Merih Demiral, turnuva favorilerinden birini alt eden bir takımın oyuncusu değil, ırkçı bir sembolle bütün şenliği söndüren bir figür olarak anılacak bundan sonra. Bütün ırkçı komploların bayrağı hâline gelmiş bu sembolle bizi selamladığında nasıl "biz" olacağız sonra?
"BİZ" BİLDİĞİNİZ GİBİYİZ
Ahmet Altan'ın "Türk Olmak" başlıklı yazısını ansızın hatırlamamın üzerinden bir hafta bile geçmemişti henüz. Türklerin olumlu ve olumsuz özelliklerini ardı ardına sıralayan Altan'ın o müthiş yorumunu keyifle anımsamıştım: "Dünyanın en tehlikeli eğlencesi Türk olmaktır."
Türk olmanın da, Türkiye'de yaşamanın da uzun zamandan beri eğlenceli bir yanının olmadığının farkındayım ama bu cümlenin içerdiği anlam ve yazının referansları yine de keyiflendirmişti beni. Acı acı...
Bu tespitten ve hatta "Türkiye, evlâtlarına kendinden başka bir şeyle meşgul olmak imkânı vermiyor" diyen Ahmet Hamdi Tanpınar'ın sözündeki anlamdan bile fersah fersah uzaktayız artık. Türkiye, evlâtlarına kendiyle mutlu olmak imkânı vermiyor asıl. Eğlencesi bitiyor, tehlikesi bitmiyor. Hevesi kursağında kalsa da umutlanma iştahı sürüyor ama insanlarının gözündeki fere düşman olanlar tükenmiyor. Deyim yerindeyse canı çıkıyor, huyu çıkmıyor.
Birleştirici, bütünleştirici, geliştirici her şeyin daha ilk adımda boğazlanıp ayrıştırıcı, ötekileştirici, düşmanlaştırıcı tüm öğelerin sımsıkı kucaklandığı bir iklimin doğal bir mutluluk yaratamayacağı aşikârdır çünkü. Orada mutluluk zannedilen şey olsa olsa zorlama ve kışkırtılmış ama illa ki geçici bir coşkunluktur. Sevgisini ve heyecanını, hüznünü ve öfkesini, zaferini ve yenilgisini her daim en uçlarda yaşayarak dolan ve boşalan bu dengesiz duygulanımın üreteceği tek şey de kaçınılmaz bir başarısızlıktır. Yani başarıda bile başarısızlık. Güzelde bile çirkinlik. İyide bile kötülük. Saf bir vasatlık ve dev bir yalnızlık. "Güzel ve yalnız ülkem" diyen adamın hak edilmiş başarısını ayakta alkışlayanlar ya da bozkurt işareti yapan adamın öğrenilmiş, belki sıradan belki incelikli ama kesinlikle karakterize milliyetçiliğini yuhalayanlar değil bu yalnızlığın mimarları. Bu yalnızlık el emeği, göz nuru. Bu yalnızlık buradakiler nedeniyle kusurlu ama şuurlu. Yerli malı, yurdun malı bir yalnızlık bu. Ve bu coğrafyayı durmaksızın bu yalnızlığa, bu karanlık çukura itenler de aynı ölçüde yerli malı, yurdun malı!
Evet, konumuz Merih Demiral. Ne yazık ki, Merih Demiral. Ne olacaktı ki başka? Ne olabilecekti ki?
Son zamanların en heyecanlı spor organizasyonlarından birine genç bir jenerasyonla katılıp onca eleştiriye rağmen başarıyla yol alan Türkiye Milli Takımı'ndan bahsedecek değildik ya. Gözlerinin içi gülen, Avrupa'nın futbol devlerinde hızlı ve kararlı adımlarla ilerleyen, bütün dünyada beğenilen ve adlarından söz ettiren, yaptıkları işe, oynadıkları oyuna, spora, her yaştan ve milletten meslektaşlarına saygı duyan, onlarda da aynı şekilde saygı uyandıran pırıl pırıl çocuklardan hele? Onlardan mı bahsedecektik? Sadece sporun güzelliğinden keyif almaya odaklanmış ve bu dünya sahnesinde parmakla gösterilecek kadar harika performanslar sergileyen genç yeteneklerden mi bahsedecektik? İlahi!
Tabii ki Merih Demiral'dan, onun pek muteber parmaklarından, o parmakların yaptığı "kültür mirası" hareketten bahsedeceğiz. Daha fazlasına hakkımız yok çünkü. "Başkaları" yüzünden değil, "dış mihraklar" masum, "ötekiler"in vallahi bir kabahati yok. İçeride kaynayan kazan yine her şeyin müsebbibi. Ne yazık, değil mi?
