CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun başörtüsü çıkışından sonra Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, kendi deyimiyle “ömrü ...
CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun başörtüsü çıkışından sonra Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, kendi deyimiyle “ömrü santraforlukla geçtiği için pası aldı ve golü attı”. Futbol referanslarından pek anlamam, o yüzden işin o kısmını spor yorumcularına bırakarak 2015’ten beri adım adım örülen LGBTİ+ düşmanlığını ve “yüksek siyasette” kimsenin yemek istemediği ama masadan da kaldırmaya tenezzül etmediği bir meze haline getirilen LGBTİ+ haklarını hatırlatma gereği duydum.
Erdoğan, Kılıçdaroğlu’na bir tuzak mı kurdu? AKP’den sızıntı varmış gibi yaparak Kılıçdaroğlu’nun başörtüsü gündemini açmasına mı yol açtı? Kılıçdaroğlu, bu gündemi açarak kendi topuğuna mı sıktı, yoksa CHP geldiğinde başörtüsü yasaklanacak korkusu yaşayan seçmene güvence mi verdi? Bu soruların yanıtlarını siyasetin kulis koridorlarında aramak gerekiyor. Ancak, her kulis bilgisi gibi bu bilgilerin şaibeli olduğunu bilerek.
Ancak ortada şaibe götürmez bir gerçek var. O da AKP-MHP ittifakının gölgesinde başka hiçbir şeyin yetişmesine müsaade etmediği yeni düzenlerinin temellerini LGBTİ+ düşmanlığıyla kardığı. Gazete Duvar’da “LGBTİ+’ların üzerine düşen gölge” dosyasını hazırlarken çınar ağacı metaforuna başvurmuş ve bu çınar ağacının köklerini Osmanlı’dan günümüze getirmeye çalışmıştım:
“Neo-Osmanlıcı yeniden kuruluşun son çentiğinin atıldığı 2018’de, AKP Genel başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan ile MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, Malazgirt Savaşı’nın 947. yıldönümü etkinliklerinde bir araya gelir. Erdoğan hem kendisi hem de Cumhur İttifakı ortağı Bahçeli için çınar ağacı getirtip, diktirir. "Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslüman" ittifakın nişanesi çınar, MHP tarafından da memnuniyetle karşılanır: Çınar ağaçlarının kökleri çok sağlamdır. Cumhur İttifakı’nın da kökleri sağlam.”
***
“AKP kök salarken, LGBTİ+’ların can suyundan besleniyor, 90’larda gelişen bu kirli ittifakları bünyesinde topluyor ve görmezden gelme siyasetinden savaş stratejisi ve hukukuna geçişin sinyallerini veriyordu…”
AKP’nin LGBTİ+ düşmanlığını gelip geçici bir seçim stratejisi olarak okumak, şu an siyaseti anlama noktasında yapılabilecek en büyük hata. Erdoğan’ın 2002’de Abbas Güçlü’nün programında ettiği sözler üzerinden AKP’nin ilk dönemlerinde LGBTİ+’ların anayasal haklarını sağlamak için çaba sarf ettiği yönünde bir algıyı yaygınlaştırmak ise moda terimle dezenformasyonun dik alası. Zira, o sözlerin üzerinden çok geçmeden AKP, Türk Ceza Kanunu’nda değişiklik çalışmalarında TV ekranlarında verilen sözlerdeki riyakarlığı ortaya koydu. Avrupa Birliği’ne girme sürecinde TBMM Adalet Komisyonu, TCK’yı “AB’nin taleplerine uygun bir şekilde” değiştirme çalışmalarına başladı. Bu süreçte Adalet Alt Komisyonu, üyelerden Doç. Dr. Adem Sözüer’in önerisiyle, TCK tasarısının “ayrımcılık” maddesinin düzenlendiği bölüme “cinsel yönelim ayrımcılığı”nı da ekledi. Ancak dönemin Adalet Bakanı Cemil Çiçek, Alt Komisyonun kabul ettiği “cinsel yönelim” ibaresine “cinsiyet” ile aynı veya benzer olduğu iddiasıyla, itiraz etti. Bakanın bu itirazı ile “cinsel yönelim” ibaresi taslaktan çıkarıldı. Böylece; yasal eşitlik yolunda önemli bir ilk adım sayılabilecek bu hamle, AKP’nin Adalet Bakanı marifetiyle egale edilmiş oldu.
