HIDE

GAZETE DEMOKRAT / EKONOMİ

GRID_STYLE

SON HAVADİS

SHOW_BLOG

"Geçmişe ağlamak fayda vermez, gelecek mutlak sosyalizm"

Cumhuriyet 89 yaşında artık iyice “yaşlandı” ve iflas ettiğinin kanıtlarını her gün daha fazla gösteriyor. En belirgin iki kanıtı 29 Ekim...

Cumhuriyet 89 yaşında artık iyice “yaşlandı” ve iflas ettiğinin kanıtlarını her gün daha fazla gösteriyor. En belirgin iki kanıtı 29 Ekim ve 30 Ekim’de peşpeşe yaşadık, doz aşımı oldu. Bu iflasın üç aktörü var: Birincisi AKP ile temsil edilen ve “eski” cumhuriyeti doğrudan karşısına almasa da onun kendine uygun olmayan özelliklerini (demokrasi anlayışı, hukuk anlayışı, laiklik gibi) sulandırarak işlevsizleştiren İslamcı-gerici çizgi. İkincisi, PKK ile temsil edilen ve “eski” cumhuriyeti doğrudan karşısına alan onun tek millet, tek dil ve tek merkezi yapı özelliklerini değiştirmeyi amaçlayan Kürt siyasal muhalefeti. Ve üçüncüsü, her ikisini de gerek bireysel yaşamı için gerekse de siyasal rejim için tehlikeli gören ve kendisine CHP’yi siyasal aktör olarak seçmiş (şimdilik) bir hoşnutsuz yığın. 

Oysa AKP, bu yılki 29 Ekim’i masa başında (aklınca) iyi tezgahlamıştı, üstelik bunu uzun zamandır bekliyordu. İkili kutlamalar son bulacaktı, Köşk’te ilk kez türbanlı eşleriyle kabul edilecekler, hatta Emine Erdoğan ile Hayrunisa Gül’ün arası yapılacak, askerler türbanlı eşlerin ellerini sıkıp başlarıyla onay verecekler, bu arada Kürt milletvekilleriyle askerler tokalaşmasa da Köşk’ün havasını beraber soluyacaklardı. Kılıçdaroğlu ve CHP’liler davete gelmeyecekleri için dışlanacak ve oyunbozan ilan edileceklerdi. Sokakta toplaşan bir avuç İşçi Partili de zaten “Ergenekoncu” olduğu için gayri meşru yaftasını çoktan yemeye hazır olacaktı. Ankara’da bunlar yapılırken tüm ülkede de 29 Ekim salonlardaki resmi törenlere ve ışıklı gösterilere dönüştürülüp sulandırılacaktı. 

Ama bir kez daha Tayyip Erdoğan’ın planı çuvalladı (bu aralar çok oluyor). Başbakan, İçişleri Bakanı ve Vali üçlüsünün elbirliği ile gerilen ortam, büyük çoğunluğu normal koşullarda Cumhuriyet Bayramı’nı kutlama derdi olmayan 500 bine yakın insanın polis barikatlarını dağıtıp Ankara sokaklarına taşmasına yol açtı. Daha da kötüsü AKP kitlesinin bile savunamadığı bu şiddet gösterisi başta İstanbul olmak üzere diğer yerleri de tetikledi ve AKP’nin servis etmek için hazırladığı Köşk fotoğrafını kullanılamaz hale getirdi. Artık hayırlısıyla gelecek yıllara bakılacak. (Bu arada yerel seçimlerin gelecek yıl 29 Ekim’e yakın günlerde yapılma tercihi de ortadan kalkmış oldu.) 

Bu arada yine Tayyip Erdoğan’ın aktif figür olduğu bir başka gerilim de su yüzüne çıktı; Abdullah Gül ile aralarındaki “tatlı” rekabet. Erdoğan’ın yine “iplerini kopardığını” düşünen Gül, Ankara Valisi’ne “olayların fazla büyütülmemesi” konusunda müdahale etmişmiş. Erdoğan ise bunu, bir tür ikibaşlılığa yorup, Gül’e yetkilerinin sınırlarını hatırlattı. Kısaca, “işime karışma” deyiverdi. Gül de Erdoğan’a Cumhurbaşkanı olarak yetkilerini hatırlattı. 