Üzgünüm, ilk günden itibaren turnuvanın gizli favorilerinden biri olarak gösterilen, Euro 2024'ün en etkileyici oyununu oynayan Avusturya'yı iyi bir mücadele ile mağlup edişimizi kutlayamıyoruz. Bir önceki maçta harika gollere imza atan Hakan Çalhanoğlu ve Cenk Tosun gibi tecrübeli futbolculara sahip oluşumuza sevinemiyoruz. Bütün dünyanın gözbebeği hâline gelen Arda Güler'i yetiştirdiğimiz; Ferdi Kadıoğlu ve Barış Alper Yılmaz gibi dünya devlerinin peşine düştüğü gençleri parlattığımız için böbürlenemiyoruz. Bırakın çeyrek finali, isteseler finale kadar gidebileceklerinden şüphe etmediğimiz bu takımın başarılarını gönlümüzce kutlayamıyoruz.
Edişimiz, oluşumuz, yetiştirdiğimiz, parlattığımız, şüphe etmediğimiz, öyle mi? Yani, BİZ! Biz, "biz" miyiz peki? Bundan emin değilim. Yarattığımız toplumun nerede bütünleşip nerede ayrışacağı belli olmadığından değil sadece bu, ayrışmaya her zaman daha yakın ve yatkın olduğundan. Her daim bir düşman kurgusu ve hatta özlemiyle yaşarken, dönüp dolaşıp hep bir arada yaşama pratiğimizi bizzat kurşunladığımızdan.
"Böl, yönet" diye diye asla yönetemediğimiz bölük pörçük bir kalabalık olmamızdan. Ulusal marşı "korkma" telkiniyle başlar, "Türküm" diye övünüp mutlu olur, milletinden sıkılınca ümmete yaslanır, ümmetten bunalınca tuttuğu takıma sarılır, uyurken bile bayrağına dolanır ve sonunda dev bir kördüğüm hâlini alır. Başka hiçbir şey yapması gerekmez. Bir futbol maçında Avusturya'ya iki gol atan futbolcu bozkurt işareti yapar, ülkenin tarih profesörü Viyana Kuşatması'ndan eli boş dönen Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'yı yâd eder. O sırada Merzifon Eşeği bile konuyla daha alakalıdır ama ne gam!
Bulduğu her fırsatta teneşirlere gelen coğrafyamızın en karanlık günlerinden biri olan 2 Temmuz'da, birbirinden güzel insanlarımızın diri diri yakılarak katledildiği Madımak Katliamı'nın yıldönümündeki bir maçta yapılan bu hareket bizim, pek de "biz" olmadığımızı anlatıyor aslında. Merih Demiral'ın 2 Temmuz'dan haberinin bile olmadığına eminim. Haberi olsa umurunda olur muydu bilmiyorum ama bu korkunç katliamı bilmeyen birinin bozkurt işaretini biliyor olmasıdır zaten bizim felâketimiz.
Çünkü, Türklerin mitolojik bir mirası olduğu söylenen bu bozkurt sembolü uzun süredir milliyetçiliğin, daha da ötesi kimi siyasi partilerin aparatına dönüşmüş durumda ve hemen her katliamda ya da bir zulmün aklanmasında sahneye çıkıyor. Bütün ırkçı komploların bayrağı hâline gelmiş bu sembolle bizi selamladığında nasıl "biz" olacağız sonra? Can Dündar boşuna demiyor aslında: "Tebrikler Merih! Tek bir işaretle %100'ün sevincini %5'e indirdin."
Dünyanın en eğlencesiz tehlikesi artık, Türk olmak. Onca kara tecrübeye rağmen yine de bu coğrafyanın renklerine tutunmaya çalışan bütün insanların hevesine ama bence en başta da kendi takım arkadaşlarının emeğine tecrübelerimiz kadar kara bir leke sürdü Merih Demiral. Turnuva favorilerinden birini alt eden bir takımın oyuncusu değil, ırkçı bir sembolle bütün şenliği söndüren bir figür olarak anılacak bundan sonra.
Ağızlarını sonuna kadar açarak İstiklâl Marşı söyleyen, İsviçre'yi maçta yendiği halde bir de futbolcularına saldıran milli takımın ve bugün de AKP milletvekilliğinden başka gidecek yeri kalmayan Alpay Özalanlar'ın yanıdır artık isminin yazılacağı yer. Biz ise, "biz" olma hayalimizin kapısından yine tur bileti alamadan dönüyoruz. Her zamanki gibi yalnızlık finalinin açık ara favorisiyiz. Ne yazık, değil mi? (EMRE DURSUN - BİANET)