerekir.
***
Speenhamland yasası ile ücretlere yapılan bu doğrudan müdahale, dönemin sınıfsal eğilimine uygundu. Fransa’da patlak veren devrimin İngiltere’ye sıçrayacağı korkusuyla acilen alınmış bir önlem niteliğindeydi. Böylece yoksullar düşkünlere dönüştürülerek devrimin önüne geçilmez bir duvar örülmüştü. Ayrıca bu yardımlarla toprak ve sanayi burjuvazisine ücretleri minimum seviyeye çekmek için meşru bir zemin hazırlamıştı.
Ancak, yoksullara yardım için yapılan yasal düzenlemeler, 18 yy. liberalleri tarafından sert eleştirilere maruz kalıyordu. Smith, yardım için şart koşulan ikamet yasasının emeğin serbest dolaşımını engellediği kanısındaydı. Townsend ve Malthus ise düşkün yasalarını nüfus artışına sebep olduğu gerekçesiyle eleştirmekteydi. Aç kalmalıydılar ki çalışmaya ikna olabilsinler. Kısaca “Kapitalizm” diyoruz…
1834’te eski düşkün yasalarını ıslah etmek üzere yeni bir yoksul yasası yapıldı. Islah yasası, Speenhamland sistemini düzeltiyor, güya çalışan yoksulların düşkün konuma itilmesini engelliyordu. Artık yardımı Kilise değil, devlet yapacaktı. Kilise eliyle dağıtılan yardımların “ikinci ırkın” varlığını tehdit ettiği anlaşılmıştı. Sadaka azalınca emekçiler insanca yaşamanın hakları olduğunu söylemeye başladılar. Sendikalaştılar. 1848 Devrimi Avrupa kapitalizminin kapısını çalmaya hazırlanıyordu…
***
20. yüzyıl ise Ekim Devrimi ile başladı. İşçi sınıfının yardım ve sadaka ile yetinmeyeceği, her şeyi talep edeceği ortaya çıkmıştı. Polanyi’nin deyişiyle, ekonomik gereklerine göre yeniden örgütlenmiş “inorganik toplumun” zorunlu maliyetiydi bu.
Sonra sosyalist sistem çözüldü, üç yüz yıl öncesinin yoksul yardımlarını bir yük olarak gören vahşi anlayışı hortladı. Kapitalist sistem yolun başında şaklattığı açlığın kırbacını yeniden kuşanmıştı.
***
Düşmüşsen düşkünleşirsin. Burada mesele yoksulluk değildir, düşkün olup olmamaktır. Bir işin var ve aldığın ücretle geçinemiyor, kendi kendini yeniden üretmekte zorlanıyorsan bu yoksulluktur. Kiliseye, dine, devlete, belediyeye sığınmış ve dilenerek geçiniyorsan, bu düşkünlüktür.
Özellikle son 20 yılda toplumun dönüşümünün özetidir bu. Yoksullar üretimden koparıldı; yardıma, sadakaya alıştırıldı. Yoksullar aç kalma korkusuyla koşup camilere sığındı. Bir kap yemeğe ve uzanacak bir şilteye her şeyinden vazgeçti. Tarlaları yağmalayıp betona boğuyorlar haliyle, köylüleri şehirlere yığıp dönüştürüyorlar. Büyük bir düşkünler evindeyiz şimdi.
Sendikasızlaştırma ve örgütsüzleştirme bu düşkünleştirmenin türevi. Sanayi Devrimi’nden yüzyıllar sonra düşkünler yoksullara, lümpenler işçilere galebe çalıyor yine. Bu çürümenin arkasında ise paranın ve mülkiyetin sınırsız iktidarı sürüyor. Kapitalizmin en yıkıcı halidir.
***
Marksizm ve onun kurguladığı Komünizm düşüncesinin arkasında işte böyle bir tarih var. Marksizm, düşkünler toplumundan esinlenen siyasal iktisada, Komünizm ise düşkünler toplumunu ortaya çıkaran piyasa toplumuna radikal bir reddiyedir. İnsanı insan, toplumu ise iktisadın gereklerinden öte birer insanlar toplumu haline getirmenin biricik yoludur. Tekrarlayalım öyleyse: Hepsinden öte, komünizm kapitalizmin ortasında insan kalma mücadelesidir. İnsanı düşkünleştiren, dilenci yapan, değersizleştiren, kötü yola düşüren, onursuz ve ahlaksız kılan bir düzeni değiştirme iradesidir.
