"Kılıçdaroğlu’na çektirilen videonun arkasında “devlet aklı” bulunuyordu, Kılıçdaroğlu da o akla yönelik vazifesini yerine getirmişti"

CHP’nin İmralı’ya gitmeme kararının değil Kılıçdaroğlu’na çektirilen videonun arkasında “devlet aklı” bulunuyordu, Kılıçdaroğlu da o akla yönelik vazifesini yerine getirmişti.


KILIÇDAROĞLU BİZE NE ANLATIYOR?

Memleket ve partisi onca şey yaşarken olan biteni bir köşede öylece seyretmeyi tercih eden Kemal Kılıçdaroğlu sessizliğini cumartesi akşamı yayınladığı bir video ile bozdu. 

Arkadaki Atatürk’lü fotoğraf, bayrak, masanın üstünde yer alan ve kendince derin mesajlar verdiğini düşündüğü birkaç kitapla kırmızı kapaklı bir dosyadan müteşekkil, acemice kotarılmış bir dekor eşliğinde sergilenen bu pespaye müsamerenin içeriği de zamanlaması da tesadüf değildi elbette.

Videonun yayınlanmasından sadece bir gün önce CHP yönetimi “Terörsüz Türkiye” komisyonundan bir heyetin Öcalan’la görüşmesi yönündeki iktidar hamlesine iştirak etmeyeceğini, Öcalan’ın başka yöntemlerle dinlenmesinin de mümkün olduğunu söylemiş, ayrıca yapılan açıklamada cezaevindeki siyasilere, kayyım siyasetine, CHP’ye yönelik baskılara ve halkın yaşananlara tepkisine yer verilmişti.

İşte bu açıklamadan bir gün sonra Kılıçdaroğlu sahneye çıkartıldı ve kendisine iki şey söyletildi.

Kılıçdaroğlu’na söyletilen birinci şeyin merkezinde “arınma” vardı ve buna göre yolsuzluklara bulaştığı iddia edilen partililer –ki aslında kastedilen kişi Ekrem İmamoğlu’ydu- yargı önünde hesap vermeli, CHP de bunlardan bir an önce arınmalıydı. Kılıçdaroğlu bu cümlelerle iktidarın söz konusu davaların siyasi değil hukuki olduğu yönündeki söylemine sahip çıkıyor ve o dilin içerisinden konuşuyordu. Zaten Salı günü de İBB iddianamesi kabul edildi.

Ve ikincisi, zamanlamanın da işaret ettiği üzere İmralı’ya gitme meselesiyle ilgiliydi. Kılıçdaroğlu Türkler’in at sürdüğü ve şehit verdiği coğrafyalarda sıkıştırılamayacağını, CHP’nin “devletin âli menfaatleri” adına sürecin içerisinde olması gerektiğini söylüyor, böylece iktidarın “yeni-Osmanlıcı” vizyonuna ortak olduğunu deklare ediyordu. 

İşte tıpkı zamanlama gibi, videonun bu iki mesaj üzerine kurulu olması da bir tesadüf değildi; çünkü en başından itibaren iddia ettiğimiz üzere güdümlü bir muhalefet yaratılması ve Türkiye’nin seçimsizleştirilmesi süreciyle Kürt sorunu başlığındaki yeni açılım süreci makro bir planın iki ayağı, bir madalyonun iki yüzü olma niteliğini taşıyordu. 

CHP bunun farkındalığıyla İmralı’ya gitmeme yönünde bir karar aldı; Kılıçdaroğlu da bunun üzerine sahneye çıktı ve açıklamasıyla bu bağlantıyı, bu ilişkiyi bir kez daha teyit etmiş oldu. 

Kılıçdaroğlu’nun videosunun teyit ettiği başka bir şey daha vardı; DEM’lilerin iddia ettiğin aksine CHP’nin İmralı’ya gitmeme kararının değil Kılıçdaroğlu’na çektirilen videonun arkasında “devlet aklı” bulunuyordu, Kılıçdaroğlu da o akla yönelik vazifesini yerine getirmişti. 

Tülay Hatimoğulları her ne kadar “AKP-MHP ikilisiyle değil devletle görüşülüyor” dese de bunun doğru olmadığı bugün artık Türkiye’de yaşayan herkesin malumu. Geride kalan 22 yılın sonunda AKP-MHP’den bağımsız bir devlet aklı kaldığını ve süreci de o aklın yürüttüğünü iddia etmek insanların aklıyla dalga geçmekten başka bir anlama gelmiyor. O yüzden biliyoruz ki Öcalan’la da örgütle de doğrudan AKP-MHP devleti görüşüyor. 

Dahası, bugünkü süreç, rahatlıkla söyleyebiliriz ki AKP-MHP tarafından “genişletilmiş bir cumhur ittifakı” kurma motivasyonuyla yürütülüyor, buradan varılmak istenen yerin ise yeni bir anayasayla ya da anayasasız, iktidarın ilanihaye işbaşında kalması olduğu görülebiliyor. 

