SESİNİ DE GÖMÜYORSUN ORAYA!

“Bırakın haykırsınlar umutsuzluklarını

Öfkelerini, acılarını, açlıklarını

Suskunluk daha iyidir

Öyle ya, sükût altındır”

Rusya’da yaşayamayan Rus araştırmacı ve gazete yazarı Andrei Koslesnikov, Fransız Le Monde gazetesindeki makalesine, Rus şair Alexander Galiç’in dizeleriyle başlamıştı.

Ben de öyle yapmış oldum1 Böylece dilden dile koştu suskunluk, sessizlik, sükût.

Koşarken, yolu Silivri’ye de düştü.

Bir de orada, cezaevi önünde sessizce düştü.

Ferhan Yılmaz ve Halil Kasan.

Cezaevinde biri ölü çıktı, diğeri ölümün kıyısına atıldı.

İsnat edilen, mahkumiyete yol açan “suç” ne olursa olsun, “ölüm cezası” almışlardı.

Resmî resmi çizenler hemen dedi ki, “Kalp krizi… intihar vb.”

Bu ülkede karakollarda, cezaevlerinde, işkencehanelerde, bazen bizzat hanelerde; öyle kıdemli bir “teşhis”di ki “intihar ile kalp.”

Şanlı tarihimizin bir yanında da böyle kanlı bir tarihimiz eksik olmadı. Daha doğrusu, kanlı tarihimizin bir de resmen “devlete emanet olanlar”a yapılanlardan müteşekkil cansız sayfaları.

Cansız, çünkü hem ölüydü hem de ölü.

Birileri öldürülüyor, ölüyordu ve yaşayanların da sesleri ölüydü!

Rus yazar, Rus şairin 1963’deki şiirini 2022’ye getirmişti. Elbette halkın tamamı için değil ama büyük çoğunluğun sessizliğine dair bir makale yazarken.

İçtendir ama “içeride” değildi tabii.

“İçeride” olanlar; korku, umursamazlık, endişe, kayıtsızlık, itaat, biat, ricat, başkalarının acılarına karşı hissizlik gibi bir hapishanenin içindeydi; kalpleriyle de akıllarıyla da.

Mecburen de diyebilirlerdi, gönüllü olarak sessizliğe gömülmeyi, kayıtsızlığa kayıt olmayı da seçmiş olabilirlerdi.

Biz yine Silivri’de ve kuşak kuşaktır yurdun her yerinde düşen sessizliğimize dönelim sessizce.

Hatta o arada şu halimize de uğrayalım:

Seçmece muhaliflik, seçmece vicdan, seçmece merak, seçmece hissiyat, seçmece öfke, seçmece ses. İnsan seçerek, ötekileri ayıklayarak, acıları eleyerek, zulümlerin kimini adeta müstehak sayarak!

Biri, iki gün sonra çıkacağı cezaevinden iki gün önce kanlı tabutuyla ölü çıkan, diğeri “içeride” yapılanları anlattıktan sonra "kalp krizi ya da intihar sonucu" ölüme itilen iki insan, hele mahkumsa, nasıl dokunacak kalbimize ve aklımıza?

Soğuk elleri, kanlı bedenleri, ölüm cezası olmayan ülkedeki ölümüne cezaları sessizliğimize nasıl ulaşabilecek?

Cizre’de 24 yaşındaki Abdülgaffar Dayan, yoksulluk içinde okuyarak yaratmak istediği umutlarıyla 2022’ye girmişti ki, daha yılın ilk ayını bitiremedi.

Uğur Mumcu ile Emniyet Müdürü Gaffar Okkan’nın öldürüldüğü tarihtir ya 24 Ocak, 2022’nin 24 Ocak’ının bir ölümü de ona düştü.

Zırhlı koruma aracı çarptı. Koruyamadı canını, dayanamadı.

Böyle ölümler bir de ölümüne akraba oluyor, bilmem bilir misiniz?

Abdülgaffar’ın babası da 5 sene önce bir iş kazasında ölmüş.

Bir akrabası olan ve yaşasaydı 2022’de 17 yaşını görecek Cemile ise…

Hatırlar mı sessizliğimiz, altın sükûtumuz, “Gülüşün ve Unutuşun Kitabı”mız!

