Gücünüz yetiyorsa gerçekleri tartışın, gerçekleri konuşarak politika üretin. Yersiz yurtsuzlar üzerinden hamaset yapmanın sorunlara bir faydası olmayacağını evet siz de biliyorsunuz ve bunu bile bile yapıyorsunuz. Çünkü ırkçılık kolay yoldan rahatlamanızı, yıkıcı fikirlerinize taraftar toplamanızı ve yoksulluğunuzu ve güçsüzlüğünüzü gizlemeyi sağlıyor… Ötekini, ezileni ezerek kendi ezilmişliğinizle yüzleşmekten kaçıyorsunuz. Ancak hikâyenin sonunda ırkçılığın bir bumerang gibi daha çok yersiz yurtsuz, daha çok mülteci olarak size döneceği çok açık...
IRKÇILIĞA FORMAT ATSANIZ DA IRKÇISINIZ EFENDİLER!
Kendi ırkçı hezeyanlarınızı savaş nedeniyle zorla yerinden edilen mültecilerden çıkarıp rahatlamak yerine, meselenin özüne gidin, savaşları, ölümleri durdurun, savaş politikalarınızı sorgulayın.
Çok değil bundan 10 yıl kadar önce ırkçılık sözcüğünü çeşitli mecralarda, metinlerde, projelerde kullandığımızda “ırkçılık mı kaldı” itirazları yükselirdi… Irkçılık uzak ülkelere, insanlara, tarihe dairdi ve “biz”i kirleten bir sözcük olarak reddedilirdi. Bu itirazın yapıldığı dönemlerin bile “iyi günler” olarak geride kaldığını üzülerek izliyorum…
İslam Âleminin Ramazan ayı sonrası karşıladığı “mübarek”, Ramazan bayramına girerken ırkçılığı reddetmek bir tarafa “eğer öyleyse ırkçıyım” demeyi gururla dile getiren insanlarla dolup taştı her yer… Siyasetçisinden sanatçısına, sporcusundan vatandaşına… 'Irkçı değilim ama’dan, 'ırkçıyım ve haklıyım’a evrilen pür-i pak bir ırkçılık…
Oldukça ironik bir şekilde "din kardeşliğiyle", "ensar" olmakla, komşulukla meşrulaştırıp, açık-kapı politikası uygulayarak karşıladığımız “din kardeşlerimiz" olan Suriyelilere karşı yaptık bayram öncesinde.
Hal böyle olunca ırkçılığın dini imanı yokmuş dedirtti bu hezeyanlar. Esasen, ırkçılığın ırkçılıktan, insanlıkdışılıktan başka bir şeyi de yok. Tüm bu ırkçı söylemleri meşrulaştırıp, yaygınlaştırmanın sonuçlarını hep beraber görüyoruz işte.
Örneğin, Ankara Kızılay’da bir kafede Somalili olduğu söylenen birkaç kişi polis eşliğinde “burada istenmedikleri” gerekçesiyle kafeden dışarı atıldılar çeşitli hakaretlerle. Normal şartlarda, demokrasinin hakim olduğu ülkelerde polisin engellemesi gerekir bu ırkçı muameleleri değil mi?
Ama politik dilde kışkırtılan, onaylanan dışlayıcı, ırkçı söylemler sonucunda polis de böyle davranmayı hak görüyor kendisine...Bu akıl dışı uygulamaların sonucunda şiddetin “biz”den olmadığını düşündüklerimize yönelmesi şaşırtıcı değildir.
Politik hesapları, oy devşirme amaçlarını, taraftar toplama vb. amaçlarla meşrulaştırılan göçmen, mülteci düşmanlığını bir tarafa bırakalım. Biraz düşünelim…
Geçmiş uluslararası nüfus hareketlilikleri ve zorunlu göçler bir tarafa; Uluslararası Göç Örgütü (IOM), sadece 2020'de dahi rekor sayıda kişinin şiddet ve çatışma nedeniyle evlerini terk etmek zorunda kaldığını ve 26 milyon yeni mültecinin kaydının yapıldığını duyurdu geçtiğimiz aylarda[1].
Son 10 yılda ise yaklaşık 40 milyon kişinin yer değiştirdiğinin tespit edildiği bir dünyada her ülke kendi dininden, ırkından olmayanı, kendi vatandaşı olmayanı gönderme kararı alsa dünya genelinde hayat nasıl bir cehenneme döner? “Biz” yabancıları tehlikeli görüp göndermek istiyorsak ve bu konuda haklıysak öteki ülkelerin yerli nüfusu da haklı olmalı. Bazen basit bir duygudaşlık içine düşülen kaos karşısında dehşete düşürür ki bizim de bu dehşeti fark etmeye ihtiyacımız var.
Almanya, Fransa, Kanada vb. tüm Avrupa ülkeleri ülkelerinde bulunan Türkleri, Müslümanları sınır dışı etme, geri gönderme kararı alsa ne olur? Suriyelilere yapılanların aynısını film izler gibi bizden “kendi milletimizden, dinimizden” olanlara acımasızca yaptıklarını, hak hukuk tanımadıklarını izlesek ne olur? "Oh" çeker miyiz yine, "defolsunlar" der miyiz? “Kendi ülkelerinde sömürgenlerden kurtuluyorlar” deyip yapılan saldırıları, hukuksuzlukları onaylayabilir miyiz?
