Belirli bir talep ya da sorun etrafında bir araya gelmiş olan insan kitleleri, ceberut bir gücün saldırısına uğradıklarında, çoğu kez devlet olan karşı tarafın elindeki şiddet araçlarıyla kıyas dahi kabul etmeyecek derme çatma araç-gereçlerle kendisini koruduğunda ya da eylemlerini ancak böyle sürdürebilir olduğunda, ‘demokratiklik’ yolundaki abdestleri bozulmuş mu olur?
NE KADAR ÖFKELENMELİYİZ?
Biliyorum, şimdi, tam da Paris olaylarının hemen ardından okuru ikna etmek zordur ama yine de söylemek istiyorum: Bu yazı, gerçekten de çok daha önceden tasarlanmış, hatta bir bölümü yazılmıştı. Paris, üstüne geldi ve bir anlamda belki yol açıcı da oldu. Ama güncel herhangi bir vaka olsun olmasın, ‘protesto’ ve ‘hak arama eylemi’ üzerine tartışmak, bu konulardaki kavram karışıklığına bir nebze açıklık getirmeye çalışmak zaten gerekliydi.
Bu kısa maruzattan sonra adım adım ilerleyebiliriz. Ama başlamadan önce bir noktaya değinmek gerekiyor. Son zamanlarda kimin hangi konularda yazması yazmaması gerektiği üzerine sık rastlanan bir söylem var. Anlıyorum bunu. X sorununu, Y eziyetini bizzat yaşayan insanlar, topluluklar, bu konularda ‘hariçten gazel’ okunmasını sevmiyorlar; uç noktada yapılan ukala dümbeleklikleri de çoğu zaman bu duyguyu besliyor. Ancak bu yaklaşımın abartılmış hali, eleştirel alanı daraltan bir etki yapabilir, yapıyor. İşçi sınıfı konusunda işçiler-sendikacılar konuşsun, öğrencilerle ilgili olarak öğrenciler, vs. diye genişleyebilir bir kapsam bu çünkü. Oysa gezegende vuku bulan olaylar, yaşanan sorunlar hakkında pekâlâ herkes düşünce üretebilir. Sanırım burada asıl mesele, birincisi ‘akıl verme’ sorunuyla, böylece kurulan üst perdeden söylemle, ikincisi de, belirli bir X olayında asla bulunmamış ve asla bulunmayacak insanların hayli uzaktan hükümler vermesinin, kendi yapmadığı, yapmayacağı şeyleri başkalarına empoze etmeye çalışmasının iticiliğiyle ilgili. Sonuçta, dediğim gibi, grubu-topluluğu-insanı, dışa, başkalarının fikirlerine kapatmadıkça anlaşılabilir bir gerilim bu.
Okumakta olduğunuz yazı, böyle bir ‘gazel’ gayretinden de uzak durmayı, genel olarak kitle muhalefetinin önemli bir sorunu üzerine mümkünse okurla söyleşmeyi amaçlıyor.
***
Aslında bu meselede başından beri bir kavramsal karışıklık var. Ben ta ilk gençliğimde “demokratik mücadele”, “demokratik alan” gibi kavramları duyardım örneğin. Ya da bazen silahlı mücadelenin ve genel olarak savaşın ‘siyasetin bir biçimi’ olduğunu bildiğimiz halde, “siyasal mücadeleye geçiş” ya da “silahlı mücadele-siyasal mücadele” gibi kavramları da kullanırdık. Sierra Maestra’da yapılan şeyin adı siyaset değilmiş gibi sanki. Ya da sanki Vietnam İşçi Partisi ormanlarda savaşırken demokratik bir güç değilmiş gibi…
Silahlı yol meselesini şimdilik kenara bırakıp, önce kitle hareketi üzerine yoğunlaşalım isterseniz ve konuyu çok bilinen, o yüzden de kolay anlaşılabilecek bir soru üzerinden açalım: Edward Said, o gün, İsrail polisine taş atarken ne yapıyordu sizce? Elindeki taş, onu ‘demokratik mücadele’den koparıp başka bir yere mi götürmüş oluyordu?
