Hayat pahalılığı ve geçim derdi gibi hepimizi bir nebze de olsa ortak bir temelde birleştiren kaygılarımızdan vakit kaldıkça en iyi bildiğimiz şeye, nefret üzerinden kutuplaşmaya yöneliyoruz.
Bu nefretin de öncelikli hedefi, her zamanki gibi kadınlar oluyor. Kadınların etrafına örmeye çalıştıkları kafesleri, kendilerine ait ahlak kurallarıyla dolduruyorlar ve bunu evrensel ilkelermişçesine savunuyorlar.
İstiyorlar ki ortaya attıkları ahlak sisteminde kadınlar kendi bedenlerinden utansın, istiyorlar ki kadınların sesleri ve nefesleri üzerinden getirilen dayatmalar normalleşsin.
Oysa insan kendi özgürlüğünü kısıtlayan, ona haksızlık yapan, ona zarar verenden nefret eder. Ama bizim toplumumuzda nefret gerekçeleri arasında giderek “yaşam tarzı” rahatsızlıkları ön sırayı çeker oldu.
“Benim gibi yaşamayan herkesten nefret ederim. Çünkü ben üstünüm” algısı, tüm nefret duyguları ve nefret suçlarını tetikler hale geldi. Bu, kadın cinayetlerinde de kendini gösteriyor, gençlere yönelik bakışta da...
Freud’a kulak verirsek, nefret, kökenleri sevgiden çok daha eskiye dayanan bir ego durumu. Öyle ki, öteki nesneleri yok ettikçe egonun kendini koruma içgüdüsü de güçleniyor.
Bir süredir öyle bir nefrete birinci elden tanıklık ediyoruz ki, kendisine benzemeyen herkesi “ahlak” veya “yaşam tarzı” kisvesi altında iptal kültürüne malzeme edebiliyor. Egemen görüşün ve ideolojik saiklerin dışına taşan her türlü yaşam tarzı, söylem, şarkı, türküye had bildiriliyor, kendine benzemeyen herkes ikinci sınıf vatandaş olarak yaşamaya itiliyor.
Tıpkı Emrah Safa Gürkan’ın “Ezbere Yaşayanlar – Vazgeçemediğimiz Alışkanlıklarımızın Kökenleri” adlı kitabındaki o güzel saptamasında olduğu gibi:
“Sosyal medyada kısa bir gezinti yaptığımızda her gün bireyleşen bir toplumun sürekli din, milliyetçilik, komşuluk, ahlak, edep gibi kavramlar etrafında en olmadık yerlerden linç malzemesi çıkararak birbirine saldırdığını her gün görüyoruz. Burada mesajın alıcısı karşı taraf değil, çoğumuz kendimize konuşuyoruz. Aslında çıkarımız için terk ettiğimiz değerlerin ne kadar ateşli birer savunucusu olduğumuzu, aslımıza ve özümüze ihanet etmediğimizi bas bas bağırarak kendimizi rahatlatıyoruz.”
Ahlak, kimilerine göre, konsere gitmek, üniversitelerin bahar şenliklerinde sabaha kadar eğlenmek, parklarda sevgilisiyle el ele yürüyüp baharın kokusunu içine çekmek gibi “çizgi dışına sapan” tanımları kapsamıyor.
Bir galaya dekolte bir kıyafetle katılan oyuncu Melis Sezen’in giysisi, bir anda hiçbir hukuki kurala dayanmayarak “yasadışı” ilan edilebiliyor. “Biz kadınlar çok güçlüyüz, her zaman her yerde muhteşem işler başarmaya, ışıl ışıl parlamaya devam edeceğiz. Ruhumuz nasıl isterse öyle. Bu ışığın herkesin yüreğini doldurması ve aydınlatması dileğiyle” diyen Sezen ise bu karanlığa karşı ışığını “inadına” saçmaya devam ediyor.
Tıpkı İranlı kadın sanatçı Raoof Haghighi’nin “Alın bunları ve beni özgür bırakın” sözleriyle paylaştığı ve bir yanardağ fonunda göğsü ve cinsel organını milimetrik şekilde kesip kenara koymuş ve bu şekilde özgür kalmayı uman hüzünlü bir kadın görselinin yer aldığı o müthiş çizimini anımsatıyor yaşanılanlar...
