HASTANE İŞGAL ALTINDAYDI
16 Mart İstanbul Üniversitesi'nde bomba patladığında orada olmasa da Çapa Tıp Fakültesi hastanesine getirilen yaralı öğrenciler için yapılanları anımsayan yazarımız Mustafa Sütlaş'la o günü konuştuk ve bugünkü değerlendirmelerini aldık.
Mustafa Sütlaş 16 Mart 1978'de İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde öğrenciydi. Biz sorduk, Sütlaş anlattı.
Neler anımsıyorsunuz?
Aslında çok şey değil. İnsan aklı unutmakla malûlmüş. Çok uzun zaman geçti. Tabi bir de insan belleği yaşadığı kötü olayları daha kolay ve hızlı siliyor. Bir tür korunma içgüdüsü diyebiliriz. Ama küçük küçük, bölük pörçük de olsa önemli noktalar var.
Neler mesela?
Ben 1974-75 döneminde tıp fakültesine girdim 78'de fakültenin dördüncü sınıfındaydım. Tıp fakültesinde dördüncü sınıf kuramsal derslerin bittiği, uygulamaya yönelik eğitimin yoğunlaştığı yıldır.
Ben politik olarak "sol" görüşlüydüm ama, herhangi bir grup içinde değildim. Okulumuzun bir öğrenci derneği vardı, onun üyesi ve aktivistiydim. Öğrenci olmama karşın tabip odasına düzenli gider gelirdim. Ayrıca üniversitenin tiyatro topluluğunun kurucusu ve yöneticisiydim.
Kısacası çatışmaların yoğun olduğu bir dönemdi. 16 Mart'la ilgili anılarda başkalarının da anlattığı gibi, o dönemde üniversitelere gidip gelenlere yönelik saldırılar sık oluyordu. Bizim okulda da öğrencilere yönelik saldırılar oluyordu. Hatta bir arkadaşımız bir amfinin merdivenlerinde tabancayla vurulmuştu.
O dönemde tüm öğrenciler, biraz böyle tanınan bilinen öğrenciler, genel olarak "risk" altındaydı. Bir kez ben de okuldan çıkarken saldırıya uğramıştım. Dolayısıyla zaman zaman okula toplu olarak gidenlere katılırdım; derslerin olanak tanıdığı oranda toplu olarak ayrıldığımı da anımsıyorum.
Kısacası her an bir çatışma ya da çatışma haberi bekler durumdaydık okulda. Tabi "tıp öğrencisi" olduğumuz için müdahale etme açısından sorumlu sayardık kendimizi. Beyazıt'ta bomba atıldığının haberi de kısa sürede ulaşmıştı. Çünkü Çapa Tıp Fakültesi bölgeye en yakın hastanelerden birisiydi. Dahası bölgenin tek kan merkezi de Çapa'daydı. Bu nedenle hemen "alarm" haline geçildiğini anımsıyorum.
Ne yaptınız?
Anımsadığım kadarıyla cerrahiye çok sayıda yaralı geliyordu. Birçok insan ve öğrenci de onlarla birlikte geliyordu. Yeni bir saldırı olursa diye bir güvenlik hattı oluşturmak üzere pek çok öğrencinin de kendiliklerinden oraya geldiğini hatırlıyorum. Adeta bir anda hastane işgal edilmişti.
Böyle zamanlarda hastane polisi biraz geri çekilirdi. Kontrol tümüyle öğrencilerdeydi yani. Yaralılara eksiksiz müdahale edilmesi için de o güvenlik çemberinin içinde de sükûnetin ve düzenin sağlanması gerekiyordu. Bu yapıldı öncelikle. Ayrıca kendisine müdahale edilenlerden durumu daha iyi olanların, yatması gerekmeyenlerin sorunsuz bir şekilde hastaneden ayrılmaları gerekiyordu. Bu tür olaylarda "tutuklamalar"da olurdu. Bunun da olmaması için gerekli yardımın sağlanması gerekiyordu.
Kısacası herkes kendiliğinden ya da kendi içinde olduğu grupların kararlarıyla bir şeyler yapıyordu. Tabii yaralı çok olduğu için bir de kan merkezindeki organizasyon vardı.
Nasıl bir organizasyondu?
Dediğim gibi sürekli yaralı öğrenciler geliyordu. Tam sayıyı şimdi anımsamıyorum ama sanırım otuzdan daha fazlaydı. Aralarında daha ağır dolayısıyla kan ihtiyacı olanlar da vardı. Bu ihtiyaç oraya gelen kalabalığa bildirilince bir anda kan merkezine doğru da bir yığılma oldu. Her yolla haber yollanıyor, yurtlarda bulunanlara haber yollanarak öğrenciler kan vermeye çağrılıyordu.
Diğer yandan yaralı öğrencilerin arkadaşları da, onlar için bir şeyler yapabilmiş olma duygusuyla sıraya giriyor ve sürekli kan veriyorlardı. Bir anda kan merkezinin önü de miting alanı gibi oldu. Acil serviste ki gibi orada da düzen sağlandı. Miktarına bakılmaksızın her gruptan kan alınıyordu.
Siz ne yaptınız o sırada peki?
Ayrıntılar fazla aklımda kalmamış ama, gözümün önüne gelen kare şuydu: kurulan o düzen gereği herkes acile giremiyordu. Ben girebilenler arasındaydım. Bu nedenle acile giriyor, yaralılarla uğraşan asistanlar ve bizden daha büyük stajyer öğrencilerin yaralılar için talep ettikleri kan gruplarını öğreniyor, sonra kan merkezine giderek, o kan gruplarındaki kanları alıp yeniden acile dönüyordum.
Yani her iki birime de girebilen ve bu işi yapmakla görevli olan birkaç kişiden birisiydim. Oradaki bir kaç saat içinde belki 8-10 kere bir o tarafa bir diğer tarafa gidip geldiğimi anımsıyorum. Hava kararana kadar bu sürdü.
Ölenler ya da yaralılar arasında tanıdığınız arkadaşlarınız var mıydı?
İsim olarak kimse aklıma gelmiyor. Ama ölen yedi kişiden birisi olan Cemil Sönmez, benim de kurucuları arasında yer aldığım İstanbul Üniversitesi Tiyatro Topluluğu'nun eğiticilerinden birisiydi. Onu o sırada görmedim. Ama hastaneye canlı götürülüp hastanede yaşamını yitirenler arasında sayıldı hep. Cemil'in yaşamını yitirdiğini de o sırada öğrendim.
Sonra ne yaptınız? Üniversitenin işgaline siz de katıldınız mı?
Kan getirip götürme işi bitince, eş zamanlı olarak cerrahideki işler de bitmişti. Hemen herkes yapılacak protesto için üniversiteyi işgal etmek için merkez binaya gitmeye başlamıştı. Hastanede yapacağım bir şey olmadığını anlayınca ben de arkadaşlarımla birlikte merkez binaya gitmeye karar verdim.
O gün benim İstanbul Üniversitesi Merkez Binası'nda sabahladığım ilk ve son gündü. Daha sonra başka okullarda benzer şeyler yaşadım ama o "ilk"ti.
Bu olaya ilişkin duygularınız neler? Bugün nasıl değerlendiriyorsunuz?
1 Mayıs 1977'yi saymazsak, o dönemde bir anda yedi kişinin birden öldürüldüğü örnek fazla değildi. Ama dediğim gibi bu tür olayları sık yaşıyorduk. İnsanın her an kendisinin de başına benzer bir şey gelme olasılığı olduğunda, daha kolay katlanılıyor sanırım. Daha sonra da benzer başka olaylar yaşadık.
Şunu vurgulamam gerek: Daha sonra da ortaya çıktığı gibi bu olay bir "devlet" organizasyonudur. Bu ülkede devlet sayıları ne kadar olursa olsun gücünü haklılığından alanlara karşı her zaman tahammülsüz ve acımasızdır. Hele hele o "haklı" olanlar, kendi hakları için değil de, kendi dışındakilerin, ezilenlerin, sesleri yeterince çıkamayanların, kısacağı tüm toplumun hakları, daha iyi, daha güzel bir dünya için, herkesin demokrasi içinde ve daha özgür yaşamaları için uğraşıyorlarsa, o zaman ya zindanlara tıkılmış, ya da katledilmişlerdir.
Bugün de dünden farklı değil ne yazık ki! Ama tarihin tekerleği hep iyiden, güzelden, doğrudan yana dönmektedir. (ÇT/HK)BİANET
ONALTIMARTBİNDOKUZYÜZYETMİŞSEKİZ
Abdullah Şimşek, Baki Ekiz, Cemil Sönmez, Hamdi Akıl,
Hatice Özen, Murat Kurt ve Turan Ören'in anısına...
Sabahın köründe başlayan diş ağrısı, gözünden uyku aktığı halde onu yatağından kaldırdı. Buzdolabında bulduğu, dibinde bir parmak kalmış rakıyı acısını kesmesi için bir süre ağzında tuttu. Ev arkadaşını uyandırmadan sessizce giyinip dışarı çıktı. Gömleğini, yakasındaki koyu kir çizgisini fark etmesine rağmen, ‘bugün de idare eder’ düşüncesiyle yine giymişti. Merdivenleri çıkarken kahverengi kazağının üzerine giydiği haki parkanın tozunu üstünkörü silkti. Apartman kapısından çıkar çıkmaz hiç sevemediği sisli ve kirli bir havayla karşılaştı. Yağmur yağmadığına içten içe sevinerek durağa doğru yürüdü. Otobüs bekleyen kalabalık içinde kaç kişinin, onun gibi su alan ayakkabıları vardır diye merak etti. Bu kör karanlıkta işe gitmek için otobüs bekleyenlerin neredeyse hepsi onun gibi altı açılmış ayakkabıyla dolaşırlardı elbette. Yolun karşısında babası ile amcasını andıran iki kasketli adamı görünce unuttuğu diş ağrısı geri geldi. Babası kulağının dibine kadar gelip konuşacaktı: “Yahu, siz kim, işçiyi-köylüyü kurtarmak kim, gidin okulunuza akıllı uslu, mezun olun; kurtaracaksanız iş güç sahibi olduktan sonra memleketi kurtarın, öyle anarşist olursanız ya hapsi boylarsınız ya da maazallah mezara girersiniz... Boşuna yolluyoruz bunca parayı sana, ama anana laf geçiremiyoruz ki, daha ay geçmeden ‘yolladın mı oğlanın parasını’ diye başımın etini yiyor. Bir defa ‘param yok, yollayamadım’ dediydim de, Gölbaşı’ndaki babadan kalma tarlayı satmaya kalkıştıydı, oğlan yabanda aç bilaç kalmasın diye, neymiş efendim, ‘okuyup büyük adam olacakmış.’”
Onları sadece dinledi, ne babasına ne de amcasına açıklamaya kalkıştı, sessizce ve büyük bir inançla konuştu: “Sevgili baba, dinle bak; sana neler anlatacağım: Ülkemiz iç ve dış sömürgeciler tarafından yönetiliyor, emperyalist sistemin siyasi aktörleri ulusal burjuvazi ile işbirliği yapıyor, ağaların ve beylerin her istediklerini yerine getiriyor. Zor ve kötü koşullarda fabrikada alın terini döken işçiler ve toprağa bulanmış sefalette yaşayan köylüler için tek kurtuluş yolu, bu sömürü düzenini ortadan kaldırmaktır. Bütün emperyalist güçler, biz devrimcilerin önderliğinde yok edilecek, yerine işçi ve köylü sınıfının egemen olduğu, sömürü düzeninin ortadan kalktığı, dış ve iç işbirlikçilerin bir çırpıda kovulduğu, ezilen ve sömürülen insanların iktidarı ele geçirdiği yeni bir düzen kurulacak. Adına sosyalizm dedikleri bu düzen sayesinde tam bağımsız bir ülkemiz olacak, işçi-köylü sınıfının çıkarları özgürlük içinde yeniden şekillendirilip, yeni kanunlara, yeni ordulara, yeni kadrolara dönüştürülecek. Bu hedefe ulaşmak için verilen mücadelede tek başına olmak hiçbir işe yaramaz, mücadele örgütlenerek sürdürülmeli. Devrimcilerin belirleyeceği yol ve yöntemle hedefe ulaşılacak; bundan hiç kuşkunuz olmasın… Ben de seçtim yolumu, örgütlü mücadeleme ne olursa olsun devam edeceğim, ezilen halk adına gerekirse canımı feda etmekten çekinmeyeceğim. Devrimci sol içerisinde, kurtuluşa kadar, halkın sesi olarak, ilerici gençler arasında, devrimci gençlikle beraber, halkın kurtuluşu uğruna, aydınlık hedefiyle, işçi sınıfı ve köylü sınıfının özgürlüğü için devrim idealinden ayrılmayacağımı bilmenizi isterim.”
