Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Mart başında gazetecilere yaptığı
açıklamada çözüm sürecinde “STK’lar hiçbir işe yaramadı” demişti. Peki,
neden yeni sürece dair sivil toplum örgütleri ve diğer aktörlerin çözüm
önerileri kamuoyunda yankı bulmuyor? Taraflar nasıl bir çözüm yöntemi
izliyor? Hükümetin “İslam kardeşliği” üzerinden barışa işaret etmesi ne
tür sonuçlar doğurabilir? Tarafların “diyalogunu” etkinleştirme amacıyla
da yola çıkan, çeşitli eğilimlerden aydınların oluşturduğu Temas ve
Diyalog Grubu’nun mensuplarından, Taraf Gazetesi yazarı ve Başkent Kadın
Platformu üyesi Hidayet Şefkatli Tuksal’a kulak veriyoruz…
İmralı sürecinin şeffaf yürütülmediğine dair eleştiriler yapılıyor. Sosyal çevreniz veya siyasal aktivite içinde bulunduğunuz insanlarda da bu tür eleştirilere tanık oluyor musunuz?
Hidayet Şefkatli Tuksal: Benim temas ettiğim çevrelerin bu sürece ilişkin yaklaşımı net. Fakat kaygılar devam ediyor. Kişisel olarak ben de sürecin şeffaf ilerlemesinden yanaydım. Ne var ki iki taraf da farklı bir yöntemle, kendi aralarında, çok fazla kamuoyuna bilgilendirmeden, biraz oldu-bittilerle hareket ediyor. Açıkçası ben şu noktadayım: Barış olsun, bu iş çözülsün de nasıl olursa olsun! Zaten bizim artık karar vericilere etki edemediğimizi düşünüyorum. Onlar bildikleri gibi davranma konusunda kendilerini güçlü ve yetkili hissediyorlar. Tabanlarından da bu anlamda destek alıyorlar. Tartışmaların bu süreci zora sokacağını düşündüklerini tahmin ediyorum.
2009’da, dönemin İçişleri Bakanı Beşir Atalay önce basının karşısına çıkıp “açılımı” ilan etmiş, daha sonra mecliste, somut planlardan söz etmese de bu süreci değerlendiren bir konuşma yapmıştı. Sonraki tartışmalar ve olaylar, “açılımın” kapanmasıyla neticelendi. Acaba hükümet bu sefer 2009’dakinden, kendince ders alarak mı yol almak istiyor?
Bundan çok emin değilim ama şimdiki siyaset tarzı, bizdeki egemenlerin genel tarzı aslında. Sadece Kürt meselesinde değil, her konuda böyle bir tutum sergileniyor. Biz zaten herhangi bir talepte bulunurken, onların siyaseten de değişmesini istemiş oluyoruz. Ama her iki kesim de mevcut siyasî anlayışlarını bir şekilde kabul ettirmiş durumdalar. Dolayısıyla bizim gibi bir azınlığın şeffaflık talebinin hükmü olmuyor. O yüzden ben bu konuda artık yazı da yazmıyorum. Temas ve Diyalog Grubu olarak kendi aramızda oturup tartışıyorduk. Ama baktık ki iş zaten bir şekilde kotarılıyor.
Dolayısıyla sivil aktörlere iş düşmüyor mu?
Tabii ki böyle bir anlamda söylemiyor. Fakat kendimizi kandırmamızın âlemi yok. Bu işte suyun başını tutanların tavrı ve tarzı belli. Eleştiri ya da önerilerimizin bir anlamı olmadığını görüyoruz. O yüzden, madem böyle barışmaya karar verdiler, böyle olsun, diyorum. Elbette tartışmaların yaratacağı birtakım sancılara mahal vermeden, her iki taraf da kazanımlarını kendi tabanlarına başarı gibi göstererek bir noktaya gelecekler. O noktaya gelinsin, ondan sonra belki sivil siyaset biraz daha etkili olabilir.
Başbakan Erdoğan Mart başında Viyana dönüşü yaptığı açıklamada, barış sürecinde “STK’lar hiçbir işe yaramadı” demişti. Erdoğan’ın bu sözlerini nasıl yorumluyorsunuz?
Kendileri STK’ların katkısına izin mi verdiler? Veya böyle bir destek mi istediler? Zaten kendisi STK’ları bu işin dışında görüyor. Hem, Başbakan için STK kim? TÜSİAD, MÜSİAD. İş örgütlerini STK olarak görüyor. Kabul edelim, Türkiye’de sivil toplum örgütlerinin çok küçük bir tabanı var. STK faaliyetlerini birtakım idealist insanlar yürütüyor. Dolayısıyla başbakan, bana göre sivil toplumu hiç ciddiye almıyor. Onun gözünde sivil toplum örgütleri aktör değil zaten.