Bahçeli’nin Öcalan’la görüşülmesi ısrarı da tam olarak bununla ilgili; sürecin başından beri bir “milli zemin düzleyici” olarak hareket eden ve bütün tepkileri göğüsleyerek Erdoğan’ın sırtından büyük bir yük alan Bahçeli, sürecin ancak Öcalan’la birlikte yürütülebileceğini görüyor ama bunu müttefikine rağmen, onun rızası olmadığı halde yapmıyor.

Aksine, burada bir rol dağılımı var; Bahçeli az önce söylediğim üzere, iktidarın devamı adına bir zemin düzleyici olarak hareket ediyor ve yük alıyor, Erdoğan ise resmi sorumluluğun kendi üzerinde olması ve siyasi fatura ödeme korkusu nedeniyle sürece karşı daha mesafeli, daha soğukkanlı bir tutum sergiliyor.

Gelelim Öcalan’la görüşülmesi üzerinden yürütülen tartışmalara. Çatışma-çözüm süreçlerinde silah bırakacak örgütün lideriyle ve yöneticileriyle görüşülmesi genelleşmiş bir uygulamadır ve bunu bazen devlet görevlileri, bazen siyasiler, bazen de her ikisi birden yapar. Dolayısıyla bu süreçte de Öcalan’la görüşülmesi kadar doğal bir şey olamaz; hele bir de cezaevinde geçen 26 yılın ardından hala daha nihai karar alıcı konumundaysa, böyle bir görüşmenin süreci ilerletme ihtimali hayli yüksektir. 

Ancak burada bakılması gereken yer, görüşmenin içeriği ve bundan iktidarın ne murat ettiğidir, esas odaklanmamız gereken yer burasıdır.

İktidar, Öcalan’la Kürt sorununu demokrasi, adalet, temel haklar, eşit yurttaşlık, insan hakları vb. eksenli bir perspektifle çözmek ve sahici bir toplumsal barış inşa etmek için görüşmemektedir; burada açıkça bir beka meselesi vardır ve o da iktidarın bekasıdır. 

İktidar, kendi yol haritasını Türkiye’de ve Suriye’de Öcalan’ın aktörlüğünde hayata geçirebileceğini düşünmektedir; düşüncelerini herkesin zaten bildiği, devletle yıllardır görüşen ve bu görüşmeler binlerce sayfayla kayıt altına alınan Öcalan’la komisyon üyelerinin yüz yüze görüşmesindeki ısrar da bununla ilgilidir.

Bahçeli geçen yıl yeni süreci ilan ederken “umut hakkı” kavramını da dolaşıma sokmuştur ve bu elbette ki bir tesadüf değildir; umut hakkı ile kastedilen Öcalan’ın siyasi alanının genişletilmesidir ve iktidar bu genişlemenin kendisini iktidarda tutacak temel mekanizmalardan biri olduğunu düşünmektedir. 

Pazartesi günü Öcalan’la görüşmeye gidilmesi ama buna yüklenen anlamla orantısız bir şekilde görüşmenin iktidar tarafından sessize geçiştirilmesi ve kuru bir açıklamayla yetinilmesi de iktidarın meseleye bakışıyla ve duyduğu kaygıyla ilgilidir. 

Milli zemin düzleyici olarak Bahçeli, grup konuşmasında rolüne uygun bir şekilde “terör bitsin de varsın sonumuz darağacı olsun” derken, Erdoğan’ın, iktidar çevrelerinin ve yandaş medyanın mesafeli tutumu, tesis edilmek istenenin sahici bir barış değil Öcalan’ın araçsallaştırılması arayışı olduğunu net bir şekilde ortaya koymaktadır. 

Süreç başlayalı bir yılı geçmiş durumdayken iktidarın en ufak bir jeste dahi kalkışmaması, örneğin Ahmet Türk’ü görevine iade etmemesi, Demirtaş’ı serbest bırakmaması, yapılması gereken yasal düzenlemeleri kamuoyunda tartışmaya dahi açmaması vesaire, ortada hakkaniyetli bir barış sürecinin olmadığını göstermektedir. Zaten Pervin Buldan da bunun farkındalığıyla DEM tabanına “sabredin, yasal düzenlemeler zamanı geldiğinde yapılacak” şeklinde bir mesaj vermektedir. 

Barış ve barış için mücadele önemsiz midir? Elbette ki önemlidir ama önemli olan barışla kastedilenin ne olduğudur. Kapalı kapılar ardında, elitler arasında, “İslam kardeşliği” söylemiyle, toplumsallaştırılmayan, yeni-Osmanlıcı bir vizyonla, üzerine emperyalizmin gölgesinin düştüğü bir barış, sahici bir barış değildir.

Türklerle Kürtlerin ortak vatanda, eşit şartlarda, kardeşçe yaşayabilecekleri bir barış ise ancak emekçilerin birliği ve hem içinde yaşadığımız sömürü düzenine hem de o düzenin taşıyıcılarına karşı mücadele etme iddiasıyla tesis edilebilir. Solun görevi hakikati olmayan bir barışa payandalık etmek değil, gerçek bir barış için mücadele etmektir. (FATİH YAŞLI - SOL.ORG) 

Blogger tarafından desteklenmektedir.