İçinden gelen bu coşkulu ses sustuğunda otobüse bindiğini fark etti. Aralanan sisin altından çıkan denize gözleri takıldı, öylece arka sahanlıkta dikildi. Eminönü’nde indikten sonra yokuşu tırmanıp Süleymaniye Camisi’ne varacaktı. Arnavut kaldırımını adımlarken, -sağcıların bölgesi Beyazıt tarafından ölüm tehlikesi nedeniyle geçemeyen solcu öğrencilerin kullandığı bir yoldu bu-, birkaç kişi selam verdi. İnsanların yürürken karşı karşıya gelince selamlaşması hoşuna gitmişti ki bir anda etrafı küçük bir köpek ordusu tarafından kuşatıldı. Uluyan hayvan sembolüne bağlı kişilere taktıkları ismi hatırlayıp ‘işe bak, dört ayaklı köpekler tarafından sarıldım’ deyip hafiften gülümsese bile annesinden sık sık duyduğu söz ile yoluna devam etti: Hayırdır İnşallah!
Arkadaşları ile buluştukları kahvehaneye girdi, her zamanki masasına yanaştı, seyrek örgülü, mavi-beyaz kareli örtüyü düzeltti, her oturuşunda gıcırdayan tahta sandalyeye çöktü. Giriş kapısının sağında, turuncu renkli çirkin buzlu camla bölünmüş çay ocağının ahşap tezgâhına baktı. Aradan kafasını uzatan ocakçı, üç dakikaya kadar çayın deminin hazır olacağını söyledi. Sesi, tavandan duvara inen kireç boyalı beyaz tonozda yankılandı. Külliyenin birinci medresesi olan bu yere henüz hiçbir arkadaşı gelmemişti. Hemen yanında Mimar Sinan’ın ikinci medrese diye yaptığı bölüm neredeyse yarı yarıya dolmuştu. Masaya gelen çayı, dişi yine sızlamasın diye soğutup içmeyi düşünürken, caminin büyük kubbesinin altındaki yarım kubbelere ve kemerlere takıldı gözü. Neredeyse üç kademe aşağıya inmesine rağmen, kubbelerle kemerler bütünüyle orantılı dizilmişlerdi. Avlu duvarının önünde gördüğü müthiş azimli, tespih ve kartpostal satıcıları henüz gelmemişti. Gerçi ufukta bir turist kafilesi görünür görünmez, nasıl geldiklerinin, tezgâhlarını ne zaman açtıklarının farkına bile varılmazdı. Avludaki çiçek ve ağaçların duvardaki demir pencereler arasından caddeye uzanma gayretini örnek alıp, turistlere satış yapmak için denemedikleri numara kalmayan bu lümpen proleterleri devrimci mücadeleye kazandırma yolları üzerine kafa yormalıydı.
Birkaç ay önce gerçekleşen hükümet değişikliğinin ardından, İstanbul Üniversitesi’nin devrimci öğrenci liderleri, uzun zamandır ülkücü öğrencilerin kontrolü altında olan, giriş kapısının önünden dahi geçemedikleri merkez binaya topluca girip derslere katılma kararı almışlardı. İki haftadan beri kalabalık bir grup, belirli bir disiplin ile avlu kapısına ulaşıyor, içeri giriyor, sağcı tacizler altında olsa dahi binaya ulaşıyor, amfide yerini alıyor, dersi izlemeye çalışıyordu. Oldukça büyük avlunun yüksek duvarları dışında kalan fakültelerin anti-faşist arkadaşları ise içeri girecek öğrencilere girişe kadar eşlik ediyordu.
Bugün, onaltı mart, güneşli bir çarşamba günü, İktisat ve Hukuk Fakültesi öğrencilerinin ‘sabah grubu’, ‘merkez bina mücadelesi’ için yine bir aradaydı. Şehrin yedi tepesinden birine adını veren Süleymaniye’nin bu tarih için bir başka tanıklığı daha vardı: On altı mart bin dokuz yüz yirmide, Birinci Cihan Harbi sonrasında muzaffer devletlerin işgal kuvvetleri İstanbul’a girmiş, Meclis-i Mebusan talan edilip kapatılmış, vekilleri sürgün edilmişti.
Pazartesi gecesi birkaç arkadaşı ile çıktığı afiş asma eylemi sırasında Saraçhane alt geçidinde yakalandığından, dün sabah okula gelememişti. Siyasilerin götürüldüğü ve ‘müteferrika’ diye adlandırdıkları polis merkezinde dayak yerken, süpürge sapını üzerinde kırma safhasına gelindiğinde şansı yaver gitmiş, gençten bir savcı gelip toplanan gençlerin hepsinin salıverilmesini istemişti. Meraklı tarih öğrencisi ev arkadaşı ise ‘müteferrika’nın, Osmanlı’ya matbaayı getiren adamın sarayda devlet büyüklerine hizmet etme anlamına gelmesinin yanı sıra, değişik suçluların toplandığı yer anlamına da geldiğini söylemişti.
Bir önceki Sirkeci Şube’ye alınışı, ‘Anti-faşist Güç Birliği Forumu’ sonrasında olmuştu. Polisler buldukları bütün öğrencileri amfinin daracık koridorlarına dizmişler, üzerlerine makineli silahlarını doğrultmuşlar, ağza alınmayacak hakaretleri ardı ardına sıralamışlardı. Üzerlerine silah doğrultulmuş öğrencilerden çıt çıkmamıştı, minik bir fısıltıda bile hepsinin boydan boya taranacağı korkusu iliklerine kadar işlemişti. Polisler yine elebaşı olarak tanıdıkları çehreleri alıp şubeye götürmüş, sıra dayağını falaka izlemişti. Üç gün müteferrikada kaldıktan sonra, önceden sözleştikleri gibi sinemaya gitmek için Nazlı ile buluştuğunda, ayakta durmanın ve yürümenin verdiği acı, gördüğü bütün işkencelerden daha çok canını yakmıştı. Genç kız, küçük elinde tuttuğu kitabı göğsüne bastırıp, iri gözlerini sonuna kadar açıp ‘neden böyle tuhaf yürüdüğünü’ sorduğunda, konuyu değiştirmek için kitabın kapağının ilginçliğinden, içeriğini çok merak ettiğinden bahsetmişti. Okuduğu bu kitap, Selma Lagerlöf’ün bir kitabıydı. Nobel ödülü alan ilk kadın yazardı. Ardından Nazlı’nın kadın haklarından, kadın özgürlüğünden uzun uzun söz etmesi, mücadele veren kadınlara ilişkin anlattıkları doğrusu ilgisini çekmeye başlamıştı. Ancak geleceğe ilişkin hedefleri, küçük burjuva bireyselliği içindeydi ve devrim için verilen mücadeleden çok uzaktı. Okulu yüksek derece ile bitirmek ve Amerika’da yüksek lisans yapmaktı tek isteği.
Soğuk çayını bitirdikten sonra ortadaki cam kâseye bir bozukluk bıraktı. Kahveye gelen öğrencilerden hesap istenmez, cebinde parası olan çanağa koyardı. Birinci medrese kahvehanesi de artık iyice kalabalıklaşmıştı; kimi tostunu yiyor, kimi gevrek simidini masa arkadaşlarıyla paylaşıyordu. Birçoğunun açılmakta zorlanan gözlerindeki uyku hali, içtikleri çayla beraber silinip gidiyordu.
Yavaş yavaş hareketlenip safları oluşturmak, üniversitenin sürekli kilitli tutulan Süleymaniye kapısı ile Sinan’ın artık musluklarından su akmayan çeşmesi arasında toplanmak, beşli sıralar halinde İstanbul Üniversitesi’nin ya da eski adıyla Darülfünun-u Osmanî’nin Beyazıt kapısına doğru yürümek gerekiyordu. Külliyenin yüzyıllardır süren varlığı, burada toplanan gençlerin korkularını kucaklıyor, inançlarını koyulaştırıyor, cesaretlerini coşturuyordu.
Çeşmeyi her görüşünde annesi geliyordu gözlerinin önüne. Nezarette kaldığını öğrenen bir hemşerisi durumu ailesine söylemiş, annesi gece gündüz çeşme gibi gözyaşını akıtınca, babası amcaoğlunu durumunu öğrensin diye İstanbul’a göndermişti. Kuzeni, annesinin çok meraklandığını, her akşam televizyon haberlerini kaçırmadığını, Allaha şükür ve dualarla yatıp kalktığını, babasının ise ne hali varsa görsün deyyus, diyerek çarşıda dolandığını anlatmıştı. Beraber gittikleri Kumkapı lokantalarından birinde, çok zayıflamış olduğunu söyleyerek tıka basa yemek yemesini istemişti. Döndüğünde ona, yediği içtiği dâhil olmak üzere gördüğü, duyduğu ne varsa, her şeyi soracaklarını biliyordu.
Toplananlar hemen hemen yüz kişiyi buldu, beşerli sıra olup kol kola girdiler. Gözler ileride, dudaklar suskun, kulaklar hassas; yürümeye başladılar. Her an taşlı sopalı ya da silahlı saldırı olacak beklentisiyle sıra yanlarında serbest dolaşan ve onları koruyan mücadele arkadaşları vardı. Esnaf hastanesine doğru giden bir ambulansa yol vermek için durduklarında, devrimci anti-faşist grup ikiye bölündü. Öndeki grup arkadakilerin yetişmesi için yavaşladığında, ambulansın arkasından koşan iki esmer adam, ona Nazlı ile gördükleri falcıyı hatırlattı. Birlikte Yıldız Parkı’nda dolaşırken karşılaşmışlardı.
Hercai menekşeler arasında gezinirken, Nazlı babasının taş plak merakını, Deniz Kızı Eftelya hayranı olduğunu, onun “Gel ey denizin nazlı kızı, nuş-i şarap et” şarkısına olan hayranlığı yüzünden kendisine Nazlı ismini verdiğini, ince, yumuşak sesiyle anlatırken ona, sanki yanı başında bir ışık yanıp sönüyordu. Saçlarını elleriyle taramak, narin bedenini kollarıyla sarmak, yeni yeşeren çimlerin ıslaklığında onu kucağında taşımak istiyordu. Düzgün beyaz ellerine dokunmak, pembe dudaklarını ısırmak, mantosunun önünü açtığında kazağından belli olan meme uçlarını öpmek arzusu yüreğine dolunca, söylenen hiçbir şeyi kulakları duymaz olmuştu. Devrimci mücadele beraberlikti, dostluktu, dayanışmaydı ama Nazlı’ya karşı içinden fışkıran şey bambaşkaydı ve bu hissettikleri ona, her şeyden, herkesten daha çok zevk veriyordu. Oysa öğrenci yurdunda yaptıkları salı toplantılarından birinde kız-erkek ilişkileri tartışılmış, devrimcilerin sevda ilişkilerinden uzak durmaları gerektiğini savunanlar baskın çıkmışlardı. Âşık olmak küçük burjuvalara özgü bir duyguydu ve devrim mücadelesinde önlerine çıkan içsel engellerden biriydi. Devrimcinin tek hedefi ve ideali olmalıydı, bu yolu saptıracak her türlü oluşumdan uzak durulmalıydı. Bu tartışma da tıpkı, ‘esnafların devrim mücadelesindeki yeri nedir, işçi sınıfının yanında mıdır, değil midir’ tartışması kadar uzun sürmüştü.
