Netflix’in dört bölümlük belgesel dizisi Terim gösterime girdi. Altuğ Gültan ile Burak Aksoy’un yazdığı ve yine Aksoy’un yönettiği yapım, ...
Netflix’in dört bölümlük belgesel dizisi Terim gösterime girdi. Altuğ Gültan ile Burak Aksoy’un yazdığı ve yine Aksoy’un yönettiği yapım, Galatasaray ve Milli Takım taraftarlarına nostalji imkânı sunarken, son yılların modasına uyup tarihi yeniden yazmaya kalkmakla hem büyük bir fırsatı kaçırıyor hem de geleceğe yanlış bir yerden sesleniyor…
KAHRAMANLIK
Futbol, kahramanlara bayılır. Ancak bu unvanı kazanmak o kadar kolay değildir. Ön koşulları vardır. Belki de en önemli ön koşul, kahramanın belli bir döngüyü kırmasıdır.
Fatih Terim, diğer başarıları bir yana, 2000 yılında Galatasaray’ın başında kazandığı UEFA Kupası, ayrıca Fiorentina ve Milan gibi iki önemli Avrupa kulübünde görev almasıyla ülke futbolundaki başarısızlık ve içe kapanıklık döngüsünü kırmış biri. Dolayısıyla Türkiye’den bir futbol insanı hakkında uluslararası bir prodüksiyon için akla ilk gelen isim olması doğal.
Öte yandan kahramanın bir özelliği daha vardır. Başkalarının giremediği yerlere, örneğin savaş meydanına, tarih sahnesine veya futbol sahasına çıkma cesareti göstermiş, niyetiyle veya düşüncesiyle değil eylemleriyle kahraman olmuştur. Ve eylem içinde olanlar büyük hatalar yapar, yanlış taraflara meyleder, icabında elleri kirlenir. Döngüyü kırmak tozpembe bir uğraş değildir. Sahaya giren terler. Kahraman melek değildir. Melekler sahaya çıkmaz.
Bu yüzden özellikle yaşayan bir kahramanın biyografisini yazmak veya filme çekmek zordur. İnsan öznel bir canlı; dahası, hakkında fikir beyan edecek herkes de aynı şekilde öznel olduğundan gerçeği bulmak güçtür. Üstelik Türkiye’de arşiv ve belge varlığı ve erişimi çok zayıf olduğundan taraflı beyanların ötesine geçip olgular üzerinden konuşma olanağı kısıtlıdır. Ama yine de imkânsız değildir ve bütün güçlüklere rağmen bir yapıma belgesel adı veriyorsanız belli bir nesnellik ve ölçülü gerçeklik kriterini karşılamak gerekir. Tabii böyle bir derdiniz varsa.
DİRİLİŞ, PAYİTAHT, İMPARATOR
Terim dizisinin böyle bir derdi yok. Anlaşılan o ki yapımcılar ve Fatih Terim bunu belgeselden ziyade bir kutlama ve saygı duruşu olarak görmüş ve bırakmak istedikleri miras konusunda bir tercih yapmış: Nadir bulunacak bir karakterin, içinde birçok kusuru da barındıran zengin deneyimlerini isabetli ve çok faydalı olabilecek bir şekilde aktarmak yerine, Diriliş Ertuğrul, Payitaht Abdülhamid gibi alaturka bir drama yaratılarak İmparator Terim başlığı altında, son yıllarda sıkça gördüğümüz “tarihi yeniden yazma” teşebbüsü yeğlenmiş. Bu yüzden yapım bence belgesel değil bir yerli dizi.
Materyal ve perspektif fakirliği de bunu gösteriyor. Yeni röportajlar dışındaki görüntülerin tamamına yakını Eski Açık Sarı Desene ve 17 Mayıs: Bir Şampiyonluğun Hikayesi gibi geçmiş belgesellerden alınmış; yeni gün yüzüne çıkan heyecan verici bir içerik yok. Gazete kupürleri nedense gazetelerin ismi ve görselleri de koparılıp verilmiş; yayın seslendirmelerinde bile zaman zaman orijinal sesler kullanılmayıp yeni dublaj yapılmış. Geçmişi bağlamından ve zamandan koparmaya meyyal “yeni tarihçi” anlayış, filmin üretim aşamasına da yansımış.
Fikir ve görüş almak içinse objektiflik ihtimali çok düşük olan en yakınlara ve sevenlere danışılmış. Hocanın kazanma tutkusu, abartılı asabiyeti gibi küçük kusurları haricinde bir şey duyulmuyor. Klasik bazı baba ve dede huyları eklenmiş. Ne dedikleri çok belli olmayan bazı medya ve spor figürlerine mikrofon uzatılmış. Hocanın Bodrum’daki mülküne dair küçük bir tanıtım var. Ayrıca İtalya günleri bahsinde, milletçe bayıldığımız “öven yabancı sosu” eksik edilmemiş.