Raoof Haghighi |
Pandemi kısıtlamaları adı altında getirilen yasaklamalarla birçok müzisyen, kadınıyla erkeğiyle açlığa, 100’e yakını ise intihara, yok oluşa sürüklenmişken, kısıtlamaların hafifletildiği şu günlerde müzisyenler şimdi de “ahlaki kısıtlamalarla” karşı karşıya ve bunun ne yazık ki hiçbir bilimsel aşısı yok.
En son olarak, kendi ahlaki önceliklerini büyük bir hegemonya eşliğinde dayatan bir grup erkek tarafından hakkında “ahlaksızlığı özendiriyor” suçlamasında bulunulan Melek Mosso’nun Isparta’daki konseri iptal edildi.
Gül hasadının başladığı bu günlerde Isparta, ne yazık ki geri kalmış bir ahlakçılığın sert dikenleriyle isminden söz ettiriyor. Mosso’nun o güzel şarkısında olduğu gibi, “İnsan ne acıklı ve ne çok duvar varmış”, “İnsanlar aşka küsmüş, sen onlar gibi olma” dedirtiyor.
Görünüşte bir avuç erkeğin, ancak aslında onların gerisinde yıllardır kanıksanmış ve yeterince itiraz edilmemiş oldukları için kemikleşmiş bir kitlenin hedef gösterdiği Mosso, gençler arasında son dönemde oldukça sevilen ve geniş bir hayran kitlesi olan bir müzisyen ve solist.
Kayseri doğumlu Mosso, yaptığı açıklamada, “Ben bu ülkenin kadınıyım. Fikirlerimle, vizyonumla, hayallerimle her yeni gün geleceğe sanatımı işliyorum. Genci yaşlısı milyonlarca sevenim var. Birkaç kendini bilmeze kalmadı benim ahlakımı sorgulamak, kadınlık onuruma laf atmak. Bu zihniyetteki insanlar kendi yüreklerindeki karanlığı ve sapıklığı bizim hayatımıza da sokmaya çalışıyorlar ama buna asla izin vermeyeceğim, VERMEYECEĞİZ… Ben Isparta’ya elbet gidecek ve şarkılarımı söyleyeceğim. Bugün olmazsa yarın sarılacak kalplerimiz” dedi.
Tuhaf olan da, en temel insani duyguların, mutluluğun, neşenin, güzelliğe dair unsurların bile paylaşılması, özendirilmesi veya yasaklanması “ahlak” ekseninde ele alınmaya başlandı.
Pandemiden dolayı zaten iki yıldır evlere kapanan, bir yandan da geçim derdiyle boğuşan gençler, konserin iptalinin ardından büyük olasılıkla hep bir ağızdan, “mutlu olabileceğimiz epitopu bir konserdi, o da iptal oldu” dediler.
Konserde görev alacak olan müzik emekçilerinin sesini duydunuz mu peki? Bir konser organizasyonunun ardında ne kadar büyük bir emek, bu konsere bağlanan ne kadar çok fatura ödemesi ve kaç ailenin ekmeği var, hiç düşündünüz mü?
İstanbul Sözleşmesi’nden bir gecede imzaların geri çekilmesinden sonra kadının insan haklarındaki tüm kazanımlarında yokuş aşağı bir gerileme yaşanırken, kadınların giyimlerine, bedenlerine, değerlerine, duyarlılıklarına dil uzatmak günlük bir spor haline geldi.
Oysa herkesin ahlakı kendini ilgilendirir ve kimse kimsenin ahlakını değerlendirme hakkına sahip değildir.
Kadının toplumsal hayattan dışlanmasından, kadının sanat dünyasındaki varlığından, emeğiyle etrafa saçtığı aydınlıktan rahatsız olanlar, bir noktadan sonra kendi karanlıklarından başka bir şey göremez hale gelecekler.
Ancak bir yandan da her ay onlarca kadın “ahlaksız” bulunarak öldürülüyor, sakatlanıyor. Hep bir kesim, kimin ahlaklı olup olmadığına karar verme hakkını kendinde buluyor.
