Kullanılamayıp gönderilen Diagne, Babel ve kurtulmak istenilen Belhanda, dün akşamki mükemmel golün kahramanlarıydı. Peki bu durum bize ne anlatıyor?
Jürgen Klopp, geçtiğimiz haftalarda yaptığı bir açıklamada, biraz da kendilerinden çok daha fazla para harcayan rakiplerine göndermede bulunarak, "Dünyanın en iyi 11 oyuncusunu bir araya getirip, bir hafta içinde gelmiş geçmiş en iyi futbolu oynamalarını bekleyemezsiniz. Bu, ancak antrenman sahasında birlikte çalışarak başarılacak bir şeydir" demişti.
Galatasaray da geçtiğimiz sezon aynı hataya düşmüş ve üst düzey bir futbol oynamanın yolunu üst düzey futbolcuları bir araya getirmekte aramıştı. Belki getirdiği oyuncular, dünyanın en iyi oyuncuları değillerdi. Ama Süper Lig ölçeğinde gayet kaliteli, şöhretli ve elbette pahalı oyuncuları kadrosuna dâhil etmişti. Orta sahaya Fransa Millî Takımı oyuncusu Steven Nzonzi, Premier Lig’den Jean Michael Seri ve Mario Lemina; forvet hattına birkaç yıl öncesine kadar dünyanın en iyi birkaç santrforundan biri olarak gösterilen Radamel Falcao, yine Premier Lig’den Florin Andone ve Ryan Babel gelmişti.
Tüm bu transferlerin ardından, zaten iki sene üst üste şampiyon olmuş Galatasaray, geçen sezonun başında da Süper Lig’in açık ara en büyük favorisi olarak gösterilmiş ve kurulan şaşaalı kadronun Şampiyonlar Ligi’nde de çok parlak sonuçlar alması beklenmişti.
Fakat sarı-kırmızılılar bir şeyi unutmuş ya da önemsememişti; aldıkları bu oyuncuların bir kısmı futbol hayatının sonuna gelmiş yıldızlardı, diğer kısmı ise önemli sakatlık sorunları yaşamışlardı. Göz ardı edilen esas şey ise Klopp’un yukarıda altını çizdiği husustu; dünyanın en iyi oyuncularını bir araya getirmek, üst düzey bir futbol için yeterli değildi.
Nitekim geçen sezonun ilk yarısında ortaya çıkan sonuç büyük bir hayâl kırıklığı olmuş ve Galatasaray oldukça iç karartıcı bir futbolla hem ligde hem de Avrupa’da beklentilerin çok altında kalmıştı. Zira kurulan kadronun birbiriyle uyumu felâket düzeydeydi.
Savunmanın merkezinde ayaklarına hâkim iki stoper Christian Luyindama ve Marcao, sağında top tekniği oldukça iyi bir bek olan Mariano, önlerinde iki üst düzey pasör Nzonzi ve Seri, kanatlarda Sofiane Feghouli ve Ryan Babel gibi sık sık içe kat eden iki teknik oyuncu daha ve santrfor olarak da kalitesinden kimsenin şüphe duyamayacağı Falcao. Kâğıt üzerinde oldukça gösterişli duruyordu. Ayrıca her biri, Fatih Terim’in geçiş yapmayı planladığı topa sahip olma oyununa uygun gibiydi.
Sonucunda ise Terim’in planladığı gibi hemen her maçta, Şampiyonlar Ligi’nde Real Madrid’e karşı bile, topun hâkimi Galatasaray oluyordu. Ama sarı-kırmızılılar sahip olduğu bu topla hiçbir şey yapamıyordu. Aslında Galatasaray’ın birbirinden kaliteli ayakları, son derece başarılı bir şekilde topu birbirlerine gönderiyor, geri alıyor ve tekrar gönderiyordu, evet. Hatta rakibin bir kalesi olmasa ve futbolun en önemli amacı pas yapmak olsaydı, Galatasaray gerçekten de bu işte dünyanın en iyisi olarak dahi sayılabilirdi. Ama ne yazık ki rakibin bir kalesi vardı ve Galatasaray o kaleye yaklaşamıyordu bile.
Topa sahip olma oyununun günümüzdeki bir numaralı temsilcisi Pep Guardiola, futbolun bu şeklinin en temel prensibini, “Bizim pas yapmamızdaki amaç, topu değil, rakibi hareket ettirmektir” diye açıklar. Galatasaray ise topu hareket ettiriyor, ama ne kendisini ne de hâliyle rakibi hareket ettirebiliyordu.
