HIDE
GRID_STYLE
SHOW_BLOG

Bir kez daha: Sağcılıkla sağcılık yarıştırmak

“Başörtüsü” ya da türban, adına ne denilirse denilsin, bu mesele çözüleli ve toplumun gündeminden düşeli çok olmuştu. Üstelik bu çözüm iktid...


“Başörtüsü” ya da türban, adına ne denilirse denilsin, bu mesele çözüleli ve toplumun gündeminden düşeli çok olmuştu. Üstelik bu çözüm iktidarı pek de memnun etmemişti; çünkü en önemli mağduriyet silahlarından biri yitirilmiş, AKP’nin elinde “bu sorunu biz çözdük” argümanından başka bir şey kalmamıştı.

Mesele bununla da sınırlı değildi; gelinen noktada başörtüsü artık büyük ölçüde siyasal İslam’a ait bir sembol olmaktan çıkmış, bir tür yaşam biçiminin, muhafazakâr yaşam biçiminin sembolü haline dönüşmüştü. Hele genç kuşaklar tarafından kıyafeti tamamlayan bir aksesuar gibi kullanılmaya başlanması ve başın kapalı mı açık mı olduğunun neredeyse fark edilmez hale geldiği bir giyim kuşam modasının ortaya çıkmasıyla özelikle tarikat ehlinde “tesettür elden gidiyor” feveranları duyulmaya başlanmıştı.

Kılıçdaroğlu’nun pazartesi günkü çıkışı ve sonrasında verilen kanun teklifi tam da artık konuya dair bir tartışma ve gündem kalmamışken, üstelik üzerine gidilip puan toplanabilecek bir sürü başka mesele varken aniden kamuoyunun önüne getiriliverdi ve tartışma tekrar başladı. Bu hamleye AKP’nin yanıtı ise “çarşambayı bekleyin” şeklinde oldu. Bu yazının yayınlandığı gün bu yanıtın ne olduğunu göreceğiz. Erdoğan, Meclis grup toplantısında yapacağı konuşmada, büyük ihtimalle el yükselterek Kılıçdaroğlu’nun hamlesini boşa düşürecek bir yasal düzenlemeye girişileceğini duyuracak.

***

Sağcılığın ancak başka bir tür sağcılıkla, İslamcılığın ancak İslamcılıkla yenilebileceğine duyulan inanç yeni değil elbette. Kılıçdaroğlu’nun uzunca bir süredir izlediği stratejinin temelinde tam olarak bu var. Buna gerekçe olarak ise Türkiye toplumunun özü itibariyle sağcı/muhafazakâr olduğu yönünde yine bizzat sağcılık tarafından topluma dayatılan ama bütünüyle yalan olan o ünlü ezber gösteriliyor. Öte yandan şunun net bir şekilde görülmesi gerekiyor ki Kılıçdaroğlu, yaptıklarını “takiye” olsun diye yapmıyor, yani sol gösterip sağ vurmaya çalışmıyor, yani “hele önce şunları bir gönderelim” demiyor, gayet “samimi” bir şekilde söylediklerine inanıyor, inandıklarını söylüyor.

Kılıçdaroğlu CHP’si için laiklik diye bir mesele yok, siyasal İslam, tarikatlar, cemaatler, tarikat-cemaat yurtlarında çocukların, gençlerin geleceğinin çalınması, başta eğitim alanı olmak üzere toplumun yukarıdan aşağıya doğru dinselleştirilmesi, sömürü düzeninin üzerine din istismarının örtülmesi diye de bir mesele yok. Dolayısıyla somut bir laiklik ve yeniden sekülerleşme politikası da yok.

Seküler kesimlerin, laiklerin, cumhuriyetçilerin oyları, adayın kim olduğundan bağımsız bir şekilde “nasıl olsa cepte” diye görüldüğünden, ne yapılıyorsa İslamcı-muhafazakâr kitlelerin gönlünü hoş tutmak, onlara AKP’nin yokluğunda da AKP rejiminin ana hatlarıyla devam edeceği mesajını vermek için ve sahiden de devam edileceği için yapılıyor. “Helalleşme” denilen şey de bunun adını koymak anlamına geliyor.