Son yirmi yıldaki bu “büyük dönüşüm”ün en trajik sonucu, düşkünlerin dininin de verilen sadakalar aracılığıyla özelleştirilmesidir. Dindir ama yeni bir dindir; düşkünlerin dini değil, düşkünler için dindir. Piyasa toplumunun dinidir.
Demek ki toplumun en derinlerinde ve ideolojinin en tepelerinde kıyasıya bir savaşın içindeyiz. İnsan kalmak isteyenlerle insanı silmek isteyenler arasında amansız bir mücadele var.
Piyasa toplumu düşmüştür; düşmüşün ayakta tutulması için ise sadaka şarttır. Yükselme ihtimalini görmüyoruz; demek ki devrim kapıda beklemektedir. Sadakaya ve merhamete gerek duyulmayan bir yeni Cumhuriyet kuracağız. Dediğimiz bu…
Sadaka zenginin, merhamet zalimin erdemidir. İkisinin de erdem sayılmadığı düzene Komünizm diyoruz. İstediğimiz bu! (ORHAN GÖKDEMİR - SOL.ORG)
SADAKANIN VE MERHAMETİN ÖTESİNDE
Karl Polanyi, henüz bir imparatorluk başkenti olduğu dönemde, Viyana’da doğdu. Babası Hıristiyanlığı kabul etmiş Yahudi asıllı bir sermayedardı. Felsefe ve Hukuk eğitimi aldı. I. Dünya Savaşı sırasında süvari subayı olarak Avusturya Ordusu’na katıldı.
Avusturya Ordusu’nun bir başka subayı Béla Kun, Macaristan Sovyet Cumhuriyeti’ni kurmak için Karolyi hükümetini devirdiğinde Viyana’yı, 1930’lu yıllarda faşizm yükselmeye başlayınca Avusturya’yı terk etti. Artık Londra’da bir siyasi göçmendi.
“Büyük Dönüşüm” kitabı o yılların ürünü. Polanyi, Büyük Dönüşüm’de, mevcut piyasa toplumunun siyasal ve ekonomik kökenlerini tartışıyordu. Sistemin çalkantılı yıllarında, doğal bir düzen olduğuna değin liberal algının tersine, piyasa ekonomisini “doğal olmayan bir süreç” saydı. Bu ekonomi üzerinde yükselen toplumun da emek, toprak ve sermayenin dönüşümü aracılığıyla gerçekleştirilen bir “siyasi proje” olduğunu söylüyordu kitabında. Bu siyasi proje ile eski “toplum” dağıtılmış ve “ekonominin ihtiyaçlarına göre” yeniden bir araya getirilmişti. Toplumun “organik” yapısının dinamitlenerek, “inorganik” bir hale dönüştürülmesi süreciydi bu. Büyük dönüşüm ile “toplum olmayan bir toplum” icat edilmişti. Burjuva toplum bütünüyle iktisadi bir şey olarak görünüyordu. Kısaca “Kapitalizm” diyoruz…
***
Büyük Dönüşüm, savaş bitmeden basılma şansı buldu. Savaştan sonra Columbia Üniversitesi’nden hocalık teklifi aldı. Ancak eşine eski bir Komünist olması nedeniyle Birleşik Devletler’e giriş vizesi verilmiyordu. Kanada’ya taşındı, New York’a gidip gelerek çalışmaya başladı. Soğuk Savaş yürürlükteydi, Polanyi yeni savaşın da ortasında kalmıştı. Büyük Dönüşüm, o şartlarda Marks’a yapılan göndermeler sansürlenerek yeniden basıldı. Marksist olmakla birlikte, Marks’tan arındırılmış “Büyük Dönüşüm” böyle ortaya çıktı.
***
Piyasa ekonomisi yükselmiş ve düşmüştür; temel tezini böyle özetleyebiliriz. Düşmüş ise, düşkündür. Demek, bir düşkünler düzenindeyiz. “Ricardo ve Malthus’a hiçbir şey mallardan daha gerçek görünmüyordu” diye yakınıyordu o da. Yürürlükte olan bir “mal düzeni”ydi, içinde insan bırakılmamıştı. Polonyi, böyle baktığında bambaşka bir gerçekle karşılaşıyordu; “Feodal düzen bazı yönlerden piyasa düzeninden daha insanidir” diye not etti o gerçeği. Hâlâ öyledir!
