Siyonist İsrail’e yenilgiyi tattıran tek gücün lideriydi o. Ömrü boyunca Filistin ve Lübnan halklarının Siyonizm’in zulmünden ve işgalinden kurtuluşu için savaşmıştı. Tabii İslamcı bir gelenek içinden geliyordu. Hasan Nasrallah’tan söz ediyoruz.

Lübnanlı bir din adamı ve Şii İslamcı bir siyasi parti olan Hizbullah'ın genel sekreteri olan bu adam, gençliğinde Emel Hareketinin bir üyesiydi. Emel, 1980’li yılların ilk yarısında, Lübnan iç savaşında Şii topluluğun silahlı milis gücü olarak ortaya çıkmıştı. Amacı İsrail'i işgal ettiği Güney Lübnan'dan çıkartmaktı. Tabii mümkünse İsrail’i yıkmak da amaçları arasındaydı.

Nasrallah’ın bir parti kurucusu olarak ortaya çıkmasında Emel Hareketi ile Lübnan’daki kamplarda bulunan Filistin Kurtuluş Örgütü üyeleri arasında patlak veren gerilimin büyük payı var. İsrail, 1982’de, FKÖ’nün varlığına son vermek için Lübnan’ı işgal etti. FKÖ ile çatışan Emel bu gerilimde İsrail’in yanında saf tuttu. Bu Emel’in bölünmesine giden yolu açtı. Böylece Nasrallah’ın da önder kadroları arasında yer aldığı Hizbullah ortaya çıktı. Hizbullah’ın kurulduğu yıllar İran İslam Devrimi’nin ateşinin harlı olduğu yıllardı. Haliyle Hizbullah da ilhamını o devrimden aldı. Birleştirici paydaları Şiiliktir.

Hizbullah siyasi ve silahlı mücadele kanatlarının yanı sıra yoksul Lübnan halkına yardım amacıyla pek çok adım da attı. Hastaneler kurdu, okullar açtı. Lübnan halkı arasında yayıldıkça askeri olarak da güçlendi. ABD ve Avrupa askerlerinin Lübnan'dan atılması amacıyla birçok eylemde bulundu. 1983’te ABD Elçiliğine yaptığı saldırıda 17'si Amerikalı 63 kişi öldü. Aynı yıl ABD kışlalarına yapılan saldırıda 241 Amerikalı asker öldü. Bu saldırılardan kısa bir süre sonra ABD askerlerini Lübnan'dan geri çekti. Bu eylemlerinin bedeli ABD, Kanada, İsrail, Avustralya ve Suudi Arabistan tarafından terörist örgüt olarak ilan edilmek oldu.

Taif Antlaşması'yla, 1990’da, Lübnan’da iç savaş son buldu. Taif antlaşmasında Lübnan'daki bütün silahlı grupların silahlarını bırakması öngörülüyordu ancak Hizbullah silah bırakmadı, işgalci İsrail'e karşı gerilla savaşını sürdürdü. İsrail de 2000’de, Lübnan'dan tamamen geri çekildi. Geride sadece Suriye Ordusu kalmıştı.

2005’te eski Lübnan Başbakanı Refik Hariri öldürüldü. Suikastta Suriye’nin parmağı olduğu iddia ediliyordu. Halkın tepkisi sonucu Suriye de Lübnan'dan geri çekilmek zorunda kaldı.

2006’da İsrail ordusu ile Hizbullah bir kez daha karşı karşıya geldi. İsrail ummadığı bir direnişle karşılaşmış ve geri çekilmek zorunda kalmıştı. Savaşın galibi Nasrallah’ın yönettiği Hizbullah’tı.

2011'de kışkırtmalar sonucu Suriye bir iç savaşa sürüklenince Hizbullah Şam Hükûmetinin yanında yer aldı. Üyelerini savaşması için Suriye'ye gönderdi, iç savaşın önemli bir unsuruna dönüştü. Bu rolü Hizbullah’ı Lübnan’daki Sünni silahlı gruplarla da karşı karşıya getirdi. Hizbullah’a Sünni nefretinin arkasında işte bu çatışmalar var.

Fakat Hizbullah Filistin’de Sünni Hamas'ın müttefiklerinden biri. Hamas-İsrail çatışmalarında Hamas'a desteklerini esirgemedi. Dini-mezhepsel ayrılıklarını baş düşmanla savaşta rafa kaldırdı, bu esnekliğiyle İsrail’e yenilgiyi tattırmanın onuruna erişti. Nasrallah, her şeyin dinsel-mezhepsel kılıklarla arz-ı endam ettiği Ortadoğu’da Şii kılığında savaşan bir devrimciydi. Kılığı ne olursa olsun mazlumların safında savaşıyordu. Ölümü Ortadoğu’nun ezilen halkları için büyük bir kayıp olmuştur.