O halde sizin tabirinizle “taraflar bir noktaya geldikten sonra”, “sivil aktörler” böyle bir noktada nasıl işlevsel olabilir? Tarafların talepleri ve uzlaşabilecekleri noktalar zaten belli değil mi?
Belli, sivil siyasetin sadece bir tartışma yaratma gücü var. Evet, talepler belli ama bu talepler etrafında toplumsal bir uzlaşmanın sağlanabilmesi için, doğru yönlerden tartışma başlatıp sürdürmek, doğru noktaları ön plana çıkarmak lazım.
“Doğru noktalar” derken neyi kastediyorsunuz?
Herkes şunun farkında ki, taraflar belli bir uzlaşı noktasına geldiğinde Türkiye artık eski Türkiye olmayacak. Fakat yeni bir Türkiye’nin nasıl olacağı önemli. Kürt meselesinde toplumsal uzlaşmayı sağlarken, Kürtlerin demokratik taleplerinin gerçek anlamda karşılanması için bir sürü değişikliğin yapılması gerekecek. Ben, demokratik yapılanmayı temel alarak yol alınması gerektiğine inanıyorum. İşte bu noktada tartışma yaratmak ve bazı konularda kararlılığın sürdürülmesini sağlamak üzere de bizim desteğimize ihtiyaçları olacak.
Ahmet Davutoğlu, 15 Mart’ta Diyarbakır’da yaptığı konuşmada örtük de olsa “İslam kardeşliğine” vurgu yaparak çözümün gerekliliğine işaret etti. Abdullah Öcalan’ın basına sızan konuşmasında da paralel bir mantığın izlendiği görülüyor. “İslam kardeşliği” üzerinden çözüme gidilirse, gayrimüslimlere dair tutum nasıl olacak? Siz bu görüş benzerliğini nasıl yorumluyorsunuz?
Bu kadar insanın öldüğü bir iç savaşta, halkların bu savaşa fiilen katılmamış olmaması, bir tür hukukun varlığına işaret eder. Hâlâ Kürtler ve Türkler birbirleriyle evlenmeye devam ediyor. Belki siyaseten farklı noktalarda duruyorlar ama bu, İslam kardeşliğinin mevcut olduğunu düşünüyorum. Bu toplumsal bir olgu. İslam kardeşliği barışa yarıyorsa, kullanılsın. Bu dinamikler üzerinden bir barış söyleminin geliştirilmesini yanlış bulmuyorum. Ama gayrimüslimler dâhil, bütün yurttaşların faydalanabileceği bir demokratikleşme, her zaman bizim meselemiz. Bu yeni bir mesele değil. Biz bunun için zaten uğraş veriyoruz. Fakat kanın durması şu an öncelikli hedef olmalı. Sivil siyasete iş düşen noktalar işte buralar. Taraflar hangi zeminde olursa olsun barışsın; biz demokrasi için yine mücadelemizi sürdürürüz.
“İslam kardeşliği” üzerinden oluşturulacak yeni bir ittifakta Türkiye’nin demokratikleştirilmesi öngörülmezse, “sivil aktörler” buna karşı durup “yeni Türkiye’nin” şekillendirilmesinde etkili olabilir mi? Sürece şimdiden müdahil olmak gerekmiyor mu?
Zaten çeşitli yapılar veya kişiler yazıp çizerek, kampanyalar yürüterek sürece müdahil olmaya çalışıyor. Kimse dışarıda durmuyor. Ama açıkçası bunun, karar vericileri etkilediğini düşünmüyorum. Onlar, sosyolojik çoğunluğun dinamikleri üzerinden iş yapıyorlar. Bunu da benimsetmeye muktedirler. Dolayısıyla egemenlerin dışındaki aktörler, ancak ve ancak tartışma başlatabilirler ama sonuca etki edemezler. Öte yandan, beğenmesek de Türkiye’nin belli bir demokrasi geleneği var. Dolayısıyla ben yeni süreçten ümmetçi bir yapı çıkacağını düşünmüyorum. “İslam kardeşliği” barış için bir faktör olarak gündemde. Bu konuda bir endişem yok ama ne kadar demokratikleşeceğimize dair endişem var. Fakta Kürtlerle barış, başka imkânların önünü açar.
Ne gibi imkânlar?
Örneğin gayrimüslimleri olumsuz etkileyeceğini düşünmüyorum. İnşallah. En azından öyle umuyorum.