Ya da boş verin Said’i; daha genele doğru gidelim ve hiç lafı dolandırmadan dümdüz soralım: Belirli bir talep ya da sorun etrafında bir araya gelmiş olan insan kitleleri, ceberut bir gücün saldırısına uğradıklarında, çoğu kez devlet olan karşı tarafın elindeki şiddet araçlarıyla kıyas dahi kabul etmeyecek derme çatma araç-gereçlerle kendisini koruduğunda ya da eylemlerini ancak böyle sürdürebilir olduğunda, ‘demokratiklik’ yolundaki abdestleri bozulmuş mu olur? Bir yolu kapatmak mesela ya da bir fabrikanın içine girip kapıları kaynaklamak, bir fakülteye girip işgal etmek ve içeri girmek isteyenleri fiziki yollarla engellemek… Bütün bunlar, ‘demokratik eylem’ çerçevesinin dışında mı kalırlar?
Kolayca görüleceği gibi bu sorularla “Demokratik yoldan hakkını aramak” denilen şeyi anlamaya çalışıyoruz. Doğrusu, bu satırların yazarına sorarsanız, belirli bir sorunu dile getiren ya da bir durumu protesto eden insanların çoluk çocuk, genç yaşlı, salına salına yürümesi, mümkünse şarkılar söyleyip dans etmesi ve karşı tarafa “bak bu kadar insan şunu istemiyor” mesajını vererek ona geri adım attırması, vs. en iyisidir. (Buna neredeyse hiç tanık olmamış olmam, benim suçum değil tabii ama geçelim bunu şimdi.) Burada soru şu: Bu ‘en iyi’ yol, bir şiddet aygıtı tarafından imkânsız hale getirilmişse, hakkın kullanımı, zorbalıkla karşılaşmışsa, buna karşı sokağın bilinen araçlarıyla direnen insan topluluğu hâlâ ‘demokratik yol’ üzerinde değil midir? Böyle bir yerden baktığımızda, (bilerek Türkiye’den örnek vermiyorum) 1789 barikatlarından Batı Şeria’ya, Şili öğrenci protestolarından Sarı Yeleklilere kadar bir dizi olayı nereye oturtabiliriz?
Geçerken parantez içinde kaydedeyim, ilkesel şiddet karşıtlığı ayrı bir konu ve tartışmamızın kapsamı dışında. Hiçbir koşulda kendilerine yönelik şiddete şiddetle karşılık vermeme tavrı başka bir şeydir ve bence saygındır. Ama bir yerde sınır aşıldığında meşru gören, bir başka durumda hareketi gayrimeşru ilan eden zihniyet üzerine düşünmek gerekiyor. Bu zihniyetin çoğu kez objektif kriterlere değil, daha çok olay mahallinin bulunduğumuz lokasyona yakınlığı-uzaklığı üzerinden şekillendiğini birçok örnekten biliyoruz, değil mi?
Tamam, öyle olsun. Geçelim bunu da ve devam edelim.
Burada sorun, insanları sokağa taşıyan talebin-konunun meşruluğu ve direniş biçimlerinin, araçlarının bu meşrulukla uyumlu olmasıdır ve bu ayrım noktaları bazen çok ince çizgilerden geçer. Ve evet, kitle hareketi, sokağa çıkma gerekçesi olan sorundan kopmadan yürümenin bir yolunu arayabilir, aramalıdır, bunun için disiplini koruyucu önlemler, vs. almalıdır. Ama mesela, 1996 Kadıköy 1 Mayıs’ı çok kaotik bir örnektir. Sabah, -sonradan olanlara kıyasla- küçük bir çatışmayı bahane ederek Nikah Salonu’nun köşesinden ateş açılmış ve üç kişi öldürülmüşse, bu hadiseye gösterilecek tepkinin, 1 Mayıs’ın o yılki muhtevasını, taleplerini ne kadar aşabileceğini, ne kadar aşmasının ‘makul’ olduğunu belirlemek, hiç kolay değildir. Öte yandan o mitingin bir şey olmamış gibi sürdürülmesi de artık mümkün değildir; ayrıca ahlaki de değildir. Bütün bu sorunların çözümü, görüldüğü gibi bir mühendislik işi değildir; orada, o anda olup biten şeylerden söz ediyoruz.
