AKP'YE GEÇEN ÖZBUDUN: 2017 referandum oylamasının üzerinde ciddi bir 'gayrimeşruluk' gölgesi vardır. 'Evet' oyları gerçekten de iddia edildiği gibi çoğunluk teşkil ediyor muydu?
Bir süre önce AKP'ye katılan ve dünkü parti kongresinde cumhurbaşkanının rozet taktığı Antalya Milletvekili Prof. Dr. Serap Yazıcı Özbudun ile T24 sitesinden Cansu Çamlıbel'in 11.12.2023 günü yaptığı röportajda yer alan ve önemli bulduğumuz kimi alıntıları aşağıda ilginize sunuyoruz. Söz konusu röportajın tamamı T24 sitesinde; "Prof. Dr. Serap Yazıcı'dan 'iki ayrı Erdoğan' vurgusu: Bugünün 12 Eylül rejiminden farkı yok; kadın olarak hedef alındığımdaki tavrı nedeniyle şükranla anıyorum" başlığıyla bugün de yayındadır.
"Ömer Faruk Gergerlioğlu kararına da konu teşkil eden ve bugün Can Atalay’ı içeride tutmaya sebep olan o 14. madde cümlesini anayasadan çıkardığımızda sorun bitmiş olacak. Bu kavramı icat edenler bugün bize sivil ve demokratik anayasa vaat edenlerin hep eleştirdikleri 12 Eylül yöneticileri. Şimdi bize demokratik anayasa vadedenlere bir çift sözüm var; samimilerse gelsinler, tek maddelik bir anayasa değişikliğini yapalım... 83. maddedeki o anayasanın 14. maddesine yapılan referansı ortadan kaldıralım. Böylece bütün bu sorunları kökten çözmüş oluruz. Kayyum yetkisi de 12 Eylül anayasasının ürünüdür."
"Erdoğan daha sağduyulu bir değerlendirme yapmış olsaydı, aslında çok uzun yıllar tek başına hükümet edebilme gücüne sahip olabilirdi. Kimseyle zorunlu ittifaklar kurmaya mecbur değildi. Dolayısıyla aslında cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçerken kamuoyunda serbest bir tartışma ortamı yaratmamış olmalarının bedelini sadece biz Türkiye olarak ödemiyoruz. Bana kalırsa Adalet ve Kalkınma Partisi ve Sayın Erdoğan da ödüyor. Eğer o gün bizlere konuşma hakkı tanınsaydı, bütün bu olasılıkları anlatma imkanını bulurduk. Ama bizlere ekran yasağı konmuştu. Ekranlar aracılığıyla belki daha sağduyulu bir değerlendirme yapabilirdi. Haliyle şimdi bulunduğumuz noktada "yüzde 50+1" hiçbir siyasi partinin tek başına elde edebileceği bir çoğunluk değil."
"Sayın Erdoğan "50+1"in ne kadar güç elde edilir bir çoğunluk olduğunu özellikle bu seçimde bizzat müşahede etti. Çünkü karşısında 6 siyasi partinin kurduğu çok güçlü bir ittifak vardı. Seçim sürecinde yarış şartları eşit değildi. Buna rağmen biz 6 siyasi parti olarak güçlü bir tezle ortaya çıkmıştık ve eğer o seçim sürecinde birtakım hatalar yapılmış olmasaydı belki de Erdoğan "50+1"i kazanamayacaktı. Sayın Erdoğan haliyle bu seçimde, yürütme gücünün tamamını kazanma şansını kaybedebileceğini çok iyi anladığı için şimdi zihninde "yüzde 50+1" tasarımını değiştirmek var."
"Türkiye'de bu hükümet sistemi tartışmaları 1980'den itibaren yapılageliyordu. Hiçbir zaman bir anayasa hukukçusu olarak ben Türkiye için başkanlık sistemini savunmadım. Zaten aslında Türkiye'de hiçbir ciddi siyaset bilimcisi veya anayasa hukukçusu bu sistemi savunmadı. Bir tek Burhan Kuzu savunurdu. Onun dışında hiçbir ciddi akademisyen bu sistemi savunmazdı. Ama sonra 2016'dan itibaren Türkiye'nin o olağanüstü hâl koşullarında - çok özür dileyerek söyleyeyim- kıymeti kendinden menkul olan birtakım şahıslar ekranlara çıkarak başkanlık sistemi savunmaya başladılar. Savundukları şey de esas itibariyle başkanlık sistemi değildi, bambaşka bir modeldi."