Zira sarı-kırmızılılar, topun kendilerinde kalmalarını sağlayacak kalitede ayakları getirmiş, ama takımın hareket etmesini ve alan bulmalarını sağlayacak olan en temel şeyi unutmuştu: Topsuz koşu. Ne bekleri bunu yapabilecek hıza sahipti ne de kanatlarından biri çizgiye basıp oyunu genişletebilecek ve savunma arkasına sızabilecek tarzdaydı.
Devre arasında, yaptıkları bu hatayı kabul eden Terim, sol bekte Yuto Nagatomo’nun yerine RB Leipzig’den savunması zayıf, ama hücuma katkısı ve dinamizmi yüksek Marcelo Saracchi’yi, sol kanatta da topu ayağına isteyen Babel yerine pasların koşu yoluna gönderilmesini bekleyen “eski dost” Henry Onyekuru’yu Monaco’dan kiralamıştı. Bu arada durağanlığıyla ilk yarıdaki aşırı statik takımda bile sırıtan Nzonzi’nin kiralık sözleşmesi de feshedilmiş ve savunma önüne Seri çekilmişti. Lemina ise geriden oyun kurulurken stoperlerin arasına girmeye başlamış ve beklerin daha fazla öne çıkmasını sağlamıştı. Tüm bu değişikliklerin sonucunda ise Galatasaray’da sezonun ikinci yarısında taşlar her geçen maçın ardından biraz daha yerine oturmuş ve içinde Kadıköy’deki 20 yıllık geleneğin son bulduğu tarihî gecenin de olduğu, oldukça özel bir galibiyet serisi yakalayarak, şampiyonluk yarışına yeniden dâhil olmuştu.
Fakat bir anda tüm dünyayı etkisi altına alan salgın nedeniyle lige verilen ara, Galatasaray’ın hızını kesmiş ve çok kötü bir geri dönüşün ardından sarı-kırmızılıların bu tuhaf sezonu kötü bir şekilde bitmişti.
Çok kısa bir süre sonra başlayan bu sezonda ise Galatasaray için beklentiler, geçen sezonun aksine çok düşüktü. Ezeli rakip Fenerbahçe, birbiri ardına yeni transferlerini açıklarken, bir önceki sezon kurulan pahalı kadronun getirdiği başarısızlığın altında maddî olarak ezilen sarı-kırmızılılar, bu defa sessizliğe gömülmüştü.
En gözde transferi, Sivasspor’dan bonservissiz olarak gelen Emre Kılınç’tı. Onun dışındaki tüm transferler de herhangi bir bonservis bedeli ödemeden gerçekleştirilmişti. Sağ bekte Mariano’nun yerine Olympiakos’tan Omar Elabdellaoui, sağ kanada alternatif olarak Çaykur Rizespor’dan Oğulcan Çağlayan, sol kanada Üçüncü Lig takımı Erzincanspor’dan Kerem Aktürkoğlu, kaleye Fernando Muslera’nın sakatlığı süresince oynaması için Kasımpaşa’dan Fatih Öztürk, merkez orta sahaya Stoke City’den kiralık olarak Oghenekaro Etebo alınmış ve elbette uzun süre adı gündemde olan ve bir o kadar uzun süredir de futbola uzak olan Arda Turan başladığı yere geri dönmüştü. Geçtiğimiz sezon başka takımlara kiralanan Ryan Babel ve Mbaye Diagne de yeniden kadroya katılmıştı.
Kısacası, ortada kimseyi heyecanlandırmayan bir kadro vardı. En zayıf görünen yer ise merkez orta sahaydı. Hatta şampiyonluk adayı olan takımlar arasında kâğıt üzerinde en zayıf orta saha rotasyonu Galatasaray’da gibi görünüyordu. Seri ve Lemina ayrılmıştı. Savunma önünde oynayabilecek tek oyuncu 35 yaşındaki Ryan Donk’tu. İç oyuncuları ise Galatasaray’ın seviyesinde görülmeyen Taylan Antalyalı ve Ömer Bayram ile henüz ne yapacağı bilinmeyen Etebo’ydu. Son olarak ise taraftarlarla yıldızı bir türlü barışmayan, bir an önce gönderilmesi beklenen Younes Belhanda hâlâ kadrodaydı. Rakipleri birbiri ardına yeni orta saha oyuncularını kadrosuna katarken, Galatasaray, işte bu orta saha hattıyla sezona girecekti.