2015’di. Cizre’de 9 gün sokağa çıkma yasağı vardı. Cemile yasak günlerden bir yaş büyük, 10 yaşındaydı. Kapı önüne, yani sokağa çıktı. Vuruldu. Cenaze kaldırılamadığı için, ailesi onu iki gün “derin dondurucu”da sakladı.

Hem de 1992’de, bir havan topunun isabet etmesiyle, ikisi teyzesi, 7 akrabasının can verdi aynı evde!

Biz de sesimizi donduruyorduk zaten; derin dondurucuya koyuyorduk.

Sonra, Sevgili Sükût; kapı önünde sokağa çıkma yasağında öldürülen 10 yaşındaki Cemile Çağırga’nın akrabası olup 24 yaşında, sokağa çıkma serbestisinde zırhlı araç tarafından öldürülen Abdülgaffar Dayan’ın davasını Şırnaklı bir avukat da üstlendi.

Sonra, daha yakınlarda, Avukat Serkan Karakaş arabasında bir sorun çıktığı için yol kenarında durup araçtan inince, oradan geçmekte olan bir komiser, arabasını geri vitese takıp “teşhis ettiği” avukata çarptı.

Diyebilirsiniz ki…

“Hangi birine yetişsin sesimiz?”

Çünkü askerlerin, polislerin de sırasız, sayısız öldürüldüğü bir ülkede; “öteki tarafta” olduğu düşünülen gençlerin, çocukların ölümleri de, cesetleriyle birlikte sesimizin de gömüldüğü ıssız, kimsesiz bir cenazeye dönüşüyor.

Silivri’de bazı gardiyanların “hakaret, aşağılama, şiddet ve işkence”sinin intihar girişimlerine yol açtığı, iki ölümün bu sistemli baskı ve şiddetle geldiği iddia ediliyor.

“Ezilenlerin ezenlere kolayca dönüşmesi” insanlığın en büyük trajedilerinden zaten.

Polisin, askerin, gardiyanın sadece haksızlıklarını, şiddetini değil; maruz kaldıkları fiziksel ve manevi şiddet, mobbing, aşağılama, intihara sürüklenme gibi “ezilişleri”ni de görmeye çalıştım yıllarca.

Şunun gibi:

“Sistem şöyle işliyor evlat:

Adalet çarkı, gardiyanı eziyor; insanlıktan çıkarıyor.

Askeri çark, en alttakini eziyor; insanlıktan çıkarıyor.

Emniyet çarkı, sıradan memuru eziyor; insanlıktan çıkarıyor.

Sonra hepsini, aha düşmanındır diye, zanlının, tutuklunun, hükümlünün, koğuşta tıkış tıkış yığılmışın üstüne de vuruyor.

Gardiyan kurbana…

Kurban gardiyanın zincirine; gardiyan kurbanın sırtında kırbaca dönüşüyor.

Sistem şöyle işliyor evlat:

Kolayca şüpheli, kolayca tutuklu.

Önce zanlı, sonra kanlı oluyorsun…

…Evlerde hiç dayak olmadığını...

Okullarda hiç dayak olmadığını...

Karakolda hiç dayak olmadığını...

Orduda hiç dayak olmadığını...

Tutuklu ya da mahkûm, devlete emanet edilmiş insanlara hiç dayak olmadığını söyleyin.

Görüntüsü TV'ye gelmedikçe, hiçbir yerde dayak olmadığını söyleyin.

Dayak yemişten betere döndüren aşağılamaların, hakaretlerin, ittirmelerin, boyun eğdirmelerin hiç olmadığını söyleyin.

Hiçbir zaman şiddete maruz kalmadığınızı, kimseyi maruz bırakmadığınızı, tanık olmadığınızı söyleyin.

Yaşça, kuvvetçe, kudretçe, makamca, rütbece bir büyüğün bir küçüğe, büyük sizseniz de, küçük sizseniz de, tanık sizseniz de, şiddet uyguladığını hiç görmediğinizi söyleyin.

Görünce her zaman direndiğinizi, kınadığınızı, mücadele ettiğinizi söyleyin.

Bir sesiniz varsa, kendiniz için de, ayrımsız her mağdur, mazlum ve kurban için de bir şeyler söyleyin! (UMUR TALU - GAZETE DUVAR)

Daha yeni Daha eski