Sonraki süreçte LGBTİ+ örgütlerinin anayasal eşitlik talepleri yeri geldi “Özgürlük diye sunuluyor, ama Türkiye’de henüz bunun zemini yok” ifadeleriyle yeri geldi “İstiyorlar diye verecek miyiz” alaycılığıyla savuşturuldu. Bütün bunlar, devranın bir kez daha döndüğü 2015’ten seneler önce yaşanıyordu.
2010: AKP’nin savaşa hazırlandığı yıl
AKP’nin bu görmezden gelme, dalga geçme, muhalefeti deyim yerindeyse “ibnelikle itham etme” politikasındaki değişim ise 2010’da geldi. Şimdilerde iktidara muhalefet olarak sunulan 6’lı masa üyesi DEVA Partisi’nin sosyal politikalarından sorumlu olan Selma Aliye Kavaf, Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı olduğu dönemde işaret fişeğini yaktı ve “Ben eşcinselliğin bir bozukluk, bir hastalık olduğuna inanıyorum, tedavi edilmesi gerekir” dedi. Saflarını sıklaştıran AKP açısından artık, toplumsal dönüşümü engellemek için yeni bir yol haritası şekillenir: Yukarıdan aşağıya bütün bir toplumda korku ve paranoya iklimi yaratarak toplumsal ve siyasalı LGBTİ+ düşmanlığında yeniden örgütlemek. En önemli araçlarından birisi ise artık aile ve ailenin bütünlüğüdür.
“Hastalık” söyleminin yetmediği noktada ileride AKP’nin gizli LGBTİ+ işlerinden sorumlu Bakanı gibi hareket edecek Hilal Kaplan yetişir ve Taraf gazetesinde "İslâm ve eşcinsellik meselesi" yazısında özetle: “Hastalık değil, günah” der. Aynı Kaplan’ın son yıllarda Sabah gazetesinde LGBTİ+ düşmanı yazıları, İstanbul Sözleşmesi’ne karşı nefreti ve sırf LGBTİ+ nefretinden dolayı neden feminist olmadığını anlatmaya kalktığı kitabıyla çok hızlı bir şekilde “günah” çizgisinden fabrika ayarları olan “sapkınlar” çizgisine döndüğünü bir parantez olarak hatırlayalım.
Hilal Kaplan parantezini kapatıp devam edersek; 2010’larda Anayasa tartışmalarının tam ortasında durur LGBTİ+ hakları. O dönem, BDP ve CHP, Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nda LGBTİ+’ların anayasal eşitliğini savunur. Henüz ittifak olmamış AKP ve MHP ise bu eşitliğe karşı durur. 2013’e gelindiğinde artık TBMM Başkanı Cemil Çiçek’in başkanlığını yaptığı eşitlik maddesine cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği ile etnik kökenin eklenmesinde bir türlü uzlaşamayan Anayasa Uzlaşma Komisyonu da dağılır ve bir acı yel kalır hafızalarda…
Aynı 2013, Gezi direnişine sahne olur. O güne kadar şehir şehir örgütlenen LGBTİ+ hareketi açısından Gezi bir başlangıç değilse de katalizör etkisi gördü demek yanlış olmaz. Görünürlük aşamasından tanınma aşamasına geçilecek midir? 2013’te yüz bin kişinin yürüdüğü İstanbul Onur Yürüyüşü, 2014’te 40 şehre yayılan Homofobi Karşıtı Buluşmalar, 2015’de LGBTİ+’ların 25 şehirde örgütlü olarak alana çıkması gibi gelişmeler; 90’lardaki ev buluşmalarından gelinen aşamayı gösterdi. Bu açılma ve kendisinden çalınan adına sahip çıkma hamlesine AKP’nin yanıtı ise 2010’daki “hastalık mı günah mı” hattını aşarak; millî güvenlik, kamu düzeni, genel ahlak ve aile hattına geçerek LGBTİ+ hareketine savaş ilan etmek olacaktır. Bu savaşın emareleri 2013 ve 2014 yılında görülmeye başlasa da ilanı, 2015’te olur.