Kısacası önümüzde renkli bir “yeni tarih” var. Bu alternatif tarihte hocanın kariyeri boyunca karıştığı, kendisini ortasında bulduğu veya başını çektiği tartışmalar, haksızlıklar ve skandallar neredeyse hiç yok. Örneğin Euro 2008’deki İsviçre maçının “rövanş” olduğu söylenirken neyin rövanşı olduğu belirtilmemiş (Yaşı yetmeyenler için hatırlatayım: Terim yönetimindeki A Milli Takım 2006 Dünya Kupası baraj maçında İsviçre’ye elenince, son düdükle birlikte oyuncu ve teknik ekibin büyük bölümü rakip meslektaşlarını sahada, çıkış tünelinde ve soyunma odasında tekme tokat dövmüş, uluslararası alandaki en büyük utancımızı yaşatmıştı).
Yakın futbol tarihimizin en büyük muammalarından olan Euro 2016 Türkiye Milli Takımı kampında yaşananlara dair bir şey duymayı bekleyenler de çok ümitlenmesin derim. Çünkü diziye göre hocanın kariyerinde böyle bir turnuva yok. Siyah fonda beliren gri renkli, “2013 yılında tekrar milli göreve çağrılan Fatih Terim, üçüncü Türkiye macerasında kariyerinin en başarılı dönemlerinden birini geçirdi” yazısının ardından maç, galibiyet vs. istatistikleri verilerek geçiştiriliyor. Galatasaray’ın UEFA yolculuğu ise çağın gereklerine göre ustalıkla ve titizlikle dezenfekte edilmiş.
Hocanın kariyeri ise biraz acıklı, çünkü hep haksızlığa uğramış. Galatasaray yönetimleri, federasyon yetkilileri, Fiorentina’nın sahibi, Milan oyuncuları ve yönetimi onu bitirmek için epey uğraşsa da, Terim doğrularından taviz vermediği için ayakta kalmış. Üçüncü bölümde ipin ucu biraz kaçıyor: Filippo Inzaghi’nin Torino-Milan maçında sırf Terim kovulsun diye bilerek penaltı kaçırdığı ima ediliyor (Hakkını yemeyelim, Terim’in bu yönde bir beyanı yok. Bunu imparatordan çok imparatorcular yapıyor). Geleneğin icadı, düşman yaratma, kumpas söylemi. Kısacası hiç bilmediğimiz, duymadığımız, yepyeni bir hikâye.
ÇÜNKÜ O TERİM
Peki neden böyle oluyor? İki temel sebep gösterilebilir. Birincisi, evrensel. Kahramanlar tutkulu insanlardır ve yola her şeyden önce şan şöhret için çıkarlar. Başarılı olup iktidar sahibi haline geldikten sonra geçmişin beğenmedikleri taraflarını tıraşlamayı, gerekirse bazı kısımlarını baştan yazmayı severler. Bir başka Netflix yapımı olan The Last Dance belgeselinde Michael Jordan’ın da benzer bir tavra büründüğünü görmüştük. Türkiye siyasetinde ise son 20 yıl bu pratik üzerine kurulu.
Bu girişim bazen – maalesef hiç de azımsanmayacak sıklıkta – muradına erip insanların belli bir döneme veya olaya bakışını sonsuza dek değiştirir, bazense geri teper ve saklanan gerçekler daha net bir şekilde gün yüzüne çıkar. Yine de hayattayken etrafını gücüyle belirlemeyi âdet edinmiş biri, öldükten sonra nasıl anılacağı üzerinde de kontrol sahibi olmak ister. Terim de belli ki öyle istiyor. Elinde hakikat sonrası çağa yakışır kitle iletişim araçları varken fırsatı tepmemiş.
İkincisi sebep ise yerli ve milli. Türkiye’de ciddi başarı kazanmış ve alanında belli bir statüye ulaşmış hemen herkes, yapmak için epey para aldığı işi düzgün yaptığı için bütün dünya önünde el pençe divan dursun, hiçbir eylemi sorgulanmasın, herkes kendisini ona borçlu hissetsin istiyor. Başarının cezalandırıldığı sitemi zaman zaman haklı olabilir; ama hiç yapmadığı hataların bedelini ödeyen milyonlarca insanın yaşadığı bir ülkede, “ne yaptıysam bedelini ödedim” diye işin içinden çıkmak çok hakkaniyetli durmuyor.
Nedendir bilinmez, “büyüklerimiz” yaşlandıkça olgunluk ve bilgelik yerine, geçmişe dönük giderek şiddetlenen bir haklılık iddiası ve “kıymetimi bilin, bak biliyorsunuz değil mi, daha da iyi bilin” telaşı içine giriyor. Fatih Terim çok önemli başarılar kazandı; bunun karşılığında dört kez Galatasaray, üç kez A Milli Takım teknik direktörlüğü elde etti. Yüklü sözleşmelerden çok iyi paralar, daha da önemlisi, ülkede kimsenin görmediği bir hayranlık, saygı ve itibara ulaştı. İsmi bir stadyuma verildi. Kendisini neden hâlâ alacaklı hissettiğini anlamak zor. Ama bu eğilim onunla başlamadı ve belli ki onunla da bitmeyecek.