Nazlı’nın uzun kirpikleri, içindeki bütün tartışmaları silip süpürdüğü sırada önlerine çıkan esmer bir kadına sağ elini kaptırmıştı Ne olduğunu anlamaya fırsat kalmadan kadın, gözlerini bir yakaladığı avuç içine, bir de yüzüne çevirip bir şeyler mırıldanmaya başlamıştı: “Önümüzdeki beş-on gün içinde… büyük patlama olacak… orada bir tane 1 var, sonra bir D var, sonra 2 var, sonra yine 1 var, sonra 2, 7, 8 var, sonunda ise 0 var… rakamların arkasına kalabalık toplanmış, pusu kurulmuş, kan dökülmüş, acı sürülmüş…” demiş, susmuştu. Nazlı çok korkmuş, ellerini kadından sakınmak için birbirine kenetlemiş, ‘hemen dönelim’ demişti. Ayrılırken, ‘ertesi günün dünya kadınlar günü olduğunu’ söylemişti.
Anti-faşist devrimci grup, avlu kapısına doğru normal yürüyüş temposuna geçtiğinde, forumların yapıldığı büyük anfi binasının önüne vardılar ki geçen yıl buraya, polisin binbir zorlukla aşağı indirdiği dev bir Deniz Gezmiş posteri asmışlardı. Büyük devrim liderinin görüntüsü falcının esrarlı rakamlarını kovalayınca, diline ucuna bir türkü geldi. Kimsenin duyamayacağı kadar alçak bir sesle söylemeye başladı:
Şarkışla’ya düşürmesin oy
Allah sevdiği kulunu oy
Gemerek’te çevirmişler
Deniz Gezmiş’in yolunu
Yaşa Türk ordusu yaşa oy
Dünya şaştı böyle işe oy
Ordu madalya göndermiş
Yusuf’u vuran çavuşa
Dudaklarının hareketine zihninde çalan sazlar eşlik ediyor, sonra da ‘Gel ey denizin Nazlı kızı’na karışıp gidiyordu. Sonra Deniz idama mahkûm olup cezası onaylanıyor, saz yine ortaya çıkıp dudaklarına ezgili güfteler sunuyordu:
N’olayidim, olayidim
Okuryazar olayidim
Deniz mahkemeye düşmüş
Avukatı ben olaydım
İki haftadır yaptıkları gibi, basamak basamak arkaya doğru yükselen geniş amfinin kapı tarafındaki uzun sıralarına oturdular. Orta sıralarda oturanlar bitaraf olanlardı, yani lümpenler. İlk üniversite binasına girebildikleri gün sayıları beş-on olan devrimciler, artık kırkı-elliyi bulduğundan cam tarafında oturan ülkücülerle eşitlendiler. Bitaraf-lümpen sayısı, devrimci ve ülkücülerin toplamından fazlaydı. Sınıfın kayıtlı öğrenci sayısı ise amfide bulunanların en az üç katı kadar vardı. Karşılıklı olarak ‘Kahrolsun Faşistler!’, ‘Kahrolsun Komünistler!’ bağrışmalarından sonra kapıdan giren kısa boylu, kısa boyunlu, kısa kravatlı, kısa saçlı, dikdörtgen gözlük çerçeveli hoca kürsüye doğru yürüdü, basamağı tırmandı. Elindeki küçük kitaptan anayasa maddesini okumaya başladı: “Türkiye Cumhuriyeti, Demokratik, Laik ve Sosyal Bir Devlettir.”
Devrimci grubun ikinci sırasının başında oturan genç ayağa kalkıp oligarşik devletin nasıl demokratik olabileceğini hocanın açıklamasını isterken, ülkücü gruptan “Kahrolsun Komünistler!” sloganı yükseldi. Kapı tarafının üçüncü sıra başındaki öğrenci ise dört yılda bir yapılan seçimlerde köy ağaları ile fabrika patronlarının istediği kişilerin milletin vekili olarak seçildiğini, baskı altındaki işçi ve köylü sınıfının ezikliğinin devam ettiğini söylediğinde, karşı taraftan “Komünistler Moskova’ya!” nidaları duyuldu. Dördüncü sıradaki genç ayağa kalkıp da, düzenin efendileri burjuvaların ve emperyalist güçlerin yanında yer aldığı için bağımsız bir cumhuriyetten söz edilemeyeceğini söylediğinde, bu kez “Merkez Bina Komünistlere Mezar Olacak!” sesleri yankılandı duvarlarda. Beşinci sıradaki genç, gerçek demokratik devletin devrim sonucunda oluşturulacak proletarya diktatörlüğüyle mümkün olacağını söylediğinde, ön sıradaki devrimcilere yumruklar atılmaya başlandı. ‘Kahrolsun’ sesleri arasında tekmeler, atılan kafalar gidip gelirken içeri giren polis, Anayasa Hukuku Profesörü’nü kazasız belasız amfiden dışarı çıkarma telaşı içinde sağa sola koşturdu. Ardından kollara, bacaklara, kafalara, sırtlara, bellere, boyunlara polis copları inip kalkmaya başladı. Devrimci liderler karga tulumba yakalanıp kapıdan dışarı sürüklenirken arkada kalan sesler cop darbelerinin devam etmesi nedeniyle duyulmaz olmuştu.
Bina önünde, yüksek kaide üzerine konmuş, aralarına yol göstericilerini almış genç kadın ve genç adam heykeli etrafında toplandılar. Heykel vücutlar, arkeoloji müzesindeki Helenistik dönem tanrı-tanrıça figürlerini andırır biçimde yapılmıştı. Elinde meşale tutan kadın ile sol omzuna dayadığı bayrağı gururla taşıyan genç adamın tam ortasında, sol elini yukarı kaldırmış, tıpkı Romalı bir komutanı andıran orta yaşlı yol gösterici heykeli vardı. Cumhuriyet döneminin karakteristik heykeli etrafında biriken devrimci öğrenciler, önceki gün yaşananları dile getirerek, kapıdan çıkma düzeni konusunda tartışmaya başladı. Dün merkez binadan çıkışta, kemerli ve kuleli büyük kapının önünde bir grup ülkücü birikmiş, çıkışta gençlere ölüm tehditleri savurmuştu. Bugün aynı olayın tekrarlanacağı düşünülerek arkadan gelenleri korumak amacıyla güçlü kuvvetli olanların önden kalkan gibi çıkarak arkadaşlarını olası bir saldırıdan koruması önerildi. Yapılan konuşmalar sonucunda kabul edilen, önceden yaptıkları gibi bütün devrimcilerin beş kişilik sıralar halinde kapıdan çıkması oldu. Kol kola, kızlı erkekli, hukuk ve iktisat fakülteli olarak yola koyulduklarında, ne yeni yeşermeye başlamış ağaçların ne de boyu üç dört parmağı geçmiş yemyeşil çimin güzelliğini fark edebildiler. Endişeli dakikaları yok etmek için güneş tepeden sarkıttığı ışığını arttırmış, gökyüzü birkaç beyaz bulutu takınıp süslenmişti.
Karnındaki kasılmayı, Süleymaniye’ye ulaşana kadar yaşanacak olan tedirginlikten ziyade, dün geceden beri aç oluşuna bağladı, vardıklarında Ali Usta’nın pilav üstü kurusunu yer yemez, burulma ve kasılmadan eser kalmayacaktı. Yanındaki kız arkadaşının ortaya geçmesini söyledi. Geçen 1 Mayıs’ta, yine böyle parlak bir güneş altında yapılan büyük toplantıda ezilen genç kızı hatırlamıştı. Gözlerinin önüne Taksim’in ara sokaklarına kaçışan, yere yığılan, sıkışan insanlar gelip gidiyordu. Duyduğu acı, beynindeki faşist devlet öfkesine vurunca, bütün kızların sıra ortasına alınmasını istedi.
Milletçe eğitimin ve gençliğin simgesi olarak kabul görmüş tarihi Beyazıt Kapısı’na ulaştılar. Kapının sahaflar çarşısı tarafında bir grup ülkücü toplanmış, “Kahrolsun Komünistler”, “Beyazıt Komünistlere Mezar Olacak!” diye bağırıyordu. Kol kola giden grubun ilk sırası, düzenini hiç bozmadan, söylenenlere en ufak bir tepki bile vermeden hep yaptıkları gibi sağa doğru döndü. Peşlerinden gelenler dışarı çıkar çıkmaz, küçük öfkeli kalabalıktan ‘komünist, ölüm, mezar, kahrolsun’ seslerini işittikten sonra sessizce öndeki arkadaşlarını izledi. Sağdaki sokağa dönen ilk sıradaki öğrenciler, Eczacılık Fakültesi’ni henüz birkaç metre geçmişti ki müthiş bir patlama sesi duyuldu. Siyah ve kalın bir duman kapladı ortalığı. Fırlayan irili ufaklı parçalar, kol kola yürüyen gençlerin sırtlarına, başlarına, kollarına, ciğerlerine, kalplerine, ayaklarına saplanıyordu. Aynı anda sol taraftaki merdivenli yoldan ateş açılmaya başlandı; bomba parçalarından kurtulan bedenler kurşunlanıyordu bu kez.
Nazlı’nın yumuşak sesi, Deniz Gezmiş’in gülümseyen bakışı, annesinin sıcak çorbası, işgal kuvvetleri, Eftelya’nın şarkısı, falcının yüzü, caminin duvarı, dişinin ağrısı, yurt toplantısı, gece afişleri, müteferrika falakaları, yol gösterici heykeli, devrim andı, bir metal parçasına yüklenerek sırtına saplandı. Baharı İstanbul’a getirecek beyaz, pembe, yeşil, sarı, mavi, kırmızı, mor kelebekler dolaşmaya başladı etrafta. Yarım günlük ömürlerinin bitmeye yakın dakikalarında, yedi genci alıp götürdüler narin kanatlarıyla. Üniversitenin yüksek duvarındaki martılar ve ulu çınarın üstündeki serçeler isyan ettiler yedi düvele kelebekler giderken.
Saflık Örtüsü (Öykü)
Artshop Yayınları, Mart 2010
S:79-91
* Yazarının izni ve onayıyla yayınlanmıştır.
16 Mart katliamı: Hatırlamak unutmamaktır
Bundan tam 31 yıl önce, 16 Mart 1978 Perşembe sabahı ben de Beyazıt Meydanı'ndaydım. Tedirgin ve serin bir sabahtı. "Beyazıt Meydanı'nda faşistler bir yeri bombaladı!" diye haykırdı biri. O günden beri ne zaman meydana çıksam alırım ben o kokuyu.
16 Mart 1978'in üzerinden tam 31 yıl geçmiş, bir ömrün yarısı. Oysa benim nice arkadaşım o kadar bile yaşamadı. En yakışıklılarımız onlar mıydı, yoksa şimdi buradan bakınca mı bize öyle geliyor bilemiyorum?
Ben 1978'de İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) Maçka Maden Fakültesi üçüncü sınıf öğrencisiydim. Biz İstanbul'un ODTÜ'sü, Siyasal'ıydık. 70'li yılların devrimci geleneği kopmadan sürmüş, okula başladığımız 1975'ten itibaren giderek yükselen faşist saldırılar güçlü anti faşist direnişle karşılanmıştı.
Bir yandan kurduğumuz öğrenci dernekleriyle, komitelerle, kültür kollarıyla akademik – demokratik sorunlarımızla uğraşır, bir yandan forumlar, eğitim çalışmaları yapar politik meseleleri tartışırdık.
Kendi okulumuza yönelik saldırılara örgütlü bir şekilde direnir, çok daha zor durumdaki okullara da destek ve dayanışma için giderdik sık sık. Vatan Mühendislik, Hukuk, Edebiyat, Fikirtepe Eğitim Enstitüsü öğrencilerinin toplanma yerlerine, Niğde, Site, Atatürk Öğrenci Sitesi (AÖS) öğrenci yurtlarına gittiğimizde "İTÜ'lüler geldi" diye gülümserdi arkadaşlarımız, onlara katılır, azken çok olur, yürürdük birlikte.