2015: AKP’nin savaş ilanı
7 Haziran seçimleri öncesinde AKP, Beyoğlu’nda dağıttığı seçim broşürlerinde Onur Yürüyüşü’nden fotoğraflar “yaşam tarzına müdahale edilmediği” iddiasını savunurken aynı zamanda; artık isimle sayılamayacak kadar çok AKP’li siyasetçi ve bürokrat LGBTİ+’ları hedef göstermeye başlar. Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Biz eşcinsel aday göstermeyiz” tonunda ilerlerken dönemin Başbakanı şimdilerde altılı masanın ortağı Ahmet Davutoğlu açıkça, “Lut kavminden” dem vurar. Ki seçimi kaybeden AKP’nin ilk işi 2015 yılında İstanbul LGBTİ+ Onur Yürüyüşü’ne saldırmak olur.
İleride AKP-MHP ittifakının anahtar kelimelerine dönüşecek “Lut kavmi”, “Sapkınlık”, “Cinsiyetsizleştirme projesi”, “Aile düşmanları”, “Batı’nın sapkınlığı”, “Çocuklarımıza kötü örnek oluyorlar” cümleleri ile ilan edilen bu savaş siyasetinin tek bir aracı da yok. Bir yandan gazete sayfalarında ideolojik savaş, diğer yandan seri yasaklarla pratik savaş, yasakların eylemlerden salon etkinliklerine uzanması, gökkuşağı ve LGBTİ+ hareketinin herhangi bir sembolünün ışık hızıyla sansürlenmesi, İslamcı cenah için “bunlar din düşmanı”, ulusalcı-milliyetçi cenah için “Batı emperyalizminin oyunu, bunlar hep foncu”, muhafazakar toplam içinse “ailemiz elden gidiyor” paranoyaları ile örülen bu savaşın son merhalesi devlet destekli nefret mitingi oldu.
Bu miting üzerinden iktidar istediğini elde edemedi, Aydınlık ve Yeni Şafak’ın bayraktarlığına soyunduğu miting diğer yandaş medyada o kadar da yer almadı. Bir Bakan çıkıp yalandan da olsa nefret söylemini eleştirdi ama sokağa çıkardıklarına güvence vermeyi de ihmal etmedi: Siz durun, devletimiz halledecek.
Nasıl ki LGBTİ+ etkinliklerini yasaklamanın bahanesi kamu güvenliği ve “karşıt grupların saldırma ihtimaliyse” şu anda da LGBTİ+’ların örgütlenmesini toptan yasaklamanın bahanesi olacak gibi duruyor bu miting.
Ve tam bu tarihi dönemeçte muhalefet, hata üstüne hata yapıyor. Altılı masanın bir üyesi, DEVA Partisi homofobiyi kurumsallaştıran Kavaf’a sosyal politikalarını emanet ediyor, diğer üyesinin genel başkanı olan Davutoğlu zaten LGBTİ+’lara savaşın ilk komutanlarından. Saadet derseniz, İstanbul Sözleşmesi’ni kaldırtan odaklardan biri. Demokrat Parti’nin herhangi bir denkleme katkısı yok. İYİ Parti, CHP’nin milliyetçi kanadından aldığı oylar ve devlette devamlılık garantisi olmak dışında siyaseten nerede duruyor muamma. Kala kala CHP kalıyor ve onun lideri Kemal Kılıçdaroğlu ise vahim bir hataya imza atıyor.
Kastettiğim hata, başörtüsüne yasal düzenlemeyi gündeme getirmesi değil. Kastettiğim hata, Erdoğan bunu fırsat bilip yapay bir “Müslümanlar ve muhafazakarlar ile LGBTİ+ örgütleri ve LGBTİ+ haklarını destekleyenler” karşıtlığı oluşmasını sağlamak için yeniden anayasa tartışmasını açmışken; Kılıçdaroğlu’nun LGBTİ+’nın L’sini ağzına almaktan imtina etmesi. Kılıçdaroğlu, sosyal medyadan verdiği yanıtta çok şey deyip hiçbir şey söylemeyerek Erdoğan’ın ekmeğine yağ sürdü. Oysaki Erdoğan’ın yaratmaya çalıştığı kutuplaşmaya karşı çıkabilir, daha geçtiğimiz günlerde bir duruşması daha görülen Ahmet Yıldız davasını, babasının Ahmet Yıldız’ı öldürdüğünü hatırlatarak top çevirebilirdi. Ancak, kendisini seçime ve oy hesaplarına endeksleyen ana muhalefet için temel hak ve özgürlükler, eşitlik belli ki ele güne karşı arada sırada vitrin siyasetinden ibaret.
Peki ne oldu da anayasa tartışmalarında LGBTİ+’ların eşitliğini savunan CHP, şimdiki haline döndü? Açıkçası o zaman da LGBTİ+’ların eşitliği CHP’nin parti politikası değil; LGBTİ+ hareketinin baskılarıyla bazı milletvekillerinin çabasıydı. Ancak CHP’de bazı vekilleri harekete geçmeye zorlayan sadece LGBTİ+ hareketi değil; dönemin BDP’si ve sonrasında da HDP’nin bu konuda gösterdiği siyasi iradeydi. CHP, tarihi boyunca kendisinden daha solda bir aktör olmadıkça sağa çekmeye meyyal; o aktör olduğunda ise vitrin siyaseti yapan bir parti olageldi. Bunu merkezden yerele gözlemlemek mümkün. DBP ve HDP belediyelerine kayyum atanmasından sonra CHP’li belediyelerin LGBTİ+ hakları konusunda on beş adım birden geriye atması, kent konseylerinde AKP’den daha AKP’li tutumları bunun göstergesi. HDP üzerindeki devlet baskısı, dolaylı olarak CHP’nin LGBTİ+ hakları meselesinde daha da ayrımcı bir noktaya savrulmasına yol açıyor.
Ancak HDP’nin de son yıllarda LGBTİ+ haklarını eskisi kadar gür sesle savunmadığı, Emek ve Özgürlük İttifakı’nın mutabakatında LGBTİ+ lafzının sadece bir kere o da “kadınlar ve LGBTİ+’lar” diye geçtiğini bir başka parantez olarak eklemek lazım. Bu durumun neden ve nasıl gerçekleştiği önemli bir tartışma ama; TBMM gündemine ilk kez LGBTİ+ haklarını sokan Sebahat Tuncel’in; cumhurbaşkanlığı seçimlerinde LGBTİ+ haklarını amasız savunan Selahattin Demirtaş’ın gösterdikleri siyasi iradenin fersah fersah gerisinde bir HDP gerçeği; tüm siyasetin LGBTİ+ düşmanlığı ekseninde örgütlenebilmesini mümkün kılıyor.
Peki, AKP ne yapmaya çalışıyor? Bahsi geçen anayasa değişikliği teklifini bir hafta içerisinde öğreneceğiz. Medeni Kanun’da zaten bir kadın ve bir erkeğin evliliği olarak tariflenen evlilik meselesini Anayasa’ya da eklemek de olabilir; aile değerleri, genel ahlak ve neslin korunması gibi safsatalar üzerinden LGBTİ+’ların hak taleplerini suç olarak tariflemeye de varabilir.