"Biliyorsunuz ünlü bir siyaset bilimcisi var; David Landau. Onun bir tezi var; istismarcı veya suistimalci anayasa yapımı. David Landau şunu söylüyor; "Dünyada artık askeri yönetimler popülerliğini kaybetti, onun yerine sivil otoriter rejimler kuruluyor. Ve bu sivil otoriter yöneticiler ellerine geçirdikleri fiilen kullandıkları o otoriter mekanizmaları sürekli ve kalıcı hale getirmek için anayasa değişikliğine başvuruyorlar ve anayasa değişikliğini yapmakta da muvaffak oluyorlar. Yaptıkları anayasa değişikliğini biçimsel olarak incelediğiniz zaman sanki temsili demokrasinin kurumları varmış gibi bir algıya kapılabilirsiniz ama daha dikkatle incelediğiniz zaman aslında otoriterizmi kurumsallaştırmak için yapılmış bir anayasa değişikliği olduğunu görürsünüz. Türkiye'nin şu an içinde bulunduğu "cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi" de tam bu modele, bu tanıma uygun bir anayasa değişikliği ile gerçekleşti."
"O günkü olağanüstü hâl koşullarını hatırlamak çok önemli. O dönemde insanlar, bir disiplin soruşturması dahi geçirmeden kendilerine savunma hakkı tanınmadan ve anayasaya aykırı usuller uygulanarak bir çırpıda görevlerinden oldular ve sivil ölüme mahkûm edildiler. Bunları söylemekteki maksadım şu; ifade hürriyetinin kırıntısının olmadığı bir ortamda biz bu cumhurbaşkanlığı hükümet sistemini meclisten geçirdik ve halk oyuna sunduk. O yüzden şimdi bugün bize, sözüm ona "ülkeyi darbe anayasasından kurtarma" iddiasıyla sivil ve demokratik anayasa yapacağını söyleyenlere ben de şunu söylemek istiyorum; sıkı sıkıya sarıldıkları bu cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi darbe ortamından daha ağır koşullarda kabul edilmiştir. Önce bunda mutabık kalalım, bunu bir tartışmaya açalım. Serbestçe konuşalım; bu sistem Türkiye'ye ne getirdi ne götürdü? Bir onları görelim. Ondan sonra ifade hürriyetini ve onun türevi olan bütün hürriyetleri geniş bir biçimde tanıyalım. Demokratik bir ortam sunalım. Hukuk devletini bütün mekanizmalarıyla güçlendirelim. Sonra anayasa tartışması yaparız ama eğer bu tartışmayı bugün yapacaksak bugünkü ortamın 12 Eylül askeri rejiminin yarattığı ortamdan ben hiçbir farkını görmüyorum. O yüzden kendimizi kandırmayalım."
"Eğer gerçekten amacımız, Türkiye'ye demokratik hukuk devletinin bütün unsurlarını içeren, anayasal özgürlükleri genişleten bir anayasa sunmaksa önce bu anayasanın şu an askıya alınan hükümlerini geri getirelim. Türkiye'de uzun zamandır süregelen anayasasızlaştırma, hukuksuzlaştırma sürecini sona erdirelim. Anayasada yazılmış olan bütün haklarımızı vatandaşlara sunalım. Türkiye'nin taraf olduğu temel hak ve hürriyetlere ilişkin milletlerarası antlaşma hükümlerini uygulayalım. Türkiye'de önce bir özgürlük ve demokrasi iklimi, hukuk devleti iklimi yaratalım, ondan sonra tabii ki tartışalım yeni bir anayasa yapmayı. Ama bugünkü ortamda eğer "Yeni bir anayasa yapacağız" diye yola çıkacaksak bunun da sivil ve demokratik olacağı iddiasındaysak ve onu da "Askeri yönetimin vesayetçi anayasasından kurtulalım" gibi sloganlarla birleştiriyorsak, ben bunu hiç samimi bulmadığımı açık olarak söyleyeyim."
"Can Atalay'ı içeride tutmak için 14. maddeye yapılan referansın hiçbir hukuki değeri yok... Şimdi asıl problemimiz burada başlıyor. Anayasanın 14. maddesiyle ilgili olan durumlar nedir? Anayasanın 14. maddesine gidip bakıyoruz; herhangi bir suç tanımı yapılmıyor. Zaten teknik olarak yapılamaz çünkü anayasa ancak devletin üç temel organının nasıl kurulup işleyeceğini gösteren, karşılıklı yetkilerini gösteren ve bireylerin hak ve özgürlüklerini düzenleyen bir metindir. Anayasalar suç yaratamazlar. Suç yaratma ve yarattığı suça ceza öngörme yetkisi ceza kanunlarının yetkisidir. Dolayısıyla bir kere burada mutabık kalalım. Orada yapılan referansın hiçbir hukuki değeri yok. Can Atalay'ı mayıstan itibaren cezaevinde tutan hadisenin temelinde bu 14. maddeye yapılan referans yer alıyor."