Bilen bilir, "Biz" zamanıydı o zamanlar. Tekil şahıs kullanmazdık pek. Birlikte kalır, birlikte okur, sınavlara birlikte hazırlanır, birlikte yaşar ve ne yazık ki birlikte ölürdük o zamanlar. Şimdi Çocuk Mahkemesi olan, Gülhane Parkı girişi karşısındaki asık suratlı morg binasının yan kapısından vurulup düşmüş arkadaşlarımızı alır, omuzlarımız üzerinde bir süre götürür uğurlardık memleketlerine. Sanki güneşe doğru uçarken düşmüş kuşlar gibiydiler.
Bundan tam 31 yıl önce, 16 Mart 1978 Perşembe günü sabahı ben de Beyazıt Meydanı'ndaydım. Tedirgin ve serin bir sabahtı. Sessiz ve her zamankinden sakindi etraf. Meydanın bir arka sokağında bulunan Denizli Yurdu ve önünde okula gitmek için bekleyen Edebiyat öğrencileriyle buluştuk. İstanbul Üniversitesi'nin Laleli'deki Edebiyat Fakültesi ve Beyazıt'taki Hukuk Fakültesi bir süredir faşist işgal altındaydı. Devrimci öğrenciler hem faşistlerin hem de polislerin yoğun saldırı ve tehdidi altında okula gidip gelmeye devam ediyorlar, derslere ve sınavlara giriyor ve okullarındaki faşist işgali kırmak için inat ediyorlardı. Beyazıt Meydanı faşistlerin kontrolü altındaydı. Okuldaki "Merasim Birliği" denen ve milliyetçi polislerden oluşan özel birlik solcu öğrencilere yapmadığı eziyeti bırakmıyordu. Ne okulun içi tekindi ne de dışı. Meydana bakan Küllük kahvesi ve yanındaki birkaç kahve saldırı ve lojistik merkez olarak kullanılırdı. Hemen her gün saldırılar yaşanırdı.
Vakit tamam olunca, toplanma yerine gelen devrimci Edebiyat Fakültesi öğrencileri ile birlikte yola düştük. Etrafı kollayarak arka caddeye çıktık, Aksaray yönüne doğru gidip birkaç blok öteden Kimya Fakültesinin karşısından ana caddeye çıktık. Beyazıt yönünü kollayarak, hızla geçen arabalardan taranmayalım diye trafiği kestik. Karşıya geçtik. Arkadaşlarımızı okullarının kapısına bırakıp, yine topluca yapacakları çıkış saatinde aynı yerde buluşmak üzere uğurladık. Kapıdaki polis noktasını salimen geçene kadar bekledik. Aynı yoldan arkamızı kollayarak ve dolaşarak yurda geri döndük. Okula toplu gidiş en önemli savunma mekanizmalarından birisiydi. Zaten tek tek gitmek mümkün de değildi. Güzergahı da sık sık değiştirir, pusu kurulmasına tedbir almaya çalışırdık.
Polisler o sabah her zamankinden azdı. Sık sık olduğu gibi Küllük tarafından slogan atan, silah sıkan, küfür eden, taciz eden olmadı. Tedirgin olduğumuzu anımsıyorum.
Nispeten güvenlikli hattımızdan geçerek yine epeyce dolaşıp Denizli Yurduna geldik. Gece "yurt nöbeti" tutmuş olanlar yarım kalmış uykularını almaya odaya çıktılar. Biz girişte "Birinci" sigaralarımızı yakıp demli çaylarla sohbete koyulduk. O günlerde ölüm zaten hep etrafta, yanıbaşımızdaydı. "Mavra" dediğimiz esprili muhabbetlerimizin baş konularından birisiydi "taranmak, bombalanmak, pusu, dayak"... Bir kulağımız okulda, gözümüz Edebiyatlıların çıkışı için sözleştiğimiz saatte, aklımız arkadaşlarımızda.
Denizli yurdu iki kör sokağın kesiştiği köşedeydi. Çemberlitaş tarafındaki Balıkesir Yurdu, yokuşun altındaki Kadırga Yurdu ile oluşturduğu üçgen alan ise bizim için güvenli bölgeydi. Bir tur attıktan sonra, Denizli Yurdunun önünde yeniden meydana çıkış için beklerken duydum o müthiş patlamayı.
Aradaki yüzlerce metre mesafeye rağmen yurt binasının sallandığını anımsıyorum. Bir an bize saldırı duygusuyla sağa sola siper aldık. "Beyazıt Meydanında faşistler bir yeri bombaladı!" diye haykırdı biri. Yurttan dışarı döküldü dinlenen ve yatanlar. Bir sürü kuşun çığlıkla Beyazıt meydanından havalandığını, üstümüzden Kumkapı'ya doğru uçtuğunu ve bir de meydan tarafından, binaların üstünden bir toz bulutunun yükseldiğini gördüğümü hatırlıyorum.
Ben bu sesin ve yarattığı sarsıntının benzerlerini 1 Mayıs 1977'de Taksim'de duymuştum. Mahşeri kalabalığa ateş açıldığında, kurşun değmeden ve ezilmeden, şimdiki Taksim Gezi tarafındaki merdivenlerin olduğu yere kurulmuş miting kürsüsüne doğru geldiğimde meydana çıkan sokaklarda arka arkaya patlayan bombaların sesi de buydu.
Bu sesin az önce gencecik kardeşlerimizi alıp götürdüğünü, nicesinin bedenlerini parçaladığını, onlarcasının vücuduna metal parçaları dolduğunu, bütün bunların ülkeyi 12 Eylül karanlığına doğru götüren kanlı tezgahın yeni bir sayfası olduğunu, o günden sonra daha çok öleceğimizi, ölmeyenlerimizin işkencelerden geçeceğini, zindanlara tıkılacağımızı o anda bilmiyorduk. O gün birlikte olduklarımın isimleri değil ama bembeyaz olmuş yüzleri geliyor aklıma. Çoğu da yok şimdi zaten bu dünyada.
Önce, patlamanın ardından gelecek faşist veya polis baskınına karşı yurdun güvenlik tedbirini hemen alıp, yukarda ne olduğunu anlamak için meydana çıkan yokuşa doğru koşarken, Beyazıt Meydanından yokuş aşağı koşarak inen önce bir grup genç sivil ve arkalarından koşan resmi kıyafetli polislerle karşılaştık. "Bunlar faşistler" diye bağırdığını hatırlıyorum birinin.
Polislerin, görünce kovalamayı bırakıp, belki onlar da kaçıyordu, hemen bize doğru yönelmeleri üzerine, tekrar yurdun sokağına çekildik. Devrimcilere bir saldırı olduğunu anlamıştık. "Kahrolsun faşistler" diye slogan atmaya başladık. "Beyazıt faşistlere mezar olacak!"...
O günden beri ne zaman Beyazıt meydanına çıksam alırım ben o kokuyu. Mecbur kalmadıkça oradan geçmem. Ya da hızla geçerim meydanı.
Katliamı öğrendik. Hukuk öğrencileri toplu okul çıkışında Eczacılık önünde pusuya düşürülüp hem bombalanmış hem taranmıştı. Hatice, Baki, Hamit, Ahmet Turan, Abdullah ve Murat ölmüştü, ağır yaralı Cemil ise hastanede can verdi. 50'ye yakın kişi yaralanmıştı. Hepsini tanıyorduk. Saldırıya uğrayan grup 100 kişiden fazlaydı, çoğu şok geçiriyorlardı. İsimlere ulaşmaya çalıştık. "Kim hangi hastanede? Kan lazım mı?"
İlk bilgiler olayın ağırlığını tam olarak vermiyordu. Defalarca yaptığımız üzere, gazete bürolarına, hastanelere görevliler yolladık. Tüm yurtlarda ve toplandığımız kahvelerde, derneklerde tedbiri artırdık. Katliama tepki olarak Merkez Bina işgal edilecek, gece okulda kalınacaktı. En yakın noktada hazır grup olarak, birkaç Dev-Genç yöneticisi ve Merkez Binayı iyi bilen arkadaşla birlikte zorunlu malzemeyi de yanımıza alıp akşamüzeri Merkez binaya girdik.
Ön ve arka demir kapılarda kontrolü alıp kapıları kapattık. Polisleri ve görevlileri çıkardık. Polis ve asker meydanda tertibat aldı. Yarım saat geçmeden akın akın İstanbul'un dört bir yanından liseli, üniversiteli devrimci öğrenciler gelmeye başladı. Yıldızlar altında tamamen doluydu bahçe. Komiteler kuruldu. İstanbul'daki tüm okullarda "boykot" kararı alındı. Saldırıda öldüğü kesinleşen arkadaşlarımızın isimleri geldikçe adıyla başlayan sloganlar çınlatıyordu bütün sınıfları ve koridorları: "Devrimciler ölmez!", "Faşist katillerden hesap soracağız!"
O gece forumlar, marşlar ve sloganlarla sabahladık. Ertesi günü yapılacak cenaze töreninin hazırlıkları tamamlandı. Gece yarısına kadar ve gün doğumundan itibaren de gelen gruplar oldu. 17 Mart 1978 Cuma günü öğlene doğru İstanbul Üniversitesinin tarihi kapısından o gece hazırladığımız ve saldırıda ölen arkadaşlarımızın isimleri ve resimlerini taşıyan pankartlarla yaklaşık 40 bin kişilik bir kortejle yürüdük Morga ve oradan Sirkeci'ye doğru. Güneşli bir gündü. Bütün yollar kesilmiş, trafik durmuş, şehir çok sessizdi. Çınlıyordu sesimiz: "Faşizm döktüğü kanda boğulacak!"
Bu katliam da nicesi gibi karanlık kaldı. Yapanlar ve yaptıranlar devletin uzantısıydı, bulunamadılar ve cezalandırılmadılar. Sonradan yeniden görülen 16 Mart davası duruşmalarına ben de katıldım fırsat buldukça. Katliamda sağ kalan arkadaşlarımız avukat olarak takip ediyordu davayı. Birinde dönemin içişleri bakanını dinledim. "Kurcalamayın fazla, bunu çözemezsiniz" diyordu avukatlara. Her şey devletin kara kaplı defterinde yazılıydı. Eski bakan "o defter kapandı" diyordu.
Nitekim hala kapalıdır, 16 Mart Katliamı'nın kapkara defteri. O günden sonra her şey daha ağır ve hızlı yaşanmaya başladı. Yüzlerce arkadaşımız daha katledildi. 16 Mart bir dönüm noktası oldu 12 Eylül faşizmine gidilen yolda. Ama ne Hukuk, ne Edebiyat, ne İstanbul, ne de biz faşizmin karanlığına teslim olmadık. Ne o gün ne bugün...
Söylenecek çok şey var ama o gün Beyazıt Meydanı'nda katledilen gözleri ışıklı çocukların isimlerini tekrar anmak ve bitirmek istiyorum bu yazıyı. Çünkü ellerim ve yüreğim yine buz gibi oldu bunları anımsar ve yazarken...
- Abdullah Şimşek
- A. Turan Ören
- Baki Ekiz
- Hatice Özen
- Cemil Sönmez
- Hamit Akıl
- Murat Kurt
Onlar faşizmin karanlığına, ırkçılığa, milliyetçiliğe teslim olmayı reddetmiş üniversite öğrencileriydi. Onca tehdit ve yıldırmaya, bombalara ve kurşunlara karşın her gün faşist işgal altındaki okullarına omuz omuza ve "Biz sizden değiliz, sizin gibi olmayacağız!" diyerek giden çocuklardı. Yüzleri aydınlığa, umuda, eşit, özgür bir geleceğe dönüktü. Bu yüzden öldürüldüler.
Keşke şimdi burada olsaydılar! (BA/TK)BİANET
16 Mart İstanbul Üniversitesi'nde bomba patladığında orada olmasa da Çapa Tıp Fakültesi hastanesine getirilen yaralı öğrenciler için yapılanları anımsayan yazarımız Mustafa Sütlaş'la o günü konuştuk ve bugünkü değerlendirmelerini aldık.