Aynı günlerde Sinan Erdem Spor Salonu’nda yaşanan protestoyu da AKP’ye olan tepkinin giderek çok daha fazla yaygınlaşacağının bir göstergesi olarak eklemek gerek. Avrupa Basketbol Şampiyonası’nda Erdoğan’a, Arena Stadı’nın açılışında yine Erdoğan’a ve son olarak da Dünya Kadınlar Tenis Turnuvası Finali’nde Kadir Topbaş, Binali Yıldırım ve Fatma Şahin’e yönelen kitlesel ıslıklar artık gelenek haline geldi. (Mini etekli kadınların tenis maçına AKP kitlesi gelemediği için Fatma Şahin’i bile savunabilecek kimse yoktu, ne talihsizlik). AKP’liler artık sadece kendi kitlelerinin korunaklı kürsülerine çıkabilecekler. (Tabii bu arada Kolektif’in yumurtalarının hakkını da vermek gerek). 
*** 
30 Ekim ise zaten uzun zamandır Cumhuriyet’in Kürtleri yok sayan temel dayanaklarını ciddi ölçüde yıpratan Kürtlerin mücadelesinin son günlerdeki direnişlerinin simge günü oldu. Somut olarak iki talep, Abdullah Öcalan’a uygulanan tecridin kaldırılması ve Kürtçe savunma hakkının tanınması üzerinden başlatılan Açlık Grevleri elli günü geride bıraktı. Bu iki talebin bu kadar yakıcı hale gelmesinin, bizzat AKP’nin tercihi (suçu) olduğunu görmek gerek. Abdullah Öcalan yaklaşık 16 aydır, çeşitli bahaneler (koster bozuldu, dalga çıktı, lastik patladı gibi) uydurularak avukatları ile görüştürülmüyor. KCK tutuklularının ise ilk dava başladığından beri Kürtçe savunma yapma talepleri dikkate alınmadığı gibi, savunma vermedikleri gerekçesi ile cezaevlerinde tutulmaya devam ediyorlar. AKP’ye kalsa bir 5-10 yıl daha böyle devam etmesinde bir sakınca yok. 

Kürt siyasi hareketinin bir siyasi mücadele aracı olarak devreye soktuğu açlık grevleri ise şimdilik(!) sonuç alamasa da çok önemli bir sıçrama yarattı. Gerek Batı kamuoyunun gündemine etkili bir tarzda, bu göz ardı edilen sorunlar sokulmuş oldu gerekse Kürt hareketinin kitleselleşmesinde yaşanan önemli bir kriz noktası aşılmış oldu. 30 Ekim’de Kürt illerindeki kitlesel çatışmalar ve kepenk kapatma eylemleri, Kürtlerin hem önderlerine hem de hapishanedeki çocuklarına sahip çıktıklarının somut göstergesi. 

Ancak talepler de sürdürülen açlık grevleri de Kürt olmayanlara, “destek eylemleri” dışında bir seçenek yaratamamakta. Kürt siyasilerin kendi dışlarındaki sola yaptıkları “basınç” da desteği aşan bir tercih sunmaya yaramıyor. Diğer yandan daha önce hapishanelerde yapılan açlık grevlerinin temel talepleri hapishane koşulları ve hapishanelerde yaşanan insan hakları ihlalleriydi. Oysa Kürt tutsakların şu an ki talepleri doğrudan siyasi mücadelenin bir parçası şeklinde ilerliyor. Dolayısıyla ilişki biçimini farklılaştıran bir etken de bu. Ancak her şeye rağmen, insani bir duyarlılıkla birlikte AKP’nin Kürt sorunundaki çözümsüzlüğü büyüten politikalarına geri adım attıracak bir dizi siyasi gelişmeyi zorlayacağından bu mücadeleyi desteklenmek gerekiyor. 

Bunlarla birlikte Kürt siyasi hareketi Halkların Demokratik Kongresi ve bir ileri adımı olarak da Halkların Demokratik Partisi projeleri ile önemli sayılacak bir dizi iş başardı. Kuşkusuz bunların başında Kürt olmayan ilerici aydınları Kürt sorunu konusunda aktifleştirmesi ve hatta doğrudan “örgütsel” taraf haline getirmesi geliyor. Bununla birlikte, kendisini Kürt sorunu üzerinden tanımlayan (var eden) ancak örgütsel olarak ayrı yerlerde duran birtakım sol grupları aynı pota içinde toplayarak (ve onları örgütsel ve ideolojik değişime zorlayarak) daha bütünlüklü davranma yeteneği geliştirdi. Ancak bu “başarılar” bu projeyi, Türkiye toplumunun tamamının sorunlarını çözmeye aday (iddiası bu olsa da) bir noktaya getirmedi. Öznelerin tercihleri bir yana, nesnel şartlar da bu biçimi imkansız kılmaktadır. AKP karşıtlığının somut biçimleri (savaş karşıtlığı, demokrasi talebi, güvencesizlik gibi) ekseninde geliştirilecek mücadele gündemleri ise orada değil ama bir başka düzlemde daha ileri ve ortak çıkışlar yaratacaktır. 
*** 