"Anayasanın 153. maddesi der ki; "Anayasa Mahkemesi kararları kesindir. Anayasa Mahkemesi kararları, yasama, yürütme ve yargı organlarını idarî makamları, gerçek ve tüzel kişileri bağlar." Şimdi buradan çıkan sonuç şu; Ömer Faruk Gergerlioğlu ile ilgili verilen bu karar aynı veya benzer durumda olan herkes için uygulanır mahiyettedir. Buradan hareketle İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi, mayıs ayında Can Atalay'ı serbest bırakmak zorundaydı. Bu yapılmayarak aslında anayasa ihlal edilmiş oldu. Sonra Can Atalay tekrar bireysel başvuru hakkını kullandı. 27 Ekim 2023 günü Anayasa Mahkemesi'nin münhasıran Can Atalay'la ilgili kararı gerekçeli bir biçimde Resmî Gazete'de yayımlandı. O gün bir televizyon kanalı benimle röportaj yaptı. Ben hiç tereddütsüz biçimde, "En geç bu gece serbest bırakılacak. Mutlaka serbest bırakılacaktır" dedim."
"13. İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi, dosyayı Yargıtay'a gönderdi. Yargıtay yetkilerini aşarak birtakım açıklamalarda bulundu. Kararlar verdi ve siyasiler de gene anayasanın hükümlerini göz ardı ederek açıklamalarda bulundular. Ama vatandaşlar hiç tereddüt duymasınlar, anayasanın hükümleri çok açık. Şu anda Can Atalay'ın durumuyla ilgili olarak anayasa ihlal edilmektedir. Şu anda meclis "Anayasanın 14. maddesini ihlal eden suçlar şunlardır" diye bir Ceza Kanunu düzenlemesi yapsa dahi bu Can Atalay'a uygulanamaz. Hukuk devletinin bir temel kuralı var, "Ceza normları geriye yürütülemez" diyor ve bizim anayasamızın 38. maddesinde de bu açık olarak belirtilmiş. Türkiye Büyük Millet Meclisi, sırf Can Atalay'ı serbest bırakmamak için hiç böyle bir kanun yapmaya teşebbüs etmesin. Ben buna teşebbüs etmemeleri gerektiğini söylüyorum. Bu yapılırsa anayasa ihlal edilmiş olur. Geleceğe şamil olarak uygulanabilir. Ama bakın burada da bir parantez açayım. Şimdi bize demokratik anayasa vadedenlere bir çift sözüm var; samimilerse gelsinler, tek maddelik bir anayasa değişikliğini yapalım. 83. maddedeki o anayasanın 14. maddesine yapılan referansı ortadan kaldıralım. Böylece bütün bu sorunları kökten çözmüş oluruz."
"Anayasa Mahkemesi, Yargıtay'ın üzerinde bir süper temyiz makamı değildir." Hiç kimse bunu iddia etmiyor ki. Ama anayasa çok açık olarak 148. maddesinde demiş ki; "Anayasada yer alan ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile garanti edilen herhangi bir hakkı kamu gücü tarafından ihlal edilenler Anayasa Mahkemesi'ne bireysel başvuru hakkını kullanır." Kamu gücü kim? Yasama, yürütme ve yargı organı, idari makamlar… Bunlardan biri bir kişinin anayasada yazan ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile garanti edilen bir hakkını ihlal eden bir karar vermişse, o karar Anayasa Mahkemesi'ne bireysel başvuru aracılığıyla taşınır ve bu konuda Anayasa Mahkemesi'nin verdiği karar kesindir. Bunun tartışılacak bir tarafı yok."
"2017 referandum oylamasının üzerinde ciddi bir 'gayrimeşruluk' gölgesi vardır. Şunu gerçekçi olarak kabul edelim, kamuoyu 2017 Nisan'ındaki referanduma neyi oyladıklarını tam anlamadan gitti. Neye "Evet" dediklerini biliyorlar mıydı acaba? Ayrıca, "Evet" oyları gerçekten de iddia edildiği gibi çoğunluk teşkil ediyor muydu?"