Fakat bazen, zayıf olarak görünen yanınız, aslında en güçlü yanınız olabilir. Ve zor zamanlar, daha yaratıcı olmanızı tetikleyebilir. Galatasaray’da da öyle oldu. Terim, hiç kimsenin aklına gelmeyen iki şey yaptı: Ofansif bir orta saha oyuncusu olan Taylan’ı savunmanın önüne derin oyun kurucu olarak çekti. Sivasspor’da sağ kanatta çıkış yakalayan Emre’yi ise “serbest sekiz” rolünde sol içte konumlandırdı. Ve "istenilmeyen adam" Belhanda’yı da bu iki oyuncunun yanına koydu.
Ligin ilk iki haftası itibarıyla ortaya çıkan sonuç ise muazzam oldu.
Gaziantep FK maçının yıldızlarından biri olan Taylan, son şampiyon Başakşehir’in daha yoğun presi karşısında da savunma önünde son derece güvenilir bir performans daha ortaya koydu. Rakip savunma arkasına, bilhassa Feghouli’ye doğru yolladığı uzun menzilli nefis ara paslarının yanı sıra, topsuz oyunda da iyi bir tutucu orta saha gibiydi.
Terim’in Kevin de Bruyne ya da David Silva misali kanat oyunculuğundan serbest sekizliğe terfi ettirdiği Emre Kılınç ise iki maçta da yeni rolünün hakkını fazlasıyla verdi. Güvenilir bir pasör olmasının yanı sıra, yüksek tempolara çıkabilmesi, sık sık rakip ceza sahasına girmesi ve aynı zamanda ikili mücadelelere de girmekten çekinmeyip, çoğundan başarıyla ayrılması (Başakşehir maçında 12’de 8’di), onu bir anda takımın en özel ve çok yönlü parçalarından biri yaptı. Başakşehir karşısında Arda ve Saracchi ile sol kanatta kurduğu kombinasyonlar ise ayrıca dikkat çekiciydi.
“Kurtulunması gereken adam” gözüyle bakılan Belhanda ise yeni ekürilerinin yanında iyi bir tamamlayıcıya dönüştü ve doğru bir düzenin içinde pekâlâ ondan da katkı alınabileceğini, gerek dün akşamki muhteşem takım golünün bir parçası olarak, gerekse kendi ceza sahasında rakibin şut açısını kapatmaya gelerek gösterdi.
Feghouli, Falcao ve Arda’dan oluşan ön tarafın durağanlığı ise orta alandaki bu dinamik üçlünün yanı sıra, Omar ve Saracchi’nin geriden sürekli hücuma katılarak oyunu genişletebilmeleri sayesinde tolere edilebiliyor.
Ayrıca sık sık topla ileri çıkan ve hücumda takıma sayısal üstünlük sağlayan Luyindama ile bir orta saha oyuncusu kadar temiz bir şekilde geriden oyun kurabilen Marcao’nun katkıları da unutulmamalı. Bilhassa Marcao, oyun kuruculuğunun yanı sıra geliştirdiği savunmacılığıyla da büyümeye devam ediyor.
Fakat elbette Galatasaray, sadece iki maç kazandı ve sezona iyi bir başlangıç yapmış oldu. Belki de bu haftaki derbide birçok defoları ortaya çıkacak ve kaybedecekler. Mümkün. Ama geçen sezonki kurulan şaşaalı kadronun kâbus gibi başlangıcı düşünüldüğünde, bu sezon beklentilerin çok daha düşük olduğu kadronun bu başlangıcı övülmeyi hak ediyor.
Çünkü bu başlangıcın, sembolik bir anlamı da var. Şayet Galatasaray, bu ümit verici başlangıcının devamını getirebilirse, Türk futbolundaki bitmek bilmeyen transfer çılgınlığına anti-tez oluşturacak türden bir hikâye yazılabilir. Zira Başakşehir karşısında atılan o mükemmel golün kahramanları geçen sezon kullanılamayıp gönderilen Diagne, Babel ve bu sezon kurtulmak istenilen Belhanda ise bu "mucizenin" tek bir mantıklı açıklaması olabilir: Antrenman. Sarı-kırmızılıların zorunlu olarak yöneldiği antrenman sahası, hem kendisinin hem de Türk futbolunun yegâne kurtuluşu. (ONUR ÖZGEN - GOAL.COM)