Hükümet, Anayasa Komisyonu’nun elini hızlı tutmasını, aksi halde kendi anayasa önerilerini referanduma götüreceklerini beyan ediyor. Yeni anayasa yapım sürecini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Biz o komisyonun çalışmalarını televizyondan izleyebilmeliydik. Ama kapalı yürütülüyor. Süreci aksatan kim, niye çalışma ilerlemiyor, bu konuda net bilgilere sahip değiliz. Pek çok kurum, kuruluş, önerilerini iletti. Biz de hem Başkent Kadın Platformu, hem da ayrıca çalışmalarına katıldığım Yeni Anayasa Platformu olarak önerilerimizi gönderdik. Yeni Anayasa Platformu olarak önerilerimizi gönderdik. Ama bunların ne kadarı dikkate alınıyor, meçhul. Ne yazık ki farklı görüşleri dikkate almayan, dayatmacı, buyurgan, üstten, dominant bir siyaset anlayışı var. Başbakan’ın çok da barışçıl bir dil kullandığını düşünmüyorum. Ama artık dile bakmıyorum. Çünkü dil, gerçekleri yansıtmıyor. Bizim şu anki sürece gelmemizin nedeni, tabanın talebidir. İmralı tutanakları dışarı sızınca kıyamet koptu mu, hayır. Apo’nun muhatap alınmasının anlamını herkes çok iyi biliyor. Bu, Türk siyaseti için belki en son düşünülecek bir noktaydı. Radikal bir şey yapılıyor ve herkes buna razı, taban buna razı.
Erdoğan, Mardin mitinginde kadınların sürece katkı sunmasını istedi. Feminist cenahta da kadınların bu süreçteki rolüyle ilgili bir tartışma yürüyor. Siz, kadınların bu sürece nasıl bir katkı verebileceğini düşünüyorsunuz?
Aslında tabandan yükselen talep, kadınların talebi olarak da okunabilir. Kimse için, hiçbir şey evladından daha kıymetli değildir. Evladına mal olan bir politikayı kadınlar asla istemiyor. Ama kadınların taleplerinin Erdoğan’ı etkilediğini de düşünmüyorum. O da popülist bir söylem olarak bu çağrıyı yapıyor. Ben hükümetin iş yapma biçimine katılmıyorum ama bu süreci destekliyorum tabii ki. Ne olursa olsun, bu iş bitsin. Kafamdaki yöntemle uygulanan yöntem uyuşmadığı için eleştirilerim var. Onun dışında ben, hükümetin ciddi bir risk alarak bu işe kalkıştığını düşünüyorum. Samimi değiller noktasında değilim. Onlar da sonuç almak istiyorlar. Fakat hükümetin yöntemi, ona oy veren taban açısından sorun yaratmıyor. Böyle de bir sosyolojik gerçeklik var. Aynı şey Kürt tarafı için de geçerli. Sorun böyle çözülecekse, varsın tartışma olmasın diyenlerdenim.
Temas ve Diyalog Grubu olarak çalışmalarınızı sürdürüyor musunuz?
Evet, birtakım girişimler var ama henüz kamuoyuyla paylaşılmadığı için ben de açıklamayayım. Ama açıkçası, sivil toplum aktörleri tarafından üretilen sivil siyasetin belki de en az etkili olduğu bir dönemden geçiyoruz. Umarım bu böyle devam etmez. (İA/HK)BİANET
İmralı sürecinin şeffaf yürütülmediğine dair eleştiriler yapılıyor. Sosyal çevreniz veya siyasal aktivite içinde bulunduğunuz insanlarda da bu tür eleştirilere tanık oluyor musunuz?
Hidayet Şefkatli Tuksal: Benim temas ettiğim çevrelerin bu sürece ilişkin yaklaşımı net. Fakat kaygılar devam ediyor. Kişisel olarak ben de sürecin şeffaf ilerlemesinden yanaydım. Ne var ki iki taraf da farklı bir yöntemle, kendi aralarında, çok fazla kamuoyuna bilgilendirmeden, biraz oldu-bittilerle hareket ediyor. Açıkçası ben şu noktadayım: Barış olsun, bu iş çözülsün de nasıl olursa olsun! Zaten bizim artık karar vericilere etki edemediğimizi düşünüyorum. Onlar bildikleri gibi davranma konusunda kendilerini güçlü ve yetkili hissediyorlar. Tabanlarından da bu anlamda destek alıyorlar. Tartışmaların bu süreci zora sokacağını düşündüklerini tahmin ediyorum.