Üstelik Kılıçdaroğlu sadece partisini sağa çekip sağın diliyle konuşmakla yetinmiyor, sağdaki müttefiklerini de bizzat kendi eliyle yaratıyor, onları bir masanın etrafında bir araya getiriyor. Kılıçdaroğlu olmasaydı ne Akşener ne de İYİP bugünkü popülerliğinde olurdu, Kılıçdaroğlu olmasaydı, Saadet, Gelecek ve DEVA daha şimdiden AKP-sonrası Türkiye için bakanlık ve bürokrasi bölüşümü kavgasına girecek özgüveni kendinde bulamazdı, Kılıçdaroğlu olmasaydı kimse Gültekin Uysal adını duymazdı.

İşte tam da bu nedenle, eğer seçimlerden sonra AKP-sonrası bir Türkiye’ye geçilirse, Türk sağının farklı fraksiyonları hükümette, devlet aygıtı içerisinde ve bürokraside, aldıkları oyla orantısız bir güce kavuşacaklar ve “AKP’siz AKP rejimi” dediğimiz şeyin omurgasını oluşturacaklar. Öyle bir durumda ise ortaya “AKP döneminden kopuş” anlamında bir AKP-sonrası değil, adı konulmamış bir neo-AKP dönemi çıkacak.

***

Kılıçdaroğlu’nun “helalleşme” adımlarının son hamlesi olan “başörtüsüne yasal garanti” teklifi, kuşkusuz böyle bir zemine oturuyor ama meselenin güncel ve hem partinin hem de altılı masanın içine yönelik bir boyutu da var.

Kılıçdaroğlu bu teklifle aslında “garanti”yi altılı masanın diğer üyelerine veriyor, “beni aday yapın, ben de sizin gibiyim” diyor, kendisine göre daha sağda kalan ve bu nedenle de masanın beş üyesinin daha sempatiyle baktığı Yavaş ve İmamoğlu karşısında tercih edilebilir olmanın yollarını arıyor. Akşener’in geçen haftaki “bu iş öyle kolay değil” diyerek Kılıçdaroğlu’nun adaylığını peşin peşin kabul etmeyecekleri yönündeki açıklamasına masanın diğer üyelerinin de destek vermesi belli ki Kılıçdaroğlu cephesinde bir tedirginlik ve telaş yaratmış durumda.

Bu son çıkışın güncel bağlamını bu tedirginlik ve telaş halinin içerisine yerleştirmek gerekiyor ama bu hamle ters de tepebilir ve masanın diğer üyeleri “madem sağcılıkla sağcılık yarıştıracağız, bunu hakkını vererek yapacak bir ismi aday göstersek daha iyi olmaz mı” diyerek el yükseltmeye kalkabilirler. Süreç önümüzdeki günlerde buraya doğru evrilebilir.

***

Kılıçdaroğlu’nu hem adaylık hem seçim sürecinde güçlü kılabilecek tek şey, daha önce de çok kere yazdığım üzere, Ecevit’in 12 Eylül öncesi izlediği halkçı politikaların bir benzerini izlemesiydi. Çünkü hem içinden geçilen derin ekonomik kriz ortamına, yani “zamanın ruhu”na bu denk düşüyordu, hem de diğer iki isimde, yani İmamoğlu ve Yavaş’ta bunu yapabilecek bir formasyon yoktu.

Özellikle son aylarda Kılıçdaroğlu buna uygun birtakım adımlar attı, fatura eylemi, beşli çeteye yönelik söylemler, sosyal adalete vurgu yapan açıklamalar hep bununla ilgiliydi ama tam da bunlar üzerinden el yükseltmesi gereken bir dönemde, ansızın “fabrika ayarları”na döndü ve hem adaylıktaki rakiplerine hem de Erdoğan’a çok ciddi koz vermiş oldu.

Bugün gelinen noktada Türkiye on yıllardır devam eden sağ iktidarların kendisini getirip bıraktığı uçurumun kenarında düştü düşecek bir yerde duruyor, öte yandan sanki durum böyle değilmiş gibi AKP iktidarının karşısına başka bir sağcılıkla çıkılıyor, düzen sınırları içerisinde kabul edilebilecek bir gerçekçi alternatif dahi yaratılamıyor.

Oysa öyle ya da böyle solun var olmadığı bir Türkiye’nin geleceğinin de olmayacağını, o uçurumdan bir kurtuluş ihtimalinin bulunmadığını görmek gerekiyor. O ihtimali güçlendirmenin yolu solun sol değerleri ve sol siyaseti toplumla buluşturmasından, toplumun da silkinip yüzünü sol değerlere ve sol siyasete dönmesinden geçiyor. (FATİH YAŞLI - SOL.ORG)

VİDEO