Türkiye'deki İsrail

Haliyle ölümü İsrail için büyük bir zaferdir. İsrail bu suikastla 2006’daki yenilgisinin ağırlığından kurtuldu, yürüttüğü kesintisiz işgal ve soykırım için psikolojik üstünlük sağladı. Nasrallah’ın ölümü, başka şeyler yanında aynı zamanda İsrail’in önündeki barikatın yıkıldığı anlamına geliyor çünkü. Şu anda dört ayrı ülkeye saldırı halindeler.

Psikolojik etkinliğin yansımaları ise Suudi Arabistan, Türkiye ve Azerbaycan gibi İsrail müttefiklerinin bu soykırıma desteklerinin saklamaya gerek duymaması şeklinde tezahür ediyor. Suudi Kralı Filistinlileri hiç önemsemediğini açıkça söyleyebiliyor. Azerbaycan saldırılar sırasında İsrail ile askeri anlaşma imzalıyor ve lojistik desteğini arttırıyor. Türkiye’nin desteği de kesintisiz sürüyor.

Bu psikolojik üstünlük Türkiye’de hem İslamcılar hem de bir kısım laikler arasında İsrail’e açık destek şeklinde karşılık buldu. Kürtler arasındaki İsrail sempatisi ise artık hiç olmadığı kadar yüksek. Filistin duyarlılığı artık gerici Hamas’a ve İran’ın maşası olan Hizbullah’a destek olarak algılanıyor. Böylece İsrail lobisi Türkiye’de Siyonizme karşı oluşan tepkiyi bastırmak konusunda epey yol almış oldu.

Aşağıdaki örnekler çok çeşitli siyasi eğilimden şahsiyetlerin Nasrallah nefreti ve İsrail sevgisinde birleştiğinin açık örnekleri.

Almanya’da yerleşik liberal eğilimli öğretim üyesi Gazi Çağlar, Nasrallah’ın İsrail’in terörist saldırısıyla öldürülmesini şöyle selamladı:

“Yeryüzünü cehennem yapan islamcı-cihadçı bir alt ölüm kumandanıydı. Ağzından barış çıkmadı, hep yok etmek istedi: Hizbullah BM kararıyla çoktan silahını orduya teslim etmeliydi. Etmedi. 8 Ekim'den beri sürekli roket atıyordu. Şimdi şefi ve kumandanları ‘cennet’lerine kavuşmuşlar. Bunlarda lider çoktur. Yarın bir başka ölüm kumandanı çıkar, gençleri ölüme gönderir.”

Çağlar’a göre Lübnan Şiilerinin asıl hareketi Hizbullah değildi. Bundan kastının Emel Hareketi olup olmadığını öğrenemiyoruz. Ancak yazdığına göre Hizbullah İran’ın desteğiyle, tabii baskı ve tehditle, Lübnan Şiilerini Hizbullahçı yapmışlar ve bu yolla Lübnan’ı ateşe atmışlar. Çağlar, Lübnan’ı ateşe atan asıl güç olan işgalcileri hiç hatırlamıyor.

Biri Gazi Çağlar’ın yazdıklarının altında soruyor: “İsrail bütün bu coğrafyayı temizledikten sonra Kürtlere ve Kürdistan'a giden yol açılır mı?” Soru sahibinin yorumuna göre seküler Kürt toplumu ve seküler İsrail halkı birbirine çok yakışıyormuş zira. Siyonistler Arapları öldüre öldüre Kürtler için yolu açacaklarmış. Hem de akraba olmuşlar arada nasıl olduysa!

Akademisyenimizin cevabı da hazır: “Bilemem, ama tüm coğrafyanın sekülerleşmesi, barışçıllaşması, demokratikleşmesi yaşamsal önemde ve bu elbette Kürt meselesinde de barışçıl çözümleri kolaylaştırır.” Yani liberal öğretim üyesine göre Kürt hareketinin kurtuluşu “seküler” İsrail’in işgalini genişletmesine bağlı… Yalnız İsrail seküler olmak şöyle dursun, doğrudan bir din devleti.

Peki kim Orta Doğudaki laik yönetimleri yıkıp bölgeyi dinselleştirdi? Onun cevabı da sorusu da yok. Çünkü soru böyle sorulduğu zaman iş liberallerin ve bir takım milliyetçi Kürtlerin yaslandıkları ABD’yi, Almanya’yı işaret ediyor.