Mustafa Sütlaş 16 Mart 1978'de İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde öğrenciydi. Biz sorduk, Sütlaş anlattı.
Neler anımsıyorsunuz?
Aslında çok şey değil. İnsan aklı unutmakla malûlmüş. Çok uzun zaman geçti. Tabi bir de insan belleği yaşadığı kötü olayları daha kolay ve hızlı siliyor. Bir tür korunma içgüdüsü diyebiliriz. Ama küçük küçük, bölük pörçük de olsa önemli noktalar var.
Neler mesela?
Ben 1974-75 döneminde tıp fakültesine girdim 78'de fakültenin dördüncü sınıfındaydım. Tıp fakültesinde dördüncü sınıf kuramsal derslerin bittiği, uygulamaya yönelik eğitimin yoğunlaştığı yıldır.
Ben politik olarak "sol" görüşlüydüm ama, herhangi bir grup içinde değildim. Okulumuzun bir öğrenci derneği vardı, onun üyesi ve aktivistiydim. Öğrenci olmama karşın tabip odasına düzenli gider gelirdim. Ayrıca üniversitenin tiyatro topluluğunun kurucusu ve yöneticisiydim.
Kısacası çatışmaların yoğun olduğu bir dönemdi. 16 Mart'la ilgili anılarda başkalarının da anlattığı gibi, o dönemde üniversitelere gidip gelenlere yönelik saldırılar sık oluyordu. Bizim okulda da öğrencilere yönelik saldırılar oluyordu. Hatta bir arkadaşımız bir amfinin merdivenlerinde tabancayla vurulmuştu.
O dönemde tüm öğrenciler, biraz böyle tanınan bilinen öğrenciler, genel olarak "risk" altındaydı. Bir kez ben de okuldan çıkarken saldırıya uğramıştım. Dolayısıyla zaman zaman okula toplu olarak gidenlere katılırdım; derslerin olanak tanıdığı oranda toplu olarak ayrıldığımı da anımsıyorum.
Kısacası her an bir çatışma ya da çatışma haberi bekler durumdaydık okulda. Tabi "tıp öğrencisi" olduğumuz için müdahale etme açısından sorumlu sayardık kendimizi. Beyazıt'ta bomba atıldığının haberi de kısa sürede ulaşmıştı. Çünkü Çapa Tıp Fakültesi bölgeye en yakın hastanelerden birisiydi. Dahası bölgenin tek kan merkezi de Çapa'daydı. Bu nedenle hemen "alarm" haline geçildiğini anımsıyorum.
Ne yaptınız?
Anımsadığım kadarıyla cerrahiye çok sayıda yaralı geliyordu. Birçok insan ve öğrenci de onlarla birlikte geliyordu. Yeni bir saldırı olursa diye bir güvenlik hattı oluşturmak üzere pek çok öğrencinin de kendiliklerinden oraya geldiğini hatırlıyorum. Adeta bir anda hastane işgal edilmişti.
Böyle zamanlarda hastane polisi biraz geri çekilirdi. Kontrol tümüyle öğrencilerdeydi yani. Yaralılara eksiksiz müdahale edilmesi için de o güvenlik çemberinin içinde de sükûnetin ve düzenin sağlanması gerekiyordu. Bu yapıldı öncelikle. Ayrıca kendisine müdahale edilenlerden durumu daha iyi olanların, yatması gerekmeyenlerin sorunsuz bir şekilde hastaneden ayrılmaları gerekiyordu. Bu tür olaylarda "tutuklamalar"da olurdu. Bunun da olmaması için gerekli yardımın sağlanması gerekiyordu.
Kısacası herkes kendiliğinden ya da kendi içinde olduğu grupların kararlarıyla bir şeyler yapıyordu. Tabii yaralı çok olduğu için bir de kan merkezindeki organizasyon vardı.
Nasıl bir organizasyondu?
Dediğim gibi sürekli yaralı öğrenciler geliyordu. Tam sayıyı şimdi anımsamıyorum ama sanırım otuzdan daha fazlaydı. Aralarında daha ağır dolayısıyla kan ihtiyacı olanlar da vardı. Bu ihtiyaç oraya gelen kalabalığa bildirilince bir anda kan merkezine doğru da bir yığılma oldu. Her yolla haber yollanıyor, yurtlarda bulunanlara haber yollanarak öğrenciler kan vermeye çağrılıyordu.
Diğer yandan yaralı öğrencilerin arkadaşları da, onlar için bir şeyler yapabilmiş olma duygusuyla sıraya giriyor ve sürekli kan veriyorlardı. Bir anda kan merkezinin önü de miting alanı gibi oldu. Acil serviste ki gibi orada da düzen sağlandı. Miktarına bakılmaksızın her gruptan kan alınıyordu.
Siz ne yaptınız o sırada peki?
Ayrıntılar fazla aklımda kalmamış ama, gözümün önüne gelen kare şuydu: kurulan o düzen gereği herkes acile giremiyordu. Ben girebilenler arasındaydım. Bu nedenle acile giriyor, yaralılarla uğraşan asistanlar ve bizden daha büyük stajyer öğrencilerin yaralılar için talep ettikleri kan gruplarını öğreniyor, sonra kan merkezine giderek, o kan gruplarındaki kanları alıp yeniden acile dönüyordum.
Yani her iki birime de girebilen ve bu işi yapmakla görevli olan birkaç kişiden birisiydim. Oradaki bir kaç saat içinde belki 8-10 kere bir o tarafa bir diğer tarafa gidip geldiğimi anımsıyorum. Hava kararana kadar bu sürdü.
Ölenler ya da yaralılar arasında tanıdığınız arkadaşlarınız var mıydı?
İsim olarak kimse aklıma gelmiyor. Ama ölen yedi kişiden birisi olan Cemil Sönmez, benim de kurucuları arasında yer aldığım İstanbul Üniversitesi Tiyatro Topluluğu'nun eğiticilerinden birisiydi. Onu o sırada görmedim. Ama hastaneye canlı götürülüp hastanede yaşamını yitirenler arasında sayıldı hep. Cemil'in yaşamını yitirdiğini de o sırada öğrendim.
Sonra ne yaptınız? Üniversitenin işgaline siz de katıldınız mı?
Kan getirip götürme işi bitince, eş zamanlı olarak cerrahideki işler de bitmişti. Hemen herkes yapılacak protesto için üniversiteyi işgal etmek için merkez binaya gitmeye başlamıştı. Hastanede yapacağım bir şey olmadığını anlayınca ben de arkadaşlarımla birlikte merkez binaya gitmeye karar verdim.
O gün benim İstanbul Üniversitesi Merkez Binası'nda sabahladığım ilk ve son gündü. Daha sonra başka okullarda benzer şeyler yaşadım ama o "ilk"ti.
Bu olaya ilişkin duygularınız neler? Bugün nasıl değerlendiriyorsunuz?
1 Mayıs 1977'yi saymazsak, o dönemde bir anda yedi kişinin birden öldürüldüğü örnek fazla değildi. Ama dediğim gibi bu tür olayları sık yaşıyorduk. İnsanın her an kendisinin de başına benzer bir şey gelme olasılığı olduğunda, daha kolay katlanılıyor sanırım. Daha sonra da benzer başka olaylar yaşadık.
Şunu vurgulamam gerek: Daha sonra da ortaya çıktığı gibi bu olay bir "devlet" organizasyonudur. Bu ülkede devlet sayıları ne kadar olursa olsun gücünü haklılığından alanlara karşı her zaman tahammülsüz ve acımasızdır. Hele hele o "haklı" olanlar, kendi hakları için değil de, kendi dışındakilerin, ezilenlerin, sesleri yeterince çıkamayanların, kısacağı tüm toplumun hakları, daha iyi, daha güzel bir dünya için, herkesin demokrasi içinde ve daha özgür yaşamaları için uğraşıyorlarsa, o zaman ya zindanlara tıkılmış, ya da katledilmişlerdir.
Bugün de dünden farklı değil ne yazık ki! Ama tarihin tekerleği hep iyiden, güzelden, doğrudan yana dönmektedir. (ÇT/HK)BİANET
ONALTIMARTBİNDOKUZYÜZYETMİŞSEKİZ
Abdullah Şimşek, Baki Ekiz, Cemil Sönmez, Hamdi Akıl,
Hatice Özen, Murat Kurt ve Turan Ören'in anısına...
Sabahın köründe başlayan diş ağrısı, gözünden uyku aktığı halde onu yatağından kaldırdı. Buzdolabında bulduğu, dibinde bir parmak kalmış rakıyı acısını kesmesi için bir süre ağzında tuttu. Ev arkadaşını uyandırmadan sessizce giyinip dışarı çıktı. Gömleğini, yakasındaki koyu kir çizgisini fark etmesine rağmen, ‘bugün de idare eder’ düşüncesiyle yine giymişti. Merdivenleri çıkarken kahverengi kazağının üzerine giydiği haki parkanın tozunu üstünkörü silkti. Apartman kapısından çıkar çıkmaz hiç sevemediği sisli ve kirli bir havayla karşılaştı. Yağmur yağmadığına içten içe sevinerek durağa doğru yürüdü. Otobüs bekleyen kalabalık içinde kaç kişinin, onun gibi su alan ayakkabıları vardır diye merak etti. Bu kör karanlıkta işe gitmek için otobüs bekleyenlerin neredeyse hepsi onun gibi altı açılmış ayakkabıyla dolaşırlardı elbette. Yolun karşısında babası ile amcasını andıran iki kasketli adamı görünce unuttuğu diş ağrısı geri geldi. Babası kulağının dibine kadar gelip konuşacaktı: “Yahu, siz kim, işçiyi-köylüyü kurtarmak kim, gidin okulunuza akıllı uslu, mezun olun; kurtaracaksanız iş güç sahibi olduktan sonra memleketi kurtarın, öyle anarşist olursanız ya hapsi boylarsınız ya da maazallah mezara girersiniz... Boşuna yolluyoruz bunca parayı sana, ama anana laf geçiremiyoruz ki, daha ay geçmeden ‘yolladın mı oğlanın parasını’ diye başımın etini yiyor. Bir defa ‘param yok, yollayamadım’ dediydim de, Gölbaşı’ndaki babadan kalma tarlayı satmaya kalkıştıydı, oğlan yabanda aç bilaç kalmasın diye, neymiş efendim, ‘okuyup büyük adam olacakmış.’”
Onları sadece dinledi, ne babasına ne de amcasına açıklamaya kalkıştı, sessizce ve büyük bir inançla konuştu: “Sevgili baba, dinle bak; sana neler anlatacağım: Ülkemiz iç ve dış sömürgeciler tarafından yönetiliyor, emperyalist sistemin siyasi aktörleri ulusal burjuvazi ile işbirliği yapıyor, ağaların ve beylerin her istediklerini yerine getiriyor. Zor ve kötü koşullarda fabrikada alın terini döken işçiler ve toprağa bulanmış sefalette yaşayan köylüler için tek kurtuluş yolu, bu sömürü düzenini ortadan kaldırmaktır. Bütün emperyalist güçler, biz devrimcilerin önderliğinde yok edilecek, yerine işçi ve köylü sınıfının egemen olduğu, sömürü düzeninin ortadan kalktığı, dış ve iç işbirlikçilerin bir çırpıda kovulduğu, ezilen ve sömürülen insanların iktidarı ele geçirdiği yeni bir düzen kurulacak. Adına sosyalizm dedikleri bu düzen sayesinde tam bağımsız bir ülkemiz olacak, işçi-köylü sınıfının çıkarları özgürlük içinde yeniden şekillendirilip, yeni kanunlara, yeni ordulara, yeni kadrolara dönüştürülecek. Bu hedefe ulaşmak için verilen mücadelede tek başına olmak hiçbir işe yaramaz, mücadele örgütlenerek sürdürülmeli. Devrimcilerin belirleyeceği yol ve yöntemle hedefe ulaşılacak; bundan hiç kuşkunuz olmasın… Ben de seçtim yolumu, örgütlü mücadeleme ne olursa olsun devam edeceğim, ezilen halk adına gerekirse canımı feda etmekten çekinmeyeceğim. Devrimci sol içerisinde, kurtuluşa kadar, halkın sesi olarak, ilerici gençler arasında, devrimci gençlikle beraber, halkın kurtuluşu uğruna, aydınlık hedefiyle, işçi sınıfı ve köylü sınıfının özgürlüğü için devrim idealinden ayrılmayacağımı bilmenizi isterim.”