Ve tabii ki, kitleler her zaman iyi ve doğru işler yapmazlar, yapmayabilirler. Bu, lokal gösterilerde olduğu kadar büyük hareketlerde de böyledir. Engels’in her seferinde hayranlıkla okuduğum şu sözleri ne kadar öğreticidir: “Başka zamanlarda olduğu gibi, her devrimde de kaçınılmaz olarak birçok hata yapılır ve nihayet, insanlar olayları eleştirel bir biçimde yeniden gözden geçirebilecek kadar yatışınca, kaçınılmaz olarak şu sonuca varırlar: yapılmadan kalması çok daha iyi olacak birçok şey yaptık ve yapılsa çok daha iyi olacak birçok şeyi yapamadık ve işte işlerin sarpa sarması bundandır. Ama Komünü kusursuz ve yanılmaz ilan etmek ve her ev yakıldığında ya da bir tutsak kurşuna dizildiğinde bunun, hak edilen bir ceza, tam da yerinde bir iş olduğunu iddia etmek ne büyük bir eleştirel tutum yoksunluğudur. Bu, mayıs ayındaki hafta boyunca kurşuna dizilen insanların, ne eksik ne fazla, kesinkes kurşuna dizilmesi gereken kimseler olduğunu, ateşe verilen evlerin, ne eksik ne fazla, kesinkes ateşe verilmesi gereken evler olduğunu iddia etmekle aynı şey değil midir? Bu, birinci Fransız Devrimi konusunda şunu söylemekle aynı şey değil midir: her boynu vurulan hak ettiğini buldu, ilkin Robespierre’in boynunu vurdurdukları, ardından da Robespierre’in kendisi? Özünde çok iyi huylu kimselerin acımasızca gaddar görünme hevesine kapılmaları işte böyle çocukluklara neden olur.”
Blankici Komün Mültecileri’ne söylüyor bunları Engels ama tarihe ve geleceğe not düşmüş oluyor aslında. Yani her şeyi doğru yapmayız gerçekten de biz; özellikle kontrolsüz büyük hareketlerde öfkenin nereye kadar varabildiğini belirleyebilmek de hayli zordur. Tabii ki bir Komün gibi büyük bir devrimle lokal sokak hareketlerini kıyaslamıyorum ama anlatmaya çalıştığım şey şu: Biz, meselenin özüne, toplumsal hareketlerin haklılığına ve meşruiyetine bakarız. Onunla da yetinmeyiz, kendimize de eleştirel bakarız, her şeyin doğru yapıldığını söylemeyiz; ama bir taş parçasına, kırılan bir cama bakıp hareketin ‘kirlenmiş’ olduğuna hükmedenlere de izin vermeyiz. Kitle hareketini, düzenli kıtalar halinde yürüyen sakin insan toplulukları zannedenlerin, bu zannına yürekten katılırız elbette, keşke hep öyle olsa ama en küçük sertleşmede “ben ilk gün ağaçlar için geldim ama sonra…” bıdı bıdılarına tahammül etmemiz mümkün değildir.
Çünkü hayat böyledir. Yani düşünün bir an: Grev yaptırmamakla övünen bir yönetim söz konusuysa bir ülkede, nasıl grev yaparsınız? Önce görüşmeler, sonra kapıya asılan karar suretleri, sonra gece yarısı gelen yasak kararı… Ne yapacaksınız? Bekaert işçileri bir şey yapıyor mesela, değil mi? Migros başka bir şey yaptı. Ya da 89 sürecinde KESK’i düşünün; yapıldı bütün bunlar bu memlekette. Meşruiyet kavramı, bütün o süreçlerde yeniden tanımlanıp yerine oturdu. Çok basit bir işleyişle üstelik: On kişiyle yürürsen iteklerler, yüz kişiyle yürürsen döverler, yüz bin kişiyle yürürsen kuralları sen koyarsın.
Ama öte yandan, biz bu ülkede zerre kadar hissedilmeyen ‘genel grev’leri (!) gördük değil mi? Patronun villasının kapısına gidip haklarını haykıran işçilerin ‘pek kaba’ bulunarak ayıplandığına da tanık olduk. Tanık olduk bütün bunlara, çünkü bu ülkede egemen olan “masum öğrenciler/işçiler-kışkırtıcı provokatörler” söylemi ile soldaki “Karıncaezmez Şevki”lerin temkinliliği arasında her zaman bir paralellik mevcut olmuştur. Ve biliyoruz ki, bu paralelliğin, demokrasiyi sandığa bağlayan yaklaşımla hayli yakın bir akrabalığı vardır.