KAÇAN İMKÂNLAR
Bu dar perspektif pek leziz bir meyve vermiyor. Dizinin Galatasaray ve Milli Takım’la geçen güzel günleri yad etmek isteyenlere hoş bir nostalji yaşatacağı kesin; ancak başarıya giden metodoloji konusunda hocanın kaybetmeyi sevmemesi, çalışkan olması, zorlu bir çocukluktan gelmesi gibi alışıldık ve pek de iyi anlatılmamış detaylar haricinde doyurucu bir şey yok. Uzun ve sıkıcı bir saygı duruşu izliyoruz.
Dolayısıyla ortaya biraz sorunlu bir mesaj çıkıyor: Kazanılan onca başarının biricik sebebi hocanın Fatih Terim olması ve başka kimsenin Fatih Terim olmaması. Böyle olduğu için hocanın, “Biz de insanız, biz de hata yaptık” diye başlayan cümleleri hep “ama” ile devam edip aslında en büyük yanlışın kendisine yapıldığı argümanıyla sona eriyor. En güçlünün en mağdur olduğu Yeni Türkiye amentüsü yeniden üretiliyor.
Söylediğim gibi bu bir tercih. On yaş genç olsaydım buna epey öfkelenirdim. Şimdi ise daha ziyade burukluk ve üzüntü duyuyorum. Çünkü her başarılı figürü hatasız, günahsız gösterip, gökten zembille indirmenin sakıncalarını gördük. Tek adamın ortaya çıkışı neredeyse ulvi sebeplere bağlanınca yenilerinin gelmesi için elinizde bir kılavuz olmuyor. Kültür birikmiyor ve kimse bir sonraki kurtarıcıyı beklemekten başka bir şey yapmıyor.
Halbuki hocaya sorulacak birçok makul ve illa rahatsız edici olmayan soru var: Mesela Galatasaray’ın 1996-2000 arasında oynadığı ilerici futbolun ilham kaynağı neydi? Türk futbolunda kavramlaştırma geleneği olsa, örneğin o dönem oynattığı oyun için “Gegenpressing” benzeri bir kavram ortaya atsa, uluslararası etkisini büyütebilir miydi? Yurtdışında çalışacak bir teknik direktöre ne önerir? Çok sevdiği Fiorentina’da sadece yedi ay, Milan’da sadece dört ay kalmasının sebebi hangi hatalardı? Türkiye’de genç oyuncuların yetişmesinde çok büyük fark yaratabilecek okul-spor ilişkisi neden tesis edilemiyor?
KAVGA MİRASI, MİRAS KAVGASI
Ama bunun yerine kişi kültü besleniyor. Halbuki Fatih Terim’in farklı biri olduğunu görmek veya göstermek için bunlara tenezzül etmeye gerek yok. Başarılarının tekrarlanamamış olması, yaptıklarının önemini zaten kanıtlıyor. Ama işi bu kadar kişiselleştirip kahramanın iyiliğine/kötülüğüne, haklılığına/haksızlığına sıkıştırınca, örtülen kısımların daha fazla gündeme gelmesi garantilenmiş oluyor. Çünkü hepimiz oradaydık ve maalesef bizim de kör olası bir belleğimiz var. Hocanın kaldırdığı kupaların yanı sıra ders almayıp ders verdiği veya kime nereyi çekeceğini anlattığı görüntüleri, hakeme tükürdüğünü, kulübeden ettiği küfürleri, karıştığı kavgaları, mekân basma hadiselerini, kadim dostluklarını hatırlıyor ve biliyoruz.
Tam da bu aşamada dizi ve hoca en tatsız çalımını atarak bu yeni tarihe inanmayacaklara, “Kebapçı Vakası” üzerinden göz dağı veriyor: “Ben buyum kardeşim ve ben bunu hiç inkâr etmedim. Bazen neye başvurulması gerekiyorsa ona başvururuz, benim yetiştiğim yerden aldığım terbiyeyle, geldiğim yerle, nasıl davranılacaksa öyle davranırım. […] Kimsenin malına mülküne, osuna busuna ne kötü gözle bakarım ne kimse için kötü dilerim. Ama kimseye de dostluğumdan başkasını tavsiye etmem.”
Siz korktunuz mu bilmiyorum ama ben epey korktum. Hocanın sözlerinden değil. Elli yıldır aynı maço “racon kesmelerin”, “atar-gider yapmaların”, “ayar vermelerin” hâlâ bu kadar alıcısının olmasından. Hocanın elbette istediğini söylemeye, böyle bir miras bırakmaya hakkı var ama sanırım bizim de bir reddi miras hakkımız var. Terim dizisini yerli dizi sevenlere “şiddetle” tavsiye ediyorum… (SUAT BAŞAR ÇAĞLAN - GAZETE DUVAR)
Hiç yorum yok