2009’da, dönemin İçişleri Bakanı Beşir Atalay önce basının karşısına çıkıp “açılımı” ilan etmiş, daha sonra mecliste, somut planlardan söz etmese de bu süreci değerlendiren bir konuşma yapmıştı. Sonraki tartışmalar ve olaylar, “açılımın” kapanmasıyla neticelendi. Acaba hükümet bu sefer 2009’dakinden, kendince ders alarak mı yol almak istiyor?
Bundan çok emin değilim ama şimdiki siyaset tarzı, bizdeki egemenlerin genel tarzı aslında. Sadece Kürt meselesinde değil, her konuda böyle bir tutum sergileniyor. Biz zaten herhangi bir talepte bulunurken, onların siyaseten de değişmesini istemiş oluyoruz. Ama her iki kesim de mevcut siyasî anlayışlarını bir şekilde kabul ettirmiş durumdalar. Dolayısıyla bizim gibi bir azınlığın şeffaflık talebinin hükmü olmuyor. O yüzden ben bu konuda artık yazı da yazmıyorum. Temas ve Diyalog Grubu olarak kendi aramızda oturup tartışıyorduk. Ama baktık ki iş zaten bir şekilde kotarılıyor.
Dolayısıyla sivil aktörlere iş düşmüyor mu?
Tabii ki böyle bir anlamda söylemiyor. Fakat kendimizi kandırmamızın âlemi yok. Bu işte suyun başını tutanların tavrı ve tarzı belli. Eleştiri ya da önerilerimizin bir anlamı olmadığını görüyoruz. O yüzden, madem böyle barışmaya karar verdiler, böyle olsun, diyorum. Elbette tartışmaların yaratacağı birtakım sancılara mahal vermeden, her iki taraf da kazanımlarını kendi tabanlarına başarı gibi göstererek bir noktaya gelecekler. O noktaya gelinsin, ondan sonra belki sivil siyaset biraz daha etkili olabilir.
Başbakan Erdoğan Mart başında Viyana dönüşü yaptığı açıklamada, barış sürecinde “STK’lar hiçbir işe yaramadı” demişti. Erdoğan’ın bu sözlerini nasıl yorumluyorsunuz?
Kendileri STK’ların katkısına izin mi verdiler? Veya böyle bir destek mi istediler? Zaten kendisi STK’ları bu işin dışında görüyor. Hem, Başbakan için STK kim? TÜSİAD, MÜSİAD. İş örgütlerini STK olarak görüyor. Kabul edelim, Türkiye’de sivil toplum örgütlerinin çok küçük bir tabanı var. STK faaliyetlerini birtakım idealist insanlar yürütüyor. Dolayısıyla başbakan, bana göre sivil toplumu hiç ciddiye almıyor. Onun gözünde sivil toplum örgütleri aktör değil zaten.
O halde sizin tabirinizle “taraflar bir noktaya geldikten sonra”, “sivil aktörler” böyle bir noktada nasıl işlevsel olabilir? Tarafların talepleri ve uzlaşabilecekleri noktalar zaten belli değil mi?
Belli, sivil siyasetin sadece bir tartışma yaratma gücü var. Evet, talepler belli ama bu talepler etrafında toplumsal bir uzlaşmanın sağlanabilmesi için, doğru yönlerden tartışma başlatıp sürdürmek, doğru noktaları ön plana çıkarmak lazım.
“Doğru noktalar” derken neyi kastediyorsunuz?
Herkes şunun farkında ki, taraflar belli bir uzlaşı noktasına geldiğinde Türkiye artık eski Türkiye olmayacak. Fakat yeni bir Türkiye’nin nasıl olacağı önemli. Kürt meselesinde toplumsal uzlaşmayı sağlarken, Kürtlerin demokratik taleplerinin gerçek anlamda karşılanması için bir sürü değişikliğin yapılması gerekecek. Ben, demokratik yapılanmayı temel alarak yol alınması gerektiğine inanıyorum. İşte bu noktada tartışma yaratmak ve bazı konularda kararlılığın sürdürülmesini sağlamak üzere de bizim desteğimize ihtiyaçları olacak.
Ahmet Davutoğlu, 15 Mart’ta Diyarbakır’da yaptığı konuşmada örtük de olsa “İslam kardeşliğine” vurgu yaparak çözümün gerekliliğine işaret etti. Abdullah Öcalan’ın basına sızan konuşmasında da paralel bir mantığın izlendiği görülüyor. “İslam kardeşliği” üzerinden çözüme gidilirse, gayrimüslimlere dair tutum nasıl olacak? Siz bu görüş benzerliğini nasıl yorumluyorsunuz?