***
Dağıldı biraz, değil mi? Biliyorum, tamam, becerebilirsem eğer, toparlamaya çalışacağım.
Şunu söylemeye çalışıyorum özetle, daha doğrusu okurla tartışıyorum: Bir mücadelenin, tutulan bir yolun demokratik olup olmaması, onun başından sonuna sükûnet içinde yaşanıp yaşanmamasıyla ilgili değil. ‘Demokratik eylem’ ile ‘barışçıl eylem’ her zaman her durumda eş anlamlı değil. “Davamızı, taleplerimizi demokratik yoldan savunalım” söylemiyle kast edilen kimsenin zarar görmemesi ise mesela, kendi payıma benim buna en küçük bir itirazım olmaz; cansız nesnelerin, araçların, vb. ötesinde insana ve doğaya gelen her zarar kötüdür. Ancak, ‘demokratik yol’u, dar iki şerit arasına sıkıştırıp her direksiyon kaymasını lanetlenmesi gereken bir günah olarak tanımlamak, yalnızca o beyaz şeritlerin arasında kalan bölgeyi ‘demokrasi’ tanımıyla şereflendirip, kitle hareketinin çerçevesini oraya sabitleyerek çizgiyi aşan durumlara düzen ağzıyla ‘vandallık’ yaftasını yapıştırmak, ne politik olarak doğrudur, ne de ahlaki olarak. Gezi boyunca ön platformda ‘seyirlik’ gibi duran o ters çevrilmiş polis araçları, -biz bunu yanlış da bulsak doğru da bulsak- Gezi’ye dahildir. 31 Mayıs gecesinin cengini yok sayıp, 1 Haziran akşamının yerleşik düzeninden başlatamayız Gezi’yi; ters çevrilmiş polis otolarını, onlarca yaralıyı ve daha birçok şeyi dahil etmeden bir Pazar pikniği gibi tarif edemeyiz olup biteni. Gezi de, 6-8 Ekim de, bu coğrafyada yaşanmış en demokratik hareketlerdir; her iki olayda da insanların beyaz şeritlerin arasında kalmamış olmaları, keyfi tercihler ya da kişisel hezeyanlardan kaynaklanmamıştır. Paris’te olup bitenlere vakıf olmamakla birlikte, ikinci gün pekâlâ görkemli bir kitlesel yürüyüşü yapabilen insanların ilk günkü davranışlarının ciddiye alınması gereken sebepleri olmadığını söyleyebilir miyiz? Dahası, Paris’i Kürt mezbahasına çeviren bir süreci görmeden orada olup bitenleri anlayabilir miyiz?
Sonuç olarak, artık uzatmayalım, kendimize sormamız gereken temel soru bence şu olmalıdır: Sokağa çıkarak herhangi bir sorunu/talebi dile getirirken, amaçladığımız şey nedir? Ne olmalıdır? Hem bizzat yanımızda yürüyenlere, hem de bir şekilde, kenardan, evinden, vs. bizi izleyenlere (en azından aynı derde sahip olup sokağa çıkma eğilimini şu ya da bu ölçüde taşıyanlara) neyi anlatmak istiyoruz? Onların, karşı tarafın şiddete uğrattığı bizlere üzülmelerini mi, acımalarını mı istiyoruz, yoksa bizim ayakta kalma, direnme potansiyelimize bakarak sürece katılma isteği duymalarını mı bekliyoruz? Tam olarak söylersek, bir eylemci topluluk, genel olarak halka ve daha özel olarak da sokağa çıkma nedenimizi haklı bulan yakın çemberlere, güven mi aşılamalıdır, yoksa “hımm, en iyisi evde oturmak” duygusunu mu vermelidir?
Sorun budur.
İster Paris’e bakın, ister Batı Şeria’ya ya da Peru’ya, Diyarbakır’a, cevap verilmesi gereken soru budur.
***
Onunla başladık, onunla bitirelim: Ne diyoruz Edward Said’e şimdi? Rahmetli o gün şu mahut beyaz şeridin hangi tarafındaydı sizce?
Ama dürüst bir cevap olmalı bu. Aynı şeyi 2014’te Suruç’ta yapan Aysel Tuğluk’u da kapsamalı mesela! (M. ENDER ÖNDEŞ - SENDİKA.ORG)