Öyle ki, bu inorganik toplumda, kölelikten kurtulmuş “özgür insanlar” açlıkla terbiye edilmekteydi. “Açlık en vahşi hayvanları bile ehlileştirir, en sapıklara bile ahlaklı ve uygar olmayı, itaati ve boyun eğmeyi öğretir. Genel olarak yoksulları çalışmaya itebilecek tek şey açlıktır ama yasalarımız hiç aç kalınmayacağını belirtiyorlar…” Malthus’tan yola çıkarak tartıştığı toplumun mantığını böyle özetliyordu. Polanyi’ye göre, bu yeni görüş açısından, özgür bir toplumun iki ırktan oluştuğu söylenebilirdi: Mülk sahipleri ve emekçiler. İkinci ırktan olanların sayısı yiyecek miktarıyla sınırlıydı ve mülkiyet güvence altında olduğu sürece açlık onları çalışmaya itecekti. Acımasız ve ahlak dışıdır. Kısaca “Kapitalizm” diyoruz.
***
İngiliz Sanayi Devrimi tamı tamına böyle yaptı. Köylüleri topraklarından uzaklaştırdı, kitleler halinde büyük şehirlerin atölyelerine doğru göçe zorladı. Bir iş bulma şansına sahip olan “özgür insanlar” şanslıydı, bulamayanlar açlığın insafına terk edildi.
Ancak, öylesine kalabalıktılar ki, gelişmekte olan piyasanın hepsine iş bulamayacağı anlaşılınca, 1795’te, “Speenhamland” adı verilen bir düşkünler yasası çıkarıldı. Büyük bir krizin ortasında, Newsbury yakınındaki Speenhamland’de Pelikan Hanı’nda toplanan Berkshire yargıçları, yoksullara kazançlarından bağımsız olarak belirli bir asgari gelir sağlanması için, ekmek fiyatlarına göre ücretlerin desteklenmesine karar verdi. Yasa uyarınca, bir iş bulamayanlar Kiliseye sığınacak, Kilise bu düşkünlere bir öğün yemek ve yatacak bir yer sağlayacaktı.
Fakat bir iş bulabilen yoksullar da aldıkları ücretle ancak bu kadarına sahip olabiliyorlardı. Haliyle işi olanlar gönüllü olarak düşkün olmaya başladı. Kiliseye sığınmak, ücretli bir işi olmaktan daha iyiydi. “Hayır”ın, “hak”ın önüne geçmesinin kısa tarihi budur. “Hayır”, sadaka, Kapitalizmin boşluğunda doğar. Hem dinsel hem modern bir vakadır. İnsan aklına ve onuruna yapılmış en aşağılık saldırıdır.
Sadaka, sadece profesyonel düşkünler üretir. Profesyonel düşkün, dilencidir, bütün gayreti, sadakadan daha çok pay almaya yöneliktir. Emekçilerin sınıf haline gelmesi için önce sadakadan kurtulması gerekir.
***
Speenhamland yasası ile ücretlere yapılan bu doğrudan müdahale, dönemin sınıfsal eğilimine uygundu. Fransa’da patlak veren devrimin İngiltere’ye sıçrayacağı korkusuyla acilen alınmış bir önlem niteliğindeydi. Böylece yoksullar düşkünlere dönüştürülerek devrimin önüne geçilmez bir duvar örülmüştü. Ayrıca bu yardımlarla toprak ve sanayi burjuvazisine ücretleri minimum seviyeye çekmek için meşru bir zemin hazırlamıştı.