Bununla birlikte, kadınların giyim kuşamları ve müzikleriyle dolu yapay gündemden, geçen sene 7 bin 190 çocuğun evlendirilmesinin ardındaki ahlak noksanlığını sorgulamaya vakit kalmıyor.
Dışarıdan bakıldığında, sürekli itişip kakışan bir toplum haline geldik.
Müzikten veya bir kadın bedeninden kendi “ahlaki” çerçeveleri içerisinde rahatsız olanlar ekranı kapatmak veya radyonun sesini kısmak yerine, toplumsal hayata doğrudan müdahale etme hakkını kendinde buluyor.
Güllerin diyarına, gül gibi kadınların varlığı ve dayanışması yakışır. Pürüzsüz bir yolda ilerlemiyoruz; kadınların hep bir ağızdan “Melek Mosso yalnız değildir” demesi de yeterli değil. Mosso’nun ahlakına, sanatçıların dekoltesine, etek boyuna karışma haddini kendinde bulan erkeklere karşı erkeklerin de, ahlak abidesi gibi dolaşan hemcinsleri karşısında kadının özgürleşmesini ve temel insan haklarını savunurken, amasız, fakatsız tek ses tek nefes olması gerekiyor.
Bu açıdan “Yanındayız gülüm” diyerek beraber dans videolarını paylaşan Haluk Levent’in, “Melek Mosso’ya yapılan şeyin karşısında sessiz kalmıyorum. Gençlerin ahlakını kontrol etmek sizin işiniz mi?” diye soran Şahan Gökbakar’ın, “Ahlaklı Konser! Yine Orta Çağ’dan güzel bir orta geldi” diyen Cem Yılmaz’ın, popüler figürler olarak erişim alanlarının genişliği düşünüldüğünde benzer konularda erkeklerin yaklaşımını şekillendirmede önemli referanslar olduğu unutulmamalı.
Tüm erkek sanatçıların da sanat dünyasındaki kadınlara yönelik her türlü benzeri itibarsızlaştırma ve susturma girişimine karşı durması “yaşamseverliğin” bir gereğidir.
Ve o zaman erkekler, kadınlar hep birlikte doya doya şarkılarını söyleyebilecekler.
O zaman bu şarkılardan mutsuzluk duyanlar kenara çekilip susmayı ve birlikte medenice yaşamanın kurallarını öğrenecekler.
İşte o zaman gerçek ilkbahar gelecek.
Isparta’da o zaman pespembe, mis gibi kokulu güller açacak. Lavanta tarlaları o zaman mor bir halı gibi kaplayacak köyleri...
Bir yanımızın uçurum olduğu bu ortamda güçlü kadın mücadelemizin de verdiği motivasyonla, yaşamın tüm sahneleri gül gibi, lavanta gibi, yaşam gibi canlı kadınlara açık olmalı.
Ve tüm bu ahlak tartışmalarına kulak tıkayıp Türkiye’yi hak ettiği çağdaş, ileri ve medeni konuma taşıyacak olan kadın-erkek dayanışması, her zaman güzel ve eşit şarkılar söylemeye devam etmeli.
Şimdiki zamanda kadınların insan haklarına ve özgürlüklerine karşı yapılan tüm bu müdahaleler karşısında gösterilmesi gereken tüm karşı çıkışlar, hepimizi yeknesak bir ahlak sistemi üzerinden hizaya sokmak üzere kurulmuş olan ezberleri bozacak.
Bu tür nefret söylemlerini, dışlamayı, iptal kültürünü, ötekileştirmeyi, damgalamayı ve “ahlaksız” diye etiketlemeyi üreten hegemonyanın tamamen ortadan kalkabilmesi için de, köklü bir demokrasi ve özgürlüğün egemen olduğu bir toplumsal olgunlaşma gerekiyor.
'İnsanlar aşka küsmüş, sen onlar gibi olma. Kimseler sevmiyor, sakın onlara uyma!'
* Yazının başlığı Melek Mosso'nun "Hayatım Kaymış" şarkısından alınmıştır. (MENEKŞE TOKYAY - GAZETE DUVAR)
GAZETE DEMOKRAT'TAN OKURLARINA -İNADINA- DİYEREK: