“Aslında”! “Tamam, işçiler bu insanlık dışı koşullarda çalışsın, ama daha iyi ücret alsın, bir de daha az ölsünler,” demek, insan hayatı ve haysiyeti gibi kavramları çiğnemeden hayatta kalamayacak “serbest piyasa” martavalı ve kapitalizme yandaşlıktır düpedüz.
Muhterem kardeşlerimiz, vallahi billahi biz sizi çok seviyoruz. Lâkin işimiz çok, her zaman sevemiyoruz. Anca öldüğünüzde sevebiliyoruz. Gerçi ikişer-üçer öldüğünüzde atlayabiliyoruz, dönüp bakacak halimiz vaktimiz olmayabiliyor, fakat beşer-onar göçtüğünüzde, yani, yanlış anlamayın, sizin göçmeniz öbür mânâda, yoksa, biliyoruz, birşeyler sizin üstünüze göçüyor, toprak olmalı, içeri girmediğimiz için bilmiyoruz, tertemiz tulumlarla pırıl pırıl baretleri başımıza geçirip, suratlarımıza üzgün ifadeler yerleştirmeye çalışarak fakat ister istemez ayırt edilebilen bu uğraşımız esnasında yapaylığımızı, sahtekârlığımızı dışavurarak poz verirken göz ucuyla içeri bakıyoruz, içerisi karanlık, seçemiyoruz, bazen anacadde gibi ışıl ışıl galeriye girip arkamızda karanlıkla fotoğraflar çektiriyoruz; diyorlar ki, efendim, diyorlar, sıkıntı olur, daha ileri gitmeyelim, diyorlar, yoksa gidip Türk’ün kömüre kazmayı vurduğu yerde dualar edeceğiz, fakat gidemiyoruz, grizuyu patlatan Allah bize orayı münasip görmemiş. Allah’ın maden işçilerine ne garezi olabileceğini kimsenin sormamasını şimdilik temin edebiliyoruz. Gidemiyoruz çünkü zırhlı araba girmiyor. Gidemiyoruz çünkü çok uzun sürüyor, tüneller, merdivenler, canbazlık istiyor. Ayrıyeten harpte de generali cepheye sürmez kimse, değil mi? Harbin bir iyi tarafı da, ortalık aydınlık, kim kimi öldürüyor, görürsünüz. İşçi kardeşim, sizin orası kapkaranlık. Yani karanlık derken, biz sizi karanlıkta yaşamak zorunda bırakıyormuşuz gibi anlaşılmasın. Zaten alışıksınız. Sizin için karanlık, işte, bizim için aydınlık neyse o. Ha o ha o! Değil mi? Bazıları karanlıkta, kömür atmosferinde nefes alacak ki, öbürleri aydınlıkta yemek yiyebilsin. Yani karanlıktakiler de yemek yiyebilir tabiî. Aç durmasınlar. Yukarı çıkıp inmek çok vakit aldığından aşağıda yeyiveriyorlar. Akşama kadar tutar yumurtayla ekmek. Biber de oluyor, bahçeden. Çünkü işçi olacaksın ama köyden de kopmayacaksın; köylü de kalacaksın. Sonra akşam evde yesinler doğru dürüst. Hah! Tam onu diyordum işte: Akşam evde yiyebilesiniz diye aydınlattık o karanlıkların sağını solunu. Yani lafın gelişi; solunu değil tabiî. Kapkaranlık olsa kömür nasıl çıkacak?
Kömür demişken, biliyorsunuz, kömür demek, ekonomi demek; ekonomi demek akşam evde ailenin yemek yemesi demek. Aile olmayanlar da yediği için, çok yemek lazım. Belki aile olmayanları aşağı indirmek uygundur, bunu düşünmeli. Şimdi, bu ekonomide herkes eşittir. İşbölümü yapmışlar. Ne zaman, nasıl yapmışlar, şu acılı günlerimizde bu mevzuya dalmayalım şimdi. İşte, nasıl birileri köşkler, konaklar yapıp oralara yerleşmişlerse, kimileri de bakkal açmış. Nasıl kimileri polise gaz sıkın diye emir veriyorsa, kimileri de ihale işleriyle meşgûl oluyor. Nasıl kimileri doktorsa, öbürleri de madene iniyor. Daha tabiî ne olabilir? Herkes işadamı-işkadını olsa fabrikalarda kim çalışacak? Gemide bile kaptan var, makine dairesinde çalışan var. Meselâ makine dairesinde elli derecede çalışan adam bembeyaz kaptan kıyafeti giyip de vanaları öyle çevirse olur mu? Olmaz. Ama ne oldu? Makineleri artık bilgisayar çalıştırıyor, makine dairesindekiler artık öyle kan ter içinde, kollarından yağlı siyah sıvılar akıtarak fena bir manzara meydana getirmiyorlar. Peki, ne oldu o makine dairesindekilere? Tabiî, gidip başka işlerde çalışmaya başladılar. Yani başlamışlardır. Yani başlamış olmalılar. Her an herkesin çalışması icap etmiyor. Ekonomide öyle, bazen kimi insanlara çalışmama hürriyeti tanınıyor. Bu sefer de devletten para istiyorlar. Verilse, serbest piyasa incinecek. Hoş değil. Şirketleri ve memleketleri yönetenlerin asla böyle boş zamanı olamıyor. Onlar hep çalışıyor, didiniyor. Çalışıp didinince zengin oluyorlar. Fabrikada çalışmıyorlar, bilgisayar başında çalışmıyorlar, kamyondan mal indirmiyor, öğrencilere ders vermiyorlar. Fakat hep çalışıyorlar. Oturarak, giyinerek, buyurarak, tatile çıkarak. Ekonomi, işte, aşağı yukarı bu. Ha, karanlık, diyorduk.
Şimdi tabiî, başlangıçta cahil halk ekonomiyi bilmediğinden, kimse yerin dibine inmeyi istememiş. Ve adı üstünde, cahil insanlar, karanlıktan korkmuşlar. Yok orada şeytan var, yok periler cinler, canavarlar, bir sürü masal uydurmuşlar. Fakat İspanyol ve Portekizli fatihler Güney Amerika yerlilerine madenciliğin usûllerini öğrettiğinden beri, neyse ki, evvelâ savaş esirleri, mahkûmlar, akıl hastanelerine düşmüş insanlar, bilahare münasip herkes bu mukaddes işte çalıştırılmaya başlamış. Yine cehaletten, çoğu bu işe gönüllü olmamış, kendilerine doğru yol zorla gösterilmiş. Çeşitli personel kayıpları ve göze alınabilir zayiat meydana gelmiş. Nizamın temini bakımından eller ve ayaklar başta olmak üzere kimi uzuvlar kesilmiş, gözler oyulmuş, kızgın yağlarla bedenler güzelce terbiye edilmiş, nihayet, serbest piyasa gelip de düzeni sağlayınca, dünyanın bazı yerlerindeki cevherlerin bu yolla ekonomiye kazandırılması pek olağan faaliyetlerden biri sayılır olmuş. Denmiş ki: Şu maden de çıkarılsa, şu da, şu da çıkarılsa ne biçim zengin oluruz, hele şu da şu da şu da çıkarılırsa, allaaah, süper olur! Bunun üzerine, rakibi sağ kanada sıkıştırma taktiğine geçilmiş: Geçecek başka yer bırakılmayınca kalabalık mecburen oraya yüklenmiş. Denklem sinir bozucu derecede basit değil mi: İnsanlara başka yol bırakmıyorsun, karanlığa ve ölüme giden yolu geçim kaynağı saymak zorunda kalıyorlar.
Yani köşeyazarınız hepinizin bildiği sahalardan örnekler vermeye çalışıyor, değerli okurlar. Yoksa, “kimi yörelerde insanlar seçeneksiz kılınıp madene inmek zorunda bırakılmış” filan diye anlatmaya kalksam hem bazılarınız huzursuz olabilir hem de ekonomi incinebilir.
Zira madencinin başka çaresi olmadığı için madende çalışmak zorunda bırakılmış bir nevi esir olduğunu kabullenmek günümüzde en sıkı işçi hakları savunucusunun bile fazlasıyla zorlandığı mevzu. Evet, maden işçileri bir nevi kahramanlardır, çünkü birileri (yakınları, sevdikleri, çocukları) ışık görebilsin diye karanlıkta kalmayı, nefes alabilsin diye soluksuz çalışmayı göze almışlardır. Fakat yörelerinde aynı parayı kazanabilecekleri tehlikesiz başka işler olsa elbette onları tercih edeceklerdir. Bunca insanın her sabah “selametle” diye uğurlandığı, her akşam “geçmiş olsun” diye karşılandığı işyerinde bin kişilik yer açıldığında kırk bin kişinin başvurmasına bakarak, maden havzası insanlarının, hayatı hiçe sayan, intihar tutkunu çılgınlar olduğu hükmüne niye varamıyorsak, işte, ekonomi dediğimiz şey o.
Maden kazalarından sonra esen hava, insanlığın büyük kısmının bugünkü ortak-toplu dünya görüşünün -cibiliyetsizliğinin- özüdür: Birileri ölecek ki öbürleri sefa sürsün. En berbat eşitsizlik-adaletsiz savunucularıyla en sıkı siyasî-toplumsal muhalif akımlar, maden sözkonusu olduğunda, neden aynı yaklaşımda birleşir? Birilerini her an ölebilecekleri işlere koşmanın meşruiyeti yok oysa. Ve Türkiye’ninki gibi yeraltı koşullarına sahip bir yerde, üstelik insan hayatı böylesine ucuz sayılırken, ne hakla insanları madene indiriyoruz? Her şeyi göze alarak daha öteye sıçrayayım: Kimin ne hakkı var, bir kısım insanı yüzde şu kadar, bu kadar, fark etmez, ölüm ihtimali hiçbir zaman tamamen ortadan kaldırılamayan işlere koşmaya?