AKP’nin LGBTİ+ düşmanlığını ördüğü dört hat
Ancak AKP belli ki, senelerdir uyguladığı savaş siyasetini dört anahat üzerinden artık kıyım politikasına çevirme niyetinde. Bu hatların ilki, LGBTİ+’ların aileyi yıkmak üzere bir araya geldiği gizli bir örgüt ve lobi olduğuna dönük paranoya yaratmak. Türkiye’deki LGBTİ+ hareketinin henüz evlilik eşitliğine dair bir talebi yokken, hatta hareket içerisinde evlilik hakkı ile evlilik kurumunu güçlendirmek yerine Küba’daki gibi bir yasayı tercih edecek azımsanmayacak bir kitle varken; yapay bir gündem oluşturuluyor. İbrahim Kalın’ın çok sevdiği tabirle aslında iktidar bir algı operasyonu ile dezenformasyon yayıyor. Bu dezenformasyon da iki yönlü. İlki az önce bahsettiğim hat, ikincisi ise LGBTİ+’lara hakları verilince ailenin yıkılacağı. Evlilik eşitliğinin sağlandığı hiçbir ülkede aile yıkılmayıp aksine (bana kalırsa gereksiz bir şekilde) güçlenmişken; bu siyaset paranoya yaratmak dışında bir meseleye hizmet etmiyor. Ancak AKP siyaseti, yalanları tekrarlayıp hakikat gibi pazarlama siyaseti olduğundan belli ki bu yalanların da işe yarayacağını düşünüyorlar.
İkinci hat ise, küresel sağın LGBTİ+ düşmanı siyasetine eklemlenerek Avrupa Birliği ile ilişkilerde mülteci anlaşması ile güçlendirdiği elini daha da güçlendirmek. AKP’nin Türkiye’yi eklemlediği küresel hatta kimler kimler yok ki? Rusya’nın “gey propaganda yasağı”, Polonya’nın “LGBT’siz bölge” uygulamaları, Macaristan’ın “toplumsal cinsiyet karşıtlığı ve aile değerleri” siyaseti, Azerbaycan’ın toplu gözaltı ve tutuklama uygulamaları, Suudi Arabistan ve Katar’ın imha siyaseti, İran’ın idam cezaları, İtalya’da başa geçen faşist iktidarın aileci politikaları, ABD sağının emperyalist devlet ve aile değerleri üzerinden LGBTİ+ düşmanlığı, Avrupa’da yükselişe geçen Neo-Nazi örgütlenmeler…
Bütün bu aktörler içerisinde son dönemde en öne çıkanı Rusya hattı üzerinden AKP ile ittifak halindeki Avrasyacı cenahın Turancı hayalleri. Azerbaycan’a verilen vekaletle Ermenistan’a karşı yürütülen savaşın ekonomik amacı doğalgaz bağlantısı; politik bağlantısı ise Enver Paşa’dan beri kurulan Turan düşü. Toprakları birbirine bağlayan harç olarak ise belli ki LGBTİ+ düşmanlığını kullanma niyetinde AKP ve onun devlet ortağı Avrasyacılar. Yoksa ne işi olur Vatan Partisi’nin İsmailağacılarla ortak nefret mitinginde, değil mi?
Üçüncü hat ise, LGBTİ+’ları düşmanlaştırarak muhalefeti kendisi kadar olmasa da kendisine yakın bir sağ çizgiye sabitlemek; kendi sahasında savaşmak. Böylece bir seçim daha almanın ötesinde, toplum mühendisliği yoluyla daha sağcı bir halk yaratmak ve devletin halk üzerindeki baskısını sürdürülebilir kılmak. Şu anki resim, ana muhalefetin bu tuzağa düşmeye teşne olduğu ve yenileceğini bile bile sağda savaşmayı tercih ettiği yönünde.
Dördüncü ve en önemli hatta gelirsek; o da darbe girişimi ve OHAL döneminde bile hem kitlesel hem politik hem de ideolojik olarak en güçlü hareketler olan LGBTİ+ hareketi ve feminist hareketi bastırmak. Siyasetçilerin çoğunlukla gözden kaçırdığı hat, tam olarak bu. AKP’nin LGBTİ+ örgütleriyle derdinin olmasının, yer yer AKP yanlısı “kanaat önderlerinin”, “Zeki Müren de eşcinseldi ama LGBT değildi” diyerek; “LGBT” ifadesini sanki bir örgütmüş gibi sunmasının da sebebi bu. Dernekler, Onur Haftası Komiteleri gibi yatay örgütler ve örgütsüz aktivistlerden oluşan LGBTİ+ hareketinin hareket alanını daraltmak için 2015’ten beri çok daha yoğun bir şekilde çaba sarf ediyor AKP. Süresiz yasaklarla dernekleri, yürüyüş yasakları ve polis şiddetiyle onur yürüyüşlerini, LGBTİ+ hareketinin sembollerini suç unsuru gibi göstererek ise aktivistleri hedef alan iktidar; önümüzdeki günlerde dernek kapatmadan tutuklamalara, devlet destekli çete saldırılarından karanlık senaryolara çok fazla yöntemi deneyebilir.