İçinden gelen bu coşkulu ses sustuğunda otobüse bindiğini fark etti. Aralanan sisin altından çıkan denize gözleri takıldı, öylece arka sahanlıkta dikildi. Eminönü’nde indikten sonra yokuşu tırmanıp Süleymaniye Camisi’ne varacaktı. Arnavut kaldırımını adımlarken, -sağcıların bölgesi Beyazıt tarafından ölüm tehlikesi nedeniyle geçemeyen solcu öğrencilerin kullandığı bir yoldu bu-, birkaç kişi selam verdi. İnsanların yürürken karşı karşıya gelince selamlaşması hoşuna gitmişti ki bir anda etrafı küçük bir köpek ordusu tarafından kuşatıldı. Uluyan hayvan sembolüne bağlı kişilere taktıkları ismi hatırlayıp ‘işe bak, dört ayaklı köpekler tarafından sarıldım’ deyip hafiften gülümsese bile annesinden sık sık duyduğu söz ile yoluna devam etti: Hayırdır İnşallah!
Arkadaşları ile buluştukları kahvehaneye girdi, her zamanki masasına yanaştı, seyrek örgülü, mavi-beyaz kareli örtüyü düzeltti, her oturuşunda gıcırdayan tahta sandalyeye çöktü. Giriş kapısının sağında, turuncu renkli çirkin buzlu camla bölünmüş çay ocağının ahşap tezgâhına baktı. Aradan kafasını uzatan ocakçı, üç dakikaya kadar çayın deminin hazır olacağını söyledi. Sesi, tavandan duvara inen kireç boyalı beyaz tonozda yankılandı. Külliyenin birinci medresesi olan bu yere henüz hiçbir arkadaşı gelmemişti. Hemen yanında Mimar Sinan’ın ikinci medrese diye yaptığı bölüm neredeyse yarı yarıya dolmuştu. Masaya gelen çayı, dişi yine sızlamasın diye soğutup içmeyi düşünürken, caminin büyük kubbesinin altındaki yarım kubbelere ve kemerlere takıldı gözü. Neredeyse üç kademe aşağıya inmesine rağmen, kubbelerle kemerler bütünüyle orantılı dizilmişlerdi. Avlu duvarının önünde gördüğü müthiş azimli, tespih ve kartpostal satıcıları henüz gelmemişti. Gerçi ufukta bir turist kafilesi görünür görünmez, nasıl geldiklerinin, tezgâhlarını ne zaman açtıklarının farkına bile varılmazdı. Avludaki çiçek ve ağaçların duvardaki demir pencereler arasından caddeye uzanma gayretini örnek alıp, turistlere satış yapmak için denemedikleri numara kalmayan bu lümpen proleterleri devrimci mücadeleye kazandırma yolları üzerine kafa yormalıydı.
Birkaç ay önce gerçekleşen hükümet değişikliğinin ardından, İstanbul Üniversitesi’nin devrimci öğrenci liderleri, uzun zamandır ülkücü öğrencilerin kontrolü altında olan, giriş kapısının önünden dahi geçemedikleri merkez binaya topluca girip derslere katılma kararı almışlardı. İki haftadan beri kalabalık bir grup, belirli bir disiplin ile avlu kapısına ulaşıyor, içeri giriyor, sağcı tacizler altında olsa dahi binaya ulaşıyor, amfide yerini alıyor, dersi izlemeye çalışıyordu. Oldukça büyük avlunun yüksek duvarları dışında kalan fakültelerin anti-faşist arkadaşları ise içeri girecek öğrencilere girişe kadar eşlik ediyordu.
Bugün, onaltı mart, güneşli bir çarşamba günü, İktisat ve Hukuk Fakültesi öğrencilerinin ‘sabah grubu’, ‘merkez bina mücadelesi’ için yine bir aradaydı. Şehrin yedi tepesinden birine adını veren Süleymaniye’nin bu tarih için bir başka tanıklığı daha vardı: On altı mart bin dokuz yüz yirmide, Birinci Cihan Harbi sonrasında muzaffer devletlerin işgal kuvvetleri İstanbul’a girmiş, Meclis-i Mebusan talan edilip kapatılmış, vekilleri sürgün edilmişti.
Pazartesi gecesi birkaç arkadaşı ile çıktığı afiş asma eylemi sırasında Saraçhane alt geçidinde yakalandığından, dün sabah okula gelememişti. Siyasilerin götürüldüğü ve ‘müteferrika’ diye adlandırdıkları polis merkezinde dayak yerken, süpürge sapını üzerinde kırma safhasına gelindiğinde şansı yaver gitmiş, gençten bir savcı gelip toplanan gençlerin hepsinin salıverilmesini istemişti. Meraklı tarih öğrencisi ev arkadaşı ise ‘müteferrika’nın, Osmanlı’ya matbaayı getiren adamın sarayda devlet büyüklerine hizmet etme anlamına gelmesinin yanı sıra, değişik suçluların toplandığı yer anlamına da geldiğini söylemişti.
Bir önceki Sirkeci Şube’ye alınışı, ‘Anti-faşist Güç Birliği Forumu’ sonrasında olmuştu. Polisler buldukları bütün öğrencileri amfinin daracık koridorlarına dizmişler, üzerlerine makineli silahlarını doğrultmuşlar, ağza alınmayacak hakaretleri ardı ardına sıralamışlardı. Üzerlerine silah doğrultulmuş öğrencilerden çıt çıkmamıştı, minik bir fısıltıda bile hepsinin boydan boya taranacağı korkusu iliklerine kadar işlemişti. Polisler yine elebaşı olarak tanıdıkları çehreleri alıp şubeye götürmüş, sıra dayağını falaka izlemişti. Üç gün müteferrikada kaldıktan sonra, önceden sözleştikleri gibi sinemaya gitmek için Nazlı ile buluştuğunda, ayakta durmanın ve yürümenin verdiği acı, gördüğü bütün işkencelerden daha çok canını yakmıştı. Genç kız, küçük elinde tuttuğu kitabı göğsüne bastırıp, iri gözlerini sonuna kadar açıp ‘neden böyle tuhaf yürüdüğünü’ sorduğunda, konuyu değiştirmek için kitabın kapağının ilginçliğinden, içeriğini çok merak ettiğinden bahsetmişti. Okuduğu bu kitap, Selma Lagerlöf’ün bir kitabıydı. Nobel ödülü alan ilk kadın yazardı. Ardından Nazlı’nın kadın haklarından, kadın özgürlüğünden uzun uzun söz etmesi, mücadele veren kadınlara ilişkin anlattıkları doğrusu ilgisini çekmeye başlamıştı. Ancak geleceğe ilişkin hedefleri, küçük burjuva bireyselliği içindeydi ve devrim için verilen mücadeleden çok uzaktı. Okulu yüksek derece ile bitirmek ve Amerika’da yüksek lisans yapmaktı tek isteği.
Soğuk çayını bitirdikten sonra ortadaki cam kâseye bir bozukluk bıraktı. Kahveye gelen öğrencilerden hesap istenmez, cebinde parası olan çanağa koyardı. Birinci medrese kahvehanesi de artık iyice kalabalıklaşmıştı; kimi tostunu yiyor, kimi gevrek simidini masa arkadaşlarıyla paylaşıyordu. Birçoğunun açılmakta zorlanan gözlerindeki uyku hali, içtikleri çayla beraber silinip gidiyordu.
Yavaş yavaş hareketlenip safları oluşturmak, üniversitenin sürekli kilitli tutulan Süleymaniye kapısı ile Sinan’ın artık musluklarından su akmayan çeşmesi arasında toplanmak, beşli sıralar halinde İstanbul Üniversitesi’nin ya da eski adıyla Darülfünun-u Osmanî’nin Beyazıt kapısına doğru yürümek gerekiyordu. Külliyenin yüzyıllardır süren varlığı, burada toplanan gençlerin korkularını kucaklıyor, inançlarını koyulaştırıyor, cesaretlerini coşturuyordu.
Çeşmeyi her görüşünde annesi geliyordu gözlerinin önüne. Nezarette kaldığını öğrenen bir hemşerisi durumu ailesine söylemiş, annesi gece gündüz çeşme gibi gözyaşını akıtınca, babası amcaoğlunu durumunu öğrensin diye İstanbul’a göndermişti. Kuzeni, annesinin çok meraklandığını, her akşam televizyon haberlerini kaçırmadığını, Allaha şükür ve dualarla yatıp kalktığını, babasının ise ne hali varsa görsün deyyus, diyerek çarşıda dolandığını anlatmıştı. Beraber gittikleri Kumkapı lokantalarından birinde, çok zayıflamış olduğunu söyleyerek tıka basa yemek yemesini istemişti. Döndüğünde ona, yediği içtiği dâhil olmak üzere gördüğü, duyduğu ne varsa, her şeyi soracaklarını biliyordu.
Toplananlar hemen hemen yüz kişiyi buldu, beşerli sıra olup kol kola girdiler. Gözler ileride, dudaklar suskun, kulaklar hassas; yürümeye başladılar. Her an taşlı sopalı ya da silahlı saldırı olacak beklentisiyle sıra yanlarında serbest dolaşan ve onları koruyan mücadele arkadaşları vardı. Esnaf hastanesine doğru giden bir ambulansa yol vermek için durduklarında, devrimci anti-faşist grup ikiye bölündü. Öndeki grup arkadakilerin yetişmesi için yavaşladığında, ambulansın arkasından koşan iki esmer adam, ona Nazlı ile gördükleri falcıyı hatırlattı. Birlikte Yıldız Parkı’nda dolaşırken karşılaşmışlardı.
Hercai menekşeler arasında gezinirken, Nazlı babasının taş plak merakını, Deniz Kızı Eftelya hayranı olduğunu, onun “Gel ey denizin nazlı kızı, nuş-i şarap et” şarkısına olan hayranlığı yüzünden kendisine Nazlı ismini verdiğini, ince, yumuşak sesiyle anlatırken ona, sanki yanı başında bir ışık yanıp sönüyordu. Saçlarını elleriyle taramak, narin bedenini kollarıyla sarmak, yeni yeşeren çimlerin ıslaklığında onu kucağında taşımak istiyordu. Düzgün beyaz ellerine dokunmak, pembe dudaklarını ısırmak, mantosunun önünü açtığında kazağından belli olan meme uçlarını öpmek arzusu yüreğine dolunca, söylenen hiçbir şeyi kulakları duymaz olmuştu. Devrimci mücadele beraberlikti, dostluktu, dayanışmaydı ama Nazlı’ya karşı içinden fışkıran şey bambaşkaydı ve bu hissettikleri ona, her şeyden, herkesten daha çok zevk veriyordu. Oysa öğrenci yurdunda yaptıkları salı toplantılarından birinde kız-erkek ilişkileri tartışılmış, devrimcilerin sevda ilişkilerinden uzak durmaları gerektiğini savunanlar baskın çıkmışlardı. Âşık olmak küçük burjuvalara özgü bir duyguydu ve devrim mücadelesinde önlerine çıkan içsel engellerden biriydi. Devrimcinin tek hedefi ve ideali olmalıydı, bu yolu saptıracak her türlü oluşumdan uzak durulmalıydı. Bu tartışma da tıpkı, ‘esnafların devrim mücadelesindeki yeri nedir, işçi sınıfının yanında mıdır, değil midir’ tartışması kadar uzun sürmüştü.