Madende ölüm elbette kader değil. Fıtrat diyen kendi insin aşağı. Ama madencilik diye bir cinaî faaliyetin nasıl başladığı, nasıl geliştirildiği, insanların nasıl görülmemiş şiddette, derinlikle ve yaygınlıkta zorbalıkla bu işe sürüldüğü dikkate alınmadan, maden denen “cehennem deliği” işçi hayatını bütünüyle hiçe sayan özel şirkete değil de az hiçe sayması umulan -ki bizimki gibi ülkede ne kof, ne boş beklenti- devlete ait olsa işçilerin ölmeyeceği gibi -aksi bin defa kanıtlanmış- safsatalar sırf siyasî jargon icabı tekrarlanıp durulunca madenciler savunulmuş, onlara sahip çıkılmış olunmuyor. Dünya tarihini kendi ergenlik dönemimizle başlatmaktan vazgeçmeyecek miyiz bir türlü? Çünkü oradan başlatınca oradan çıkılamıyor.
Madencilerin ölmesini, çocuklarının yetim, eşlerinin tazminat için etraflarına doluşacak çakalların ortasında korunmasız kalmasını istemeyen, işe, işçi sınıfının gözüpek, cefakâr insanlardan meydana gelen bu özel kesiminin o işten kurtarılması için mücadeleyle başlamalı. Hele sosyalist, solcu ahlâk, insanların karanlığa, ciğeri perişan etmesi kaçınılmaz kömür tozu solumaya, ölüm tehlikesine mecbur bırakıldığı bir “ekonomik faaliyeti” külliyen reddetmeyi gerektirir. “Aslında”! “Tamam, işçiler bu insanlık dışı koşullarda çalışsın, ama daha iyi ücret alsın, bir de daha az ölsünler,” demek, insan hayatı ve haysiyeti gibi kavramları çiğnemeden hayatta kalamayacak “serbest piyasa” martavalı ve kapitalizme yandaşlıktır düpedüz. Reel sosyalizm ile birlikte kapitalizmle neredeyse bütün yönleriyle -“ilerleme” fikri, “bilim” tapınması, sanayi mitosu vs…- paylaşılan “ekonomizm”, ekonomik-toplumsal meseleleri insan onuru gibi kavramlarla birlikte ele almayı imkânsızlaştırdı. Oysa sosyalizm bir insan haysiyeti meselesi. Emekleriyle ürün arasındaki ilişkiyi dolaysız olarak gören ve faaliyetin bütününde kendi “işgüçlerinin” belirleyici rolünü doğrudan algılayabilen maden işçilerinin onyıllar boyunca hemen bütün dünyada işçi mücadelelerinin en kararlı, bilinçli, militan unsurları olarak ön saflarda yeralması, işçi haklarını gözeten, onların geliştirilmesi için uğraşan, ama madene inme ihtimali -tehlikesi!- bulunmayan insanlarda tuhaf bir yanılsama yarattı. Meselenin maden işçilerinin radikalleşmesi, “bilinçlenmesi” değil, bu ölümcül işten kurtarılması olduğu bir türlü kabul edilmiyor. Niye? Hepimizin çift kapılı buzdolabı zaten yok ki! Şart mı olması? Afrikalı çocuklar aç bırakılıp korkunç şartlarda madene indirilmezlerse iPhone bulamayacağız diye mi isteyeceğiz bu çocukların “çalışma koşullarının” düzeltilmesini? “Düzeltme” ne demek? Sadece şu demek: Tamam, daha fazla önlem alacağız, daha az öleceksiniz, daha az hasta olacaksınız.
Ama olacaksınız. Ve öleceksiniz. “Yaşam odaları”, ancak bazı maden kazalarında işçilerin bir kısmı için kurtarıcı olabilir. Bazı madenlerde grizu tehlikesinin en ufağı bile belirdiğinde -ki bunu tesbit etmek mümkün- üretimi durdurup işçileri dışarı çıkarmanız halinde ekonominin kutsal verimlilik pınarı kurur, mazallah kârlar azalır, hisseler düşer, genel müdürler Audi edinemez, CEO’lar jipleri yenileyemez, muktedirler itibardan tasarruf etmek zorunda kalır. Bir de işte, akıllı telefonlarımızdan, madencileri ölüme gönderenleri kınayan mesajlar atamayız.
Meramımı bu şekilde, küfürsüz hakaretsiz anlatabilecek sükûneti bulabilmek için üç gündür kendi yaşam odamda bekliyorum, değerli okurlar. Nezaket bu kadar olabildi, kusura bakmayın.
Eğer derdimi daha açık anlatma fırsatı vermeyi münasip görürseniz sizi şu filmimi izlemeye davet ederim. (ÜMİT KIVANÇ - GAZETE DUVAR)