İktidar karşıtı olmak ya da muhalefet yapmak bütün yoksunluğumuzu fırsat buldukça ya da fırsat olsun olmasın mültecilere yüklemekten ve bunu rasyonelleştirmekten mi geçiyor? Örneğin, turist eğlencesini alıp "Suriyeliler eğleniyor" diye yalanı gerçek olarak sunmak mı politika yapmak? Ya da “Türkiye Türklerindir” sloganıyla farklı kökenden tüm vatandaşları hukukun ve toplumsal hayatın dışında bırakarak ülkeyi bir cinnet çukuruna dönüştürmenin taşlarını döşemek mi muhalefet yapmak?
Öte yandan iktidarın dümeninde savaş kışkırtıcılığı yapanların, ülkeleri bombalar altında parçalayıp insanların yer değiştirmesinde suçu olanların söylemleri de aklı başında herkesi dehşete düşürmelidir. Örneğin, bir yandan iktidar yanlısı işletmelerin mültecilerin kölelik koşullarında sömürülen emekleriyle cirolarını yükselttikleri bilinirken ve bu gerçek resmi olarak "Fabrikanda Suriyeliyi çalıştır, sömür, sigortasını yaptırma. Sonra ayak ayak üstüne at, 'Ne olacak bu Suriyelilerin hali' de" itirafında görülen bir sömürü olarak tescillenmesi mi ırkçı olmayan mülteci politikamız? En azından kendi iddialarına göre bu mu "ensar" olmak?
Başka bir dil inşa edememek, toplumu birleştirmeye, bir arada yaşamaya dair politika üretememek, yoksunlukları ırkçılık yaparak kapatmaya çalışmak…
Gelinen noktada şunu açıkça görmemiz gerek: Irkçı laflar edip savunmasız insanları, hiçbir hakkı ve yasal statüsü olmayan kişileri nefret objesi yaparak ülkeyi daha iyi bir yer haline getiremezsiniz, tarih bunun örnekleriyle dolu efendiler! Irkçılığa format attınız ve yeni bir şekle soktunuz. Irkçılığın üç yüz yıl öncesinde zincirli kölelerin satıldığı pazarlardan çıkıp yirmi birinci yüzyılın modern caddelerinde dolaşmaya başlaması bizleri düşündürmeli.
Bugün artık ırkçılık giyim kuşam, isim, ibadet biçimleri, ten rengi gibi fark görünümleri üzerinden yayılıyor. Bugün ırkçılık; “biz” kimliğini her türlü “melezleşme, karışma ve istiladan” korumaya dayalı söylemlerde, temsillerde ve “şiddet, hor görme, hoşgörüsüzlük, aşağılama, sömürü” biçimlerini içeren pratiklerde açığa çıkıyor. [2] Artık ırkçılık biyolojik üstünlüğü değil de kültürel ayrımcılığı hedefine koyuyor.[3] “Irklar” yoktur, ama kültürün biyolojik ve “biyopsişik” nedenleri ve sonuçları ve kültürel farklılığa gösterilen biyolojik tepkiler vardır. Sizler de köle pazarlarında müşteri olmasanız bile yeni ırkçılığın pek çok biçimini toplumsal hayatta pervasızca sergilediğiniz için ırkçısınız ve bu ülkeye kötülük yapıyorsunuz efendiler!
Kendi ırkçı hezeyanlarınızdan aldığınız güçle, içine itildiğiniz ekonomik krizin yoksullaştırıcı etkileri sonucunda hıncınızı savaş nedeniyle zorla yerinden edilen mültecilerden çıkarıp rahatlamayın. Bir arada yaşamak zorunda olduğumuz insanlara karşı ucuz, hamasi işe yaramaz dil kullanmak yerine meselenin özüne inin; savaşları, ölümleri durdurun; çevrenizdeki savaş politikalarını ve sömürü düzenini sorgulayın. Irkçılığın daha çok savaş, daha çok yer değiştirme, daha çok mülteci, daha çok insanlık dışı yaşamlara yol açmak demek olduğunu adınız gibi biliyorsunuz. Yerinden edilmeyi sizin bu ırkçı fantezilerinizin yarattığını da biliyoruz efendiler!!!
Gücünüz yetiyorsa gerçekleri tartışın, gerçekleri konuşarak politika üretin. Yersiz yurtsuzlar üzerinden hamaset yapmanın sorunlara bir faydası olmayacağını evet siz de biliyorsunuz ve bunu bile bile yapıyorsunuz. Çünkü ırkçılık kolay yoldan rahatlamanızı, yıkıcı fikirlerinize taraftar toplamanızı ve yoksulluğunuzu ve güçsüzlüğünüzü gizlemeyi sağlıyor… Ötekini, ezileni ezerek kendi ezilmişliğinizle yüzleşmekten kaçıyorsunuz. Ancak hikâyenin sonunda ırkçılığın bir bumerang gibi daha çok yersiz yurtsuz, daha çok mülteci olarak size döneceği çok açık. (HATİCE ÇOBAN KENEŞ - BİANET)
[1] https://publications.iom.int/books/world-migration-report-2020-turkish-chapter-2
[2]Etienne Balibar, “Bir ‘Yeni Irkçılık’ Var mı?”, Irk, Ulus Sınıf, çev. N. Ökten, Irk, Ulus Sınıf (İstanbul: Metis Yayıncılık, 2000), s. 26.
[3]Mehmet Taş, Avrupa’da Irkçılık, (Ankara: İmge Yay., 1999), s. 53.