Nazlı’nın uzun kirpikleri, içindeki bütün tartışmaları silip süpürdüğü sırada önlerine çıkan esmer bir kadına sağ elini kaptırmıştı Ne olduğunu anlamaya fırsat kalmadan kadın, gözlerini bir yakaladığı avuç içine, bir de yüzüne çevirip bir şeyler mırıldanmaya başlamıştı: “Önümüzdeki beş-on gün içinde… büyük patlama olacak… orada bir tane 1 var, sonra bir D var, sonra 2 var, sonra yine 1 var, sonra 2, 7, 8 var, sonunda ise 0 var… rakamların arkasına kalabalık toplanmış, pusu kurulmuş, kan dökülmüş, acı sürülmüş…” demiş, susmuştu. Nazlı çok korkmuş, ellerini kadından sakınmak için birbirine kenetlemiş, ‘hemen dönelim’ demişti. Ayrılırken, ‘ertesi günün dünya kadınlar günü olduğunu’ söylemişti.
Anti-faşist devrimci grup, avlu kapısına doğru normal yürüyüş temposuna geçtiğinde, forumların yapıldığı büyük anfi binasının önüne vardılar ki geçen yıl buraya, polisin binbir zorlukla aşağı indirdiği dev bir Deniz Gezmiş posteri asmışlardı. Büyük devrim liderinin görüntüsü falcının esrarlı rakamlarını kovalayınca, diline ucuna bir türkü geldi. Kimsenin duyamayacağı kadar alçak bir sesle söylemeye başladı:
Şarkışla’ya düşürmesin oy
Allah sevdiği kulunu oy
Gemerek’te çevirmişler
Deniz Gezmiş’in yolunu
Yaşa Türk ordusu yaşa oy
Dünya şaştı böyle işe oy
Ordu madalya göndermiş
Yusuf’u vuran çavuşa
Dudaklarının hareketine zihninde çalan sazlar eşlik ediyor, sonra da ‘Gel ey denizin Nazlı kızı’na karışıp gidiyordu. Sonra Deniz idama mahkûm olup cezası onaylanıyor, saz yine ortaya çıkıp dudaklarına ezgili güfteler sunuyordu:
N’olayidim, olayidim
Okuryazar olayidim
Deniz mahkemeye düşmüş
Avukatı ben olaydım
İki haftadır yaptıkları gibi, basamak basamak arkaya doğru yükselen geniş amfinin kapı tarafındaki uzun sıralarına oturdular. Orta sıralarda oturanlar bitaraf olanlardı, yani lümpenler. İlk üniversite binasına girebildikleri gün sayıları beş-on olan devrimciler, artık kırkı-elliyi bulduğundan cam tarafında oturan ülkücülerle eşitlendiler. Bitaraf-lümpen sayısı, devrimci ve ülkücülerin toplamından fazlaydı. Sınıfın kayıtlı öğrenci sayısı ise amfide bulunanların en az üç katı kadar vardı. Karşılıklı olarak ‘Kahrolsun Faşistler!’, ‘Kahrolsun Komünistler!’ bağrışmalarından sonra kapıdan giren kısa boylu, kısa boyunlu, kısa kravatlı, kısa saçlı, dikdörtgen gözlük çerçeveli hoca kürsüye doğru yürüdü, basamağı tırmandı. Elindeki küçük kitaptan anayasa maddesini okumaya başladı: “Türkiye Cumhuriyeti, Demokratik, Laik ve Sosyal Bir Devlettir.”
Devrimci grubun ikinci sırasının başında oturan genç ayağa kalkıp oligarşik devletin nasıl demokratik olabileceğini hocanın açıklamasını isterken, ülkücü gruptan “Kahrolsun Komünistler!” sloganı yükseldi. Kapı tarafının üçüncü sıra başındaki öğrenci ise dört yılda bir yapılan seçimlerde köy ağaları ile fabrika patronlarının istediği kişilerin milletin vekili olarak seçildiğini, baskı altındaki işçi ve köylü sınıfının ezikliğinin devam ettiğini söylediğinde, karşı taraftan “Komünistler Moskova’ya!” nidaları duyuldu. Dördüncü sıradaki genç ayağa kalkıp da, düzenin efendileri burjuvaların ve emperyalist güçlerin yanında yer aldığı için bağımsız bir cumhuriyetten söz edilemeyeceğini söylediğinde, bu kez “Merkez Bina Komünistlere Mezar Olacak!” sesleri yankılandı duvarlarda. Beşinci sıradaki genç, gerçek demokratik devletin devrim sonucunda oluşturulacak proletarya diktatörlüğüyle mümkün olacağını söylediğinde, ön sıradaki devrimcilere yumruklar atılmaya başlandı. ‘Kahrolsun’ sesleri arasında tekmeler, atılan kafalar gidip gelirken içeri giren polis, Anayasa Hukuku Profesörü’nü kazasız belasız amfiden dışarı çıkarma telaşı içinde sağa sola koşturdu. Ardından kollara, bacaklara, kafalara, sırtlara, bellere, boyunlara polis copları inip kalkmaya başladı. Devrimci liderler karga tulumba yakalanıp kapıdan dışarı sürüklenirken arkada kalan sesler cop darbelerinin devam etmesi nedeniyle duyulmaz olmuştu.
Bina önünde, yüksek kaide üzerine konmuş, aralarına yol göstericilerini almış genç kadın ve genç adam heykeli etrafında toplandılar. Heykel vücutlar, arkeoloji müzesindeki Helenistik dönem tanrı-tanrıça figürlerini andırır biçimde yapılmıştı. Elinde meşale tutan kadın ile sol omzuna dayadığı bayrağı gururla taşıyan genç adamın tam ortasında, sol elini yukarı kaldırmış, tıpkı Romalı bir komutanı andıran orta yaşlı yol gösterici heykeli vardı. Cumhuriyet döneminin karakteristik heykeli etrafında biriken devrimci öğrenciler, önceki gün yaşananları dile getirerek, kapıdan çıkma düzeni konusunda tartışmaya başladı. Dün merkez binadan çıkışta, kemerli ve kuleli büyük kapının önünde bir grup ülkücü birikmiş, çıkışta gençlere ölüm tehditleri savurmuştu. Bugün aynı olayın tekrarlanacağı düşünülerek arkadan gelenleri korumak amacıyla güçlü kuvvetli olanların önden kalkan gibi çıkarak arkadaşlarını olası bir saldırıdan koruması önerildi. Yapılan konuşmalar sonucunda kabul edilen, önceden yaptıkları gibi bütün devrimcilerin beş kişilik sıralar halinde kapıdan çıkması oldu. Kol kola, kızlı erkekli, hukuk ve iktisat fakülteli olarak yola koyulduklarında, ne yeni yeşermeye başlamış ağaçların ne de boyu üç dört parmağı geçmiş yemyeşil çimin güzelliğini fark edebildiler. Endişeli dakikaları yok etmek için güneş tepeden sarkıttığı ışığını arttırmış, gökyüzü birkaç beyaz bulutu takınıp süslenmişti.
Karnındaki kasılmayı, Süleymaniye’ye ulaşana kadar yaşanacak olan tedirginlikten ziyade, dün geceden beri aç oluşuna bağladı, vardıklarında Ali Usta’nın pilav üstü kurusunu yer yemez, burulma ve kasılmadan eser kalmayacaktı. Yanındaki kız arkadaşının ortaya geçmesini söyledi. Geçen 1 Mayıs’ta, yine böyle parlak bir güneş altında yapılan büyük toplantıda ezilen genç kızı hatırlamıştı. Gözlerinin önüne Taksim’in ara sokaklarına kaçışan, yere yığılan, sıkışan insanlar gelip gidiyordu. Duyduğu acı, beynindeki faşist devlet öfkesine vurunca, bütün kızların sıra ortasına alınmasını istedi.
Milletçe eğitimin ve gençliğin simgesi olarak kabul görmüş tarihi Beyazıt Kapısı’na ulaştılar. Kapının sahaflar çarşısı tarafında bir grup ülkücü toplanmış, “Kahrolsun Komünistler”, “Beyazıt Komünistlere Mezar Olacak!” diye bağırıyordu. Kol kola giden grubun ilk sırası, düzenini hiç bozmadan, söylenenlere en ufak bir tepki bile vermeden hep yaptıkları gibi sağa doğru döndü. Peşlerinden gelenler dışarı çıkar çıkmaz, küçük öfkeli kalabalıktan ‘komünist, ölüm, mezar, kahrolsun’ seslerini işittikten sonra sessizce öndeki arkadaşlarını izledi. Sağdaki sokağa dönen ilk sıradaki öğrenciler, Eczacılık Fakültesi’ni henüz birkaç metre geçmişti ki müthiş bir patlama sesi duyuldu. Siyah ve kalın bir duman kapladı ortalığı. Fırlayan irili ufaklı parçalar, kol kola yürüyen gençlerin sırtlarına, başlarına, kollarına, ciğerlerine, kalplerine, ayaklarına saplanıyordu. Aynı anda sol taraftaki merdivenli yoldan ateş açılmaya başlandı; bomba parçalarından kurtulan bedenler kurşunlanıyordu bu kez.
Nazlı’nın yumuşak sesi, Deniz Gezmiş’in gülümseyen bakışı, annesinin sıcak çorbası, işgal kuvvetleri, Eftelya’nın şarkısı, falcının yüzü, caminin duvarı, dişinin ağrısı, yurt toplantısı, gece afişleri, müteferrika falakaları, yol gösterici heykeli, devrim andı, bir metal parçasına yüklenerek sırtına saplandı. Baharı İstanbul’a getirecek beyaz, pembe, yeşil, sarı, mavi, kırmızı, mor kelebekler dolaşmaya başladı etrafta. Yarım günlük ömürlerinin bitmeye yakın dakikalarında, yedi genci alıp götürdüler narin kanatlarıyla. Üniversitenin yüksek duvarındaki martılar ve ulu çınarın üstündeki serçeler isyan ettiler yedi düvele kelebekler giderken.
Saflık Örtüsü (Öykü)
Artshop Yayınları, Mart 2010
S:79-91
* Yazarının izni ve onayıyla yayınlanmıştır.
16 Mart katliamı: Hatırlamak unutmamaktır
Bundan tam 31 yıl önce, 16 Mart 1978 Perşembe sabahı ben de Beyazıt Meydanı'ndaydım. Tedirgin ve serin bir sabahtı. "Beyazıt Meydanı'nda faşistler bir yeri bombaladı!" diye haykırdı biri. O günden beri ne zaman meydana çıksam alırım ben o kokuyu.
16 Mart 1978'in üzerinden tam 31 yıl geçmiş, bir ömrün yarısı. Oysa benim nice arkadaşım o kadar bile yaşamadı. En yakışıklılarımız onlar mıydı, yoksa şimdi buradan bakınca mı bize öyle geliyor bilemiyorum?
Ben 1978'de İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) Maçka Maden Fakültesi üçüncü sınıf öğrencisiydim. Biz İstanbul'un ODTÜ'sü, Siyasal'ıydık. 70'li yılların devrimci geleneği kopmadan sürmüş, okula başladığımız 1975'ten itibaren giderek yükselen faşist saldırılar güçlü anti faşist direnişle karşılanmıştı.
Bir yandan kurduğumuz öğrenci dernekleriyle, komitelerle, kültür kollarıyla akademik – demokratik sorunlarımızla uğraşır, bir yandan forumlar, eğitim çalışmaları yapar politik meseleleri tartışırdık.
Kendi okulumuza yönelik saldırılara örgütlü bir şekilde direnir, çok daha zor durumdaki okullara da destek ve dayanışma için giderdik sık sık. Vatan Mühendislik, Hukuk, Edebiyat, Fikirtepe Eğitim Enstitüsü öğrencilerinin toplanma yerlerine, Niğde, Site, Atatürk Öğrenci Sitesi (AÖS) öğrenci yurtlarına gittiğimizde "İTÜ'lüler geldi" diye gülümserdi arkadaşlarımız, onlara katılır, azken çok olur, yürürdük birlikte.