Mehmet Ali Aslan, HDP kökenli bir İslamcı politikacı. Nasrallah’ın öldürülmesini şöyle selamlıyor: “2006'da evlendim. Bir oğlum olsaydı, adını Nasrallah koymak isterdim. Şii olması önemli değildi; İsrail'e karşı mücadele etmesi yeterliydi. Hizbullah için zamanında marşlar söyledim, müzik gruplarıyla irtibatım ve muhabbetim oldu. Ama Suriye süreci hakikati daha net görmeme vesile oldu. Hizbullah'ın/İran'ın esas ajandasındaki mezhebî kaygıların Suriye'de yüz binlerin katline giden yolu nasıl açtığını bizzat müşahede ettim.” Peki bu durumda? “Şimdi Nasrallah'ın İsrail tarafından katledilmesine elbette sevinmedim ama üzülmedim de. Nasrallah da bir zalimdi ama sevinmememin sebebi Siyonist katiller tarafından öldürülmesidir. Suriye'de yaşatılan onca acının mağdurlarının sevincini ise anlayışla karşılıyorum.”

Ölümüne sevinmemiş ama ölümüne sevinenlere bir anlayış geliştirmiş! Mehmet Ali Aslan da asıl soruyu, Suriye’de kan akıtanın kim olduğu sorunu atlıyor.

Altında biri uyarıyor; “Dostum Nasrallah ismi Şiileri temsil etmiyor” diyor. Cevabı basit, Hizbullah da Kurani bir kavrammış ama salt Lübnan'daki Şii hareketi ifade etmiyormuş. Biliyoruz, bizde aynı adı taşıyan Sünni, yobaz, gözü kara, işkenceci bir örgüt var.

İsrail'in 11 Eylül'üymüş!

Dilini İsrail’in saldırısına göre ayarlayanlardan biri de göçüp Alman Devletine sığınan gazeteci Can Dündar. Nasrallah’ın öldürülmesinin ardından şöyle yazdı: “Hamas’ın vahşi 7 Ekim saldırısından sonra ‘Bu da, İsrail’in 11 Eylül’ü’ yorumu yapılmıştı. Öyle oldu. Nasıl ABD, 11 Eylül’den sonra Bin Ladin için cadı avına giriştiyse, İsrail de 7 Ekim’den beri dizginlenemeyen bir intikam operasyonu yürütüyor.” Yani mağdur İsrail’in soykırımı, sadece “vahşi Hamas saldırısı”na karşılık vermekten ibaret.

“İnsan hakları aktivisti” Avukat Eren Keskin Nasrallah’ın arkasından nefretini saklamayanlardan. Açıkça söyledi gerekçesini de; “Orta Doğuda Kürt karşıtı politika üreten, kadın haklarını yok sayan, Lgbti+ düşmanlığı yapan birine ve bir örgüte ‘direnişçi- devrimci’ diyemem” dedi. Hep birlikte laikliğin önemini hatırlamışlardı!

DEM Parti’nin “Nasrallah’ın hedef alınmasını kınıyoruz” başlıklı oldukça diplomatik açıklaması bile koro halinde küfür yemelerine neden oldu haliyle. Kürtlerin önemlice bir kısmı İsrail’in karşısında tutum alınmasını onaylamıyordu. Siyonist bir Yunanlı bile girdi topa. “Νίκος Μιχαηλίδης @NikosMichailid4” adlı bir X kullanıcısı DEM Parti açıklamasına, “Vallahi bunlar ya akılarını kaçırmış ya da MİT tarafından tamamen elle geçirildiler...” yorumu yaptı. Fakat MİT’in de Nasrallah’ın ölümüne sevindiğini unutmuştu!

Unutulanlar listesi hayli kabarık. Örneğin Şii Hizbullah Gazze’de Sünni Filistin halkına yönelik soykırıma müdahil olmasa İsrail Nasrallah'ı öldürmeyecekti. İsrail’e tek kurşun sıkmamış, Filistin’le dayanışması sözde kalmış sözde İsrail düşmanı Türk islamcılığı ise mezhepçilik üzerinden Nasrallah'ın ölümünü kutluyordu.

Bir tarafta gizli Siyonistler, ABD’ciler, AB’ciler var, öbür yanda mazlumlar için cepheye koşanlar. Haliyle saflar çok net. Bir tarafta Nasrallah öldürüldüğü için zil takıp oynayan mezhepçi Starbucks mücahitleri var, bir yanda biçare Filistinliler için, yoksul Lübnanlılar için yas tutan vicdanını yitirmemişler. ABD ve İsrail'e karşı mücadele eden Nasrallah'ın katledilmesine karşı çıkan, üzülen herkes, ayrımsız, bu ülkenin namus birikimini temsil ediyor. Ama tabii ayrıyız; Nasrallah’la bizi birleştiren tek şey onun da bizim de mazlumların yanında saf tutuyor olmamız. Savaşın cepheleri basit; ya mazlumların yanındasın, ya zalimlerin. Ya Nasrallah’ın yanındasın ya MOSSAD ajanlarının… (ORHAN GÖKDEMİR - SOL. ORG)

Daha yeni Daha eski