Ancak, yoksullara yardım için yapılan yasal düzenlemeler, 18 yy. liberalleri tarafından sert eleştirilere maruz kalıyordu. Smith, yardım için şart koşulan ikamet yasasının emeğin serbest dolaşımını engellediği kanısındaydı. Townsend ve Malthus ise düşkün yasalarını nüfus artışına sebep olduğu gerekçesiyle eleştirmekteydi. Aç kalmalıydılar ki çalışmaya ikna olabilsinler. Kısaca “Kapitalizm” diyoruz…
1834’te eski düşkün yasalarını ıslah etmek üzere yeni bir yoksul yasası yapıldı. Islah yasası, Speenhamland sistemini düzeltiyor, güya çalışan yoksulların düşkün konuma itilmesini engelliyordu. Artık yardımı Kilise değil, devlet yapacaktı. Kilise eliyle dağıtılan yardımların “ikinci ırkın” varlığını tehdit ettiği anlaşılmıştı. Sadaka azalınca emekçiler insanca yaşamanın hakları olduğunu söylemeye başladılar. Sendikalaştılar. 1848 Devrimi Avrupa kapitalizminin kapısını çalmaya hazırlanıyordu…
***
20. yüzyıl ise Ekim Devrimi ile başladı. İşçi sınıfının yardım ve sadaka ile yetinmeyeceği, her şeyi talep edeceği ortaya çıkmıştı. Polanyi’nin deyişiyle, ekonomik gereklerine göre yeniden örgütlenmiş “inorganik toplumun” zorunlu maliyetiydi bu.
Sonra sosyalist sistem çözüldü, üç yüz yıl öncesinin yoksul yardımlarını bir yük olarak gören vahşi anlayışı hortladı. Kapitalist sistem yolun başında şaklattığı açlığın kırbacını yeniden kuşanmıştı.
***
Düşmüşsen düşkünleşirsin. Burada mesele yoksulluk değildir, düşkün olup olmamaktır. Bir işin var ve aldığın ücretle geçinemiyor, kendi kendini yeniden üretmekte zorlanıyorsan bu yoksulluktur. Kiliseye, dine, devlete, belediyeye sığınmış ve dilenerek geçiniyorsan, bu düşkünlüktür.
Özellikle son 20 yılda toplumun dönüşümünün özetidir bu. Yoksullar üretimden koparıldı; yardıma, sadakaya alıştırıldı. Yoksullar aç kalma korkusuyla koşup camilere sığındı. Bir kap yemeğe ve uzanacak bir şilteye her şeyinden vazgeçti. Tarlaları yağmalayıp betona boğuyorlar haliyle, köylüleri şehirlere yığıp dönüştürüyorlar. Büyük bir düşkünler evindeyiz şimdi.
Sendikasızlaştırma ve örgütsüzleştirme bu düşkünleştirmenin türevi. Sanayi Devrimi’nden yüzyıllar sonra düşkünler yoksullara, lümpenler işçilere galebe çalıyor yine. Bu çürümenin arkasında ise paranın ve mülkiyetin sınırsız iktidarı sürüyor. Kapitalizmin en yıkıcı halidir.
***
Marksizm ve onun kurguladığı Komünizm düşüncesinin arkasında işte böyle bir tarih var. Marksizm, düşkünler toplumundan esinlenen siyasal iktisada, Komünizm ise düşkünler toplumunu ortaya çıkaran piyasa toplumuna radikal bir reddiyedir. İnsanı insan, toplumu ise iktisadın gereklerinden öte birer insanlar toplumu haline getirmenin biricik yoludur. Tekrarlayalım öyleyse: Hepsinden öte, komünizm kapitalizmin ortasında insan kalma mücadelesidir. İnsanı düşkünleştiren, dilenci yapan, değersizleştiren, kötü yola düşüren, onursuz ve ahlaksız kılan bir düzeni değiştirme iradesidir.
Son yirmi yıldaki bu “büyük dönüşüm”ün en trajik sonucu, düşkünlerin dininin de verilen sadakalar aracılığıyla özelleştirilmesidir. Dindir ama yeni bir dindir; düşkünlerin dini değil, düşkünler için dindir. Piyasa toplumunun dinidir.
Demek ki toplumun en derinlerinde ve ideolojinin en tepelerinde kıyasıya bir savaşın içindeyiz. İnsan kalmak isteyenlerle insanı silmek isteyenler arasında amansız bir mücadele var.
Piyasa toplumu düşmüştür; düşmüşün ayakta tutulması için ise sadaka şarttır. Yükselme ihtimalini görmüyoruz; demek ki devrim kapıda beklemektedir. Sadakaya ve merhamete gerek duyulmayan bir yeni Cumhuriyet kuracağız. Dediğimiz bu…
Sadaka zenginin, merhamet zalimin erdemidir. İkisinin de erdem sayılmadığı düzene Komünizm diyoruz. İstediğimiz bu! (ORHAN GÖKDEMİR - SOL.ORG)