AKP’nin kadrolarını da icraatlarını da kendi yaşam alışkanlıkları ve geleceği için çok ciddi bir tehlike olarak gören çok geniş bir toplumsal yığın mevcut. Bu toplumsal yığın Kürtlerin bazı taleplerini demokratik, insani talepler olarak (artık) görse de Kürt siyasi hareketini ideolojik olarak karşısına alıyor, onu ilerici bir ideolojik formasyona sahip olarak değerlendirmiyor. Örgütlü davranma alışkanlığı olmadığından kendisini dönemsel reflekslerle ve simgelerle ifade ediyor. 29 Ekim’de görüldüğü gibi AKP karşıtlığı polis barikatını aşmakla, Anıtkabir hedefiyle özdeş. Kürt karşılığını ise Türk bayrağı ile gösteriyorlar. Bu topluluk, gerek söylemleri gerekse de sahip olduğu simgelerle, 89 yıllık çatırdamakta olan cumhuriyeti ilerletecek hatta revize edecek bir potansiyelinin olmadığı da göstermektedir. Bununla birlikte işaret etmek gerekir ki cumhuriyeti değişime zorlayan güçlerin (Kürtlerin ve AKP’nin) her ikisinin de daha ileri değil, daha gerici bir değişime neden olacağında hem fikirler. Bu karşıt güçlerle ilişkileri, bu güçlerin birbirine verdikleri “zarar” ölçüsünde değerli ya da değersiz! Yani AKP Kürt hareketine vurduğunda ya da Kürt hareketi AKP’ye zarar verdiğinde hayırlı bir durum sayabiliyorlar. Karşı güçlerin bu kadar baskın olması “yeni” olan ve olabilecek olan her şeye önce karşı çıkarak yaklaşmalarına neden oluyor. 

AKP ise iktidar olmanın verdiği avantajla ve ustalık döneminde çok daha iyi öğrendiği şekliyle, karşısında olan diğer iki gücü yan yana getirmemek için çok özel taktikler uygulamakta ya da oluşan durumlarda bu pozisyonu sürekli gözetmekte. Çok değil daha bir iki hafta öncesinde gerek Kürt muhalefeti gerekse de CHP tabanı AKP’nin Suriye politikasına karşı ortak bir muhalefet çizgisinde birbirine yaklaşmaktaydı. Ancak AKP’nin 29 Ekim’deki tavrı CHP kitlesini hızla “Türk bayrağı”na doğru koşmaya yöneltti. Bu noktada Kürtlerin 30 Ekim taleplerinin de sadece Kürtleri ilgilendirdiğini de eklemek gerek. Ancak görülmelidir ki AKP’nin tercihleri ya da durumu fırsata dönüştürme taktikleri ne olursa olsun, AKP iktidarda olduğu sürece bu yakınlaşmalar iniş çıkışlar yaşasa da gittikçe artan bir tarzda gelişecek. 

89 yıllık artık miadını doldurmuş cumhuriyeti değişime zorlayan güçler arasında henüz yeterli bir güce erişmemiş olan bir güç var ki o da sosyalizmin gücü. Zaten onun yeterli güce ulaşamamış olmasıdır ki var olan güçler arsındaki dalaş, güçlü ve ileriye doğru bir değişimi başlatamıyor. Kürt hareketinin omurgasının sosyalistlerden oluşması ya da CHP kitlesi içerisinde sosyalizm mücadelesinde “vasıtalı kuvvetlerin” bulunması ya da şu an sosyalist “blok”da bulunan taraflarla “güçsüz” ittifaklar yapılması bu sorunun çözümü için yeterli değil. Kendisini “bağımsız” bir ideolojik-politik bir çizgide var eden ve bu çizgi üzerinden her geçen gün mücadelesini ve bu mücadelenin örgütünü büyüten bir devrimci hareket bu düğüme kılıcını vurabilecektir, ancak. SENDİKA.ORG

Business News