Bilen bilir, "Biz" zamanıydı o zamanlar. Tekil şahıs kullanmazdık pek. Birlikte kalır, birlikte okur, sınavlara birlikte hazırlanır, birlikte yaşar ve ne yazık ki birlikte ölürdük o zamanlar. Şimdi Çocuk Mahkemesi olan, Gülhane Parkı girişi karşısındaki asık suratlı morg binasının yan kapısından vurulup düşmüş arkadaşlarımızı alır, omuzlarımız üzerinde bir süre götürür uğurlardık memleketlerine. Sanki güneşe doğru uçarken düşmüş kuşlar gibiydiler.
Bundan tam 31 yıl önce, 16 Mart 1978 Perşembe günü sabahı ben de Beyazıt Meydanı'ndaydım. Tedirgin ve serin bir sabahtı. Sessiz ve her zamankinden sakindi etraf. Meydanın bir arka sokağında bulunan Denizli Yurdu ve önünde okula gitmek için bekleyen Edebiyat öğrencileriyle buluştuk. İstanbul Üniversitesi'nin Laleli'deki Edebiyat Fakültesi ve Beyazıt'taki Hukuk Fakültesi bir süredir faşist işgal altındaydı. Devrimci öğrenciler hem faşistlerin hem de polislerin yoğun saldırı ve tehdidi altında okula gidip gelmeye devam ediyorlar, derslere ve sınavlara giriyor ve okullarındaki faşist işgali kırmak için inat ediyorlardı. Beyazıt Meydanı faşistlerin kontrolü altındaydı. Okuldaki "Merasim Birliği" denen ve milliyetçi polislerden oluşan özel birlik solcu öğrencilere yapmadığı eziyeti bırakmıyordu. Ne okulun içi tekindi ne de dışı. Meydana bakan Küllük kahvesi ve yanındaki birkaç kahve saldırı ve lojistik merkez olarak kullanılırdı. Hemen her gün saldırılar yaşanırdı.
Vakit tamam olunca, toplanma yerine gelen devrimci Edebiyat Fakültesi öğrencileri ile birlikte yola düştük. Etrafı kollayarak arka caddeye çıktık, Aksaray yönüne doğru gidip birkaç blok öteden Kimya Fakültesinin karşısından ana caddeye çıktık. Beyazıt yönünü kollayarak, hızla geçen arabalardan taranmayalım diye trafiği kestik. Karşıya geçtik. Arkadaşlarımızı okullarının kapısına bırakıp, yine topluca yapacakları çıkış saatinde aynı yerde buluşmak üzere uğurladık. Kapıdaki polis noktasını salimen geçene kadar bekledik. Aynı yoldan arkamızı kollayarak ve dolaşarak yurda geri döndük. Okula toplu gidiş en önemli savunma mekanizmalarından birisiydi. Zaten tek tek gitmek mümkün de değildi. Güzergahı da sık sık değiştirir, pusu kurulmasına tedbir almaya çalışırdık.
Polisler o sabah her zamankinden azdı. Sık sık olduğu gibi Küllük tarafından slogan atan, silah sıkan, küfür eden, taciz eden olmadı. Tedirgin olduğumuzu anımsıyorum.
Nispeten güvenlikli hattımızdan geçerek yine epeyce dolaşıp Denizli Yurduna geldik. Gece "yurt nöbeti" tutmuş olanlar yarım kalmış uykularını almaya odaya çıktılar. Biz girişte "Birinci" sigaralarımızı yakıp demli çaylarla sohbete koyulduk. O günlerde ölüm zaten hep etrafta, yanıbaşımızdaydı. "Mavra" dediğimiz esprili muhabbetlerimizin baş konularından birisiydi "taranmak, bombalanmak, pusu, dayak"... Bir kulağımız okulda, gözümüz Edebiyatlıların çıkışı için sözleştiğimiz saatte, aklımız arkadaşlarımızda.
Denizli yurdu iki kör sokağın kesiştiği köşedeydi. Çemberlitaş tarafındaki Balıkesir Yurdu, yokuşun altındaki Kadırga Yurdu ile oluşturduğu üçgen alan ise bizim için güvenli bölgeydi. Bir tur attıktan sonra, Denizli Yurdunun önünde yeniden meydana çıkış için beklerken duydum o müthiş patlamayı.
Aradaki yüzlerce metre mesafeye rağmen yurt binasının sallandığını anımsıyorum. Bir an bize saldırı duygusuyla sağa sola siper aldık. "Beyazıt Meydanında faşistler bir yeri bombaladı!" diye haykırdı biri. Yurttan dışarı döküldü dinlenen ve yatanlar. Bir sürü kuşun çığlıkla Beyazıt meydanından havalandığını, üstümüzden Kumkapı'ya doğru uçtuğunu ve bir de meydan tarafından, binaların üstünden bir toz bulutunun yükseldiğini gördüğümü hatırlıyorum.
Ben bu sesin ve yarattığı sarsıntının benzerlerini 1 Mayıs 1977'de Taksim'de duymuştum. Mahşeri kalabalığa ateş açıldığında, kurşun değmeden ve ezilmeden, şimdiki Taksim Gezi tarafındaki merdivenlerin olduğu yere kurulmuş miting kürsüsüne doğru geldiğimde meydana çıkan sokaklarda arka arkaya patlayan bombaların sesi de buydu.
Bu sesin az önce gencecik kardeşlerimizi alıp götürdüğünü, nicesinin bedenlerini parçaladığını, onlarcasının vücuduna metal parçaları dolduğunu, bütün bunların ülkeyi 12 Eylül karanlığına doğru götüren kanlı tezgahın yeni bir sayfası olduğunu, o günden sonra daha çok öleceğimizi, ölmeyenlerimizin işkencelerden geçeceğini, zindanlara tıkılacağımızı o anda bilmiyorduk. O gün birlikte olduklarımın isimleri değil ama bembeyaz olmuş yüzleri geliyor aklıma. Çoğu da yok şimdi zaten bu dünyada.
Önce, patlamanın ardından gelecek faşist veya polis baskınına karşı yurdun güvenlik tedbirini hemen alıp, yukarda ne olduğunu anlamak için meydana çıkan yokuşa doğru koşarken, Beyazıt Meydanından yokuş aşağı koşarak inen önce bir grup genç sivil ve arkalarından koşan resmi kıyafetli polislerle karşılaştık. "Bunlar faşistler" diye bağırdığını hatırlıyorum birinin.
Polislerin, görünce kovalamayı bırakıp, belki onlar da kaçıyordu, hemen bize doğru yönelmeleri üzerine, tekrar yurdun sokağına çekildik. Devrimcilere bir saldırı olduğunu anlamıştık. "Kahrolsun faşistler" diye slogan atmaya başladık. "Beyazıt faşistlere mezar olacak!"...
Ne zaman Beyazıt meydanına çıksam...
Bir süre sonra kanlı meydana çıktık. Bizi patlama yerine yaklaştırmadılar. Üniversite kapısı önündeki alan hala kan ve barut kokuyordu sanki. Herkes başka bir tarafa koşuşturuyordu. Aksaray – Beyazıt tarafındaki arkadaşlar arka yoldan olay yerine gitti. Birkaçımız haberleşmek için yurda döndük.O günden beri ne zaman Beyazıt meydanına çıksam alırım ben o kokuyu. Mecbur kalmadıkça oradan geçmem. Ya da hızla geçerim meydanı.
Katliamı öğrendik. Hukuk öğrencileri toplu okul çıkışında Eczacılık önünde pusuya düşürülüp hem bombalanmış hem taranmıştı. Hatice, Baki, Hamit, Ahmet Turan, Abdullah ve Murat ölmüştü, ağır yaralı Cemil ise hastanede can verdi. 50'ye yakın kişi yaralanmıştı. Hepsini tanıyorduk. Saldırıya uğrayan grup 100 kişiden fazlaydı, çoğu şok geçiriyorlardı. İsimlere ulaşmaya çalıştık. "Kim hangi hastanede? Kan lazım mı?"
İlk bilgiler olayın ağırlığını tam olarak vermiyordu. Defalarca yaptığımız üzere, gazete bürolarına, hastanelere görevliler yolladık. Tüm yurtlarda ve toplandığımız kahvelerde, derneklerde tedbiri artırdık. Katliama tepki olarak Merkez Bina işgal edilecek, gece okulda kalınacaktı. En yakın noktada hazır grup olarak, birkaç Dev-Genç yöneticisi ve Merkez Binayı iyi bilen arkadaşla birlikte zorunlu malzemeyi de yanımıza alıp akşamüzeri Merkez binaya girdik.
Ön ve arka demir kapılarda kontrolü alıp kapıları kapattık. Polisleri ve görevlileri çıkardık. Polis ve asker meydanda tertibat aldı. Yarım saat geçmeden akın akın İstanbul'un dört bir yanından liseli, üniversiteli devrimci öğrenciler gelmeye başladı. Yıldızlar altında tamamen doluydu bahçe. Komiteler kuruldu. İstanbul'daki tüm okullarda "boykot" kararı alındı. Saldırıda öldüğü kesinleşen arkadaşlarımızın isimleri geldikçe adıyla başlayan sloganlar çınlatıyordu bütün sınıfları ve koridorları: "Devrimciler ölmez!", "Faşist katillerden hesap soracağız!"
O gece forumlar, marşlar ve sloganlarla sabahladık. Ertesi günü yapılacak cenaze töreninin hazırlıkları tamamlandı. Gece yarısına kadar ve gün doğumundan itibaren de gelen gruplar oldu. 17 Mart 1978 Cuma günü öğlene doğru İstanbul Üniversitesinin tarihi kapısından o gece hazırladığımız ve saldırıda ölen arkadaşlarımızın isimleri ve resimlerini taşıyan pankartlarla yaklaşık 40 bin kişilik bir kortejle yürüdük Morga ve oradan Sirkeci'ye doğru. Güneşli bir gündü. Bütün yollar kesilmiş, trafik durmuş, şehir çok sessizdi. Çınlıyordu sesimiz: "Faşizm döktüğü kanda boğulacak!"
Bu katliam da nicesi gibi karanlık kaldı. Yapanlar ve yaptıranlar devletin uzantısıydı, bulunamadılar ve cezalandırılmadılar. Sonradan yeniden görülen 16 Mart davası duruşmalarına ben de katıldım fırsat buldukça. Katliamda sağ kalan arkadaşlarımız avukat olarak takip ediyordu davayı. Birinde dönemin içişleri bakanını dinledim. "Kurcalamayın fazla, bunu çözemezsiniz" diyordu avukatlara. Her şey devletin kara kaplı defterinde yazılıydı. Eski bakan "o defter kapandı" diyordu.
Nitekim hala kapalıdır, 16 Mart Katliamı'nın kapkara defteri. O günden sonra her şey daha ağır ve hızlı yaşanmaya başladı. Yüzlerce arkadaşımız daha katledildi. 16 Mart bir dönüm noktası oldu 12 Eylül faşizmine gidilen yolda. Ama ne Hukuk, ne Edebiyat, ne İstanbul, ne de biz faşizmin karanlığına teslim olmadık. Ne o gün ne bugün...
Söylenecek çok şey var ama o gün Beyazıt Meydanı'nda katledilen gözleri ışıklı çocukların isimlerini tekrar anmak ve bitirmek istiyorum bu yazıyı. Çünkü ellerim ve yüreğim yine buz gibi oldu bunları anımsar ve yazarken...
- Abdullah Şimşek
- A. Turan Ören
- Baki Ekiz
- Hatice Özen
- Cemil Sönmez
- Hamit Akıl
- Murat Kurt
Onlar faşizmin karanlığına, ırkçılığa, milliyetçiliğe teslim olmayı reddetmiş üniversite öğrencileriydi. Onca tehdit ve yıldırmaya, bombalara ve kurşunlara karşın her gün faşist işgal altındaki okullarına omuz omuza ve "Biz sizden değiliz, sizin gibi olmayacağız!" diyerek giden çocuklardı. Yüzleri aydınlığa, umuda, eşit, özgür bir geleceğe dönüktü. Bu yüzden öldürüldüler.
Keşke şimdi burada olsaydılar! (BA/TK)BİANET