"Bugüne dönersek, ben Nisan 2017'de alelacele o değişikliği halkın önüne sunanların bugün cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminden çok memnun oldukları kanısında değilim. Bakın, çok somut bir veri sunacağım size. 2018'de bu değişiklikle Erdoğan yeni hükümet kurduğunda dolar kuru 4 TL civarında seyrediyordu. O tarihten sonra dolar kuru tedricen yükseldi, önce 6 TL'ye, sonra 8, 10, 20 derken bugün 30 TL seviyesinde. Ben iktisatçı değilim ama azıcık muhakeme edecek olursak şunu görebiliriz; cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçişten sonra biz süratle fakirleşmişiz. Demek oluyor ki bu fren ve denge mekanizmasını ortadan kaldıran, tek bir kişinin elinde sınırsız yetki toplayan, hukuk devletini askıya alan, yönetimde keyfiliğe sebep olan bu sistemin yarattığı çok ağır sonuçlar var. Birincisi, hukuksuzluk en büyük sonuç. Bir ülke hukuk devleti değilse ekonomik olarak zenginleşemez. Çünkü zenginleşmek için yatırım yapmanız lazım, istihdam yaratmanız lazım, bunun için de para lazım, sermaye lazım. Bakın, bugün Sayın Mehmet Şimşek ve Merkez Bankası Başkanı kapı kapı gezerek para arıyorlar. Türkiye'de para yok. Neden? Çünkü Türkiye 2016'dan beri, yani olağanüstü halde otoriterizme sürüklendiği andan itibaren ve cumhurbaşkanlığı hükümet sistemiyle bu otoriterizmi kurumsallaştırdığı andan itibaren çok ciddi anlamda yoksullaştı."
"Erdoğan, başörtüsünü popülist emellerle propaganda malzemesi haline getirmek istiyor, bu tuzaklara düşmemeliyiz.Bu başörtüsü meselesinin de hala elverişli bir malzeme olduğunu en iyi bilen kişilerden biri Sayın Erdoğan ve bunu tekrar gündeme getirerek halkı bir ikileme taşımak istiyor. "Biz hürriyetçi bir perspektifle geldik. Biz kadınlarımıza daha garantili bir hayat sunmak istedik. Başörtüsü sorununu toptan çözmek istedik ama bize destek vermediler" diyerek seçim meydanlarında başörtüsünü bitmek tükenmek bilmeyen bir propaganda malzemesi haline getirmek istiyor. O yüzden, bu tuzaklara düşmemek gerekiyor."
"Bizim 31 Mart'ta yapacağımız şey yerel seçim, yerel yöneticilerimizi seçeceğiz. Yerel seçimin konusu bu anayasa değişikliği değildir. Ama Sayın Erdoğan, sanki böyleymiş gibi kampanya yürütebilir. Eğer samimi olsa, seçilmiş belediye başkanlarının içişleri bakanı tarafından görevden alınması ve yerine kayyum atanması konusu meşru bir anayasa- yerel seçim bağlantısı olabilir. İçişleri Bakanı'na böylesi bir yetkiyi veren 1982 anayasasıdır. Samimiyseniz hadi gelin bu 12 Eylül kıskacından kurtulalım. Biliyor musunuz; 12 Eylül'den beri 12 Eylül anayasasının verdiği bu yetkiyi en iyi kullanan iktidar, Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarı olmuştur. Demokratikleşme kaygısıyla yapılacak bir anayasada içişleri bakanına verilen bu yetki olmaz. Mesela biz 2007 taslağımızda onu metinden çıkarmıştık (Taslak m. 96)."
"Türkiye Cumhuriyeti devletinin resmi dili Türkçedir" dedik. Çünkü devletin ana dili diye bir şey olmaz. Devletin resmi dili olur. Anayasamızda böyle bazı teknik hatalar var. Bakın aynı problem, vatandaşlık hükmünde de var, 66. maddeden bahsediyorum. Ne diyor?"
"Türk devleti…" Bizim devletimizin resmi adı "Türk devleti" değil, "Türk devleti" derseniz Asya'da bir sürü Türk devleti var biliyorsunuz, tartışmalı bir alan orası. Bizim devletimizin adı Türkiye Cumhuriyeti, dolayısıyla da o maddede bir düzeltme yapmaya başlayacaksak mesela, oradan başlamak gerekiyor." (CANSU ÇAMLIBEL'İN 11.12.2023 TARİHLİ T24'TEKİ RÖPORTAJINDAN ALINTILANMIŞ VE METNİN BAŞILIĞI TARAFIMIZCA KONULMUŞTUR)
Hiç yorum yok