Özetle; AKP, LGBTİ+’lara ideolojik, politik ve fiili anlamda savaş ilan etmişken; muhalefet seneler önce yatak odalarından çıkan LGBTİ+ hareketini; o odalara sokmaya yemin etmiş gibi davranıyor, kamusal alanda tanımazlıktan geliyor. Böyle yaparak da kendisi kaybediyor.
Nasıl durdurabiliriz bu savaşı?
Peki, iktidarın bu savaş siyasetini nasıl durdurabiliriz? Burada LGBTİ+ hareketinin bana kalırsa ilk etapta yapması gereken; güncel polemikler yerine iktidarın yarattığı paranoya iklimini dağıtmak olabilir. LGBTİ+ hareketinin temel siyasal gücü, siyasi partilerle ilişkilerinden değil; senelerce şehir şehir gezerek toplumun geri kalanıyla temas etme esnekliğinden geliyor. Bunun önüne yasaklarla engeller getirilse de; bu yasakları aşmak ve doğrudan kamuoyuna seslenmek her daim mümkün. Bize belki artık sıkıcı ve yorucu gelen basit gerçekleri tekrar tekrar haykırmak, of demeden anlatmaktan başka çıkar yolumuz yok. Zaten iktidarın taktığı meselelerden biri de bu. LGBTİ+’ları Beyoğlu’na hapsetmek, orada da dövmek istiyor. Ancak bu hareketin, LGBTİ+ olup olmamasından bağımsız ağlar kurduğunu unutmamalıyız. LGBTİ+’ların eşitliğini savunan ya da savunmaya gayret eden herkesle buluşmadık mı? Aksaray’dan Muş’a; Maraş’tan Trabzon’a; Edirne’den Kars’a örgütlenmedik mi? Bize kapılarını kapatan sendikalara, demokratik kitle örgütlerine, sivil toplum örgütlerine, hak örgütlerine tekrar tekrar gitmedik mi? Oraları dönüştürmek için çabalarımızın meyvelerini hep beraber yemedik mi? Bunu tekrar yapmanın, mümkün olan en geniş katılımla bir eşitlik cephesi inşa etmenin tam zamanı.
Muhalefet partilerinin, özellikle CHP’nin ise acilen fark etmesi gereken temel bir siyaset bilimi dersi var: Muhafazakarlığın ve faşizmin yükselişe geçtiği dönemlerde yasa değişikliği talepleri var olan durumdan çok daha kötüye gitmemize yol açar. Meseleyi yasalara havale etmek, süregiden sağcı rejime yasal kılıf hediye etmekten başka bir sonuç yaratmaz. Oyunu kendi sahasına çekmek isteyen CHP, çok acil LGBTİ+ haklarına dair politika geliştirmeye başlamalı ve bizlerin yatak odasına girip sokakta tanımazlıktan gelen kocalarımız gibi davranmaktan vazgeçmeli. Senin söylemekten çekindiğin, zayıf nokta olarak gördüğün bir mesele elbette sana karşı silaha dönüşür.
HDP ve bileşeni olduğu Emek ve Özgürlük İttifakı’nın ise CHP’ye bakıp ondan biraz daha iyi bir LGBTİ+ politikasıyla yetinmekten vazgeçmesi; yüzünü her alanda direnen LGBTİ+ hareketi ve feminist harekete çevirmesinin vakti geldi de geçiyor. Ortanın sağından bir tık daha sol bir yerde durmak sizi solcu yapmaz. Sol değerlerle inşa edilmeyecek bir ittifak ise; 7 Haziran’da kazanıp bombalarla elimizden alınanı geri alamaz…
Hiç yorum yok