Bu kadar insanın öldüğü bir iç savaşta, halkların bu savaşa fiilen katılmamış olmaması, bir tür hukukun varlığına işaret eder. Hâlâ Kürtler ve Türkler birbirleriyle evlenmeye devam ediyor. Belki siyaseten farklı noktalarda duruyorlar ama bu, İslam kardeşliğinin mevcut olduğunu düşünüyorum. Bu toplumsal bir olgu. İslam kardeşliği barışa yarıyorsa, kullanılsın. Bu dinamikler üzerinden bir barış söyleminin geliştirilmesini yanlış bulmuyorum. Ama gayrimüslimler dâhil, bütün yurttaşların faydalanabileceği bir demokratikleşme, her zaman bizim meselemiz. Bu yeni bir mesele değil. Biz bunun için zaten uğraş veriyoruz. Fakat kanın durması şu an öncelikli hedef olmalı. Sivil siyasete iş düşen noktalar işte buralar. Taraflar hangi zeminde olursa olsun barışsın; biz demokrasi için yine mücadelemizi sürdürürüz.
“İslam kardeşliği” üzerinden oluşturulacak yeni bir ittifakta Türkiye’nin demokratikleştirilmesi öngörülmezse, “sivil aktörler” buna karşı durup “yeni Türkiye’nin” şekillendirilmesinde etkili olabilir mi? Sürece şimdiden müdahil olmak gerekmiyor mu?
Zaten çeşitli yapılar veya kişiler yazıp çizerek, kampanyalar yürüterek sürece müdahil olmaya çalışıyor. Kimse dışarıda durmuyor. Ama açıkçası bunun, karar vericileri etkilediğini düşünmüyorum. Onlar, sosyolojik çoğunluğun dinamikleri üzerinden iş yapıyorlar. Bunu da benimsetmeye muktedirler. Dolayısıyla egemenlerin dışındaki aktörler, ancak ve ancak tartışma başlatabilirler ama sonuca etki edemezler. Öte yandan, beğenmesek de Türkiye’nin belli bir demokrasi geleneği var. Dolayısıyla ben yeni süreçten ümmetçi bir yapı çıkacağını düşünmüyorum. “İslam kardeşliği” barış için bir faktör olarak gündemde. Bu konuda bir endişem yok ama ne kadar demokratikleşeceğimize dair endişem var. Fakta Kürtlerle barış, başka imkânların önünü açar.
Ne gibi imkânlar?
Örneğin gayrimüslimleri olumsuz etkileyeceğini düşünmüyorum. İnşallah. En azından öyle umuyorum.
Hükümet, Anayasa Komisyonu’nun elini hızlı tutmasını, aksi halde kendi anayasa önerilerini referanduma götüreceklerini beyan ediyor. Yeni anayasa yapım sürecini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Biz o komisyonun çalışmalarını televizyondan izleyebilmeliydik. Ama kapalı yürütülüyor. Süreci aksatan kim, niye çalışma ilerlemiyor, bu konuda net bilgilere sahip değiliz. Pek çok kurum, kuruluş, önerilerini iletti. Biz de hem Başkent Kadın Platformu, hem da ayrıca çalışmalarına katıldığım Yeni Anayasa Platformu olarak önerilerimizi gönderdik. Yeni Anayasa Platformu olarak önerilerimizi gönderdik. Ama bunların ne kadarı dikkate alınıyor, meçhul. Ne yazık ki farklı görüşleri dikkate almayan, dayatmacı, buyurgan, üstten, dominant bir siyaset anlayışı var. Başbakan’ın çok da barışçıl bir dil kullandığını düşünmüyorum. Ama artık dile bakmıyorum. Çünkü dil, gerçekleri yansıtmıyor. Bizim şu anki sürece gelmemizin nedeni, tabanın talebidir. İmralı tutanakları dışarı sızınca kıyamet koptu mu, hayır. Apo’nun muhatap alınmasının anlamını herkes çok iyi biliyor. Bu, Türk siyaseti için belki en son düşünülecek bir noktaydı. Radikal bir şey yapılıyor ve herkes buna razı, taban buna razı.
Erdoğan, Mardin mitinginde kadınların sürece katkı sunmasını istedi. Feminist cenahta da kadınların bu süreçteki rolüyle ilgili bir tartışma yürüyor. Siz, kadınların bu sürece nasıl bir katkı verebileceğini düşünüyorsunuz?
Aslında tabandan yükselen talep, kadınların talebi olarak da okunabilir. Kimse için, hiçbir şey evladından daha kıymetli değildir. Evladına mal olan bir politikayı kadınlar asla istemiyor. Ama kadınların taleplerinin Erdoğan’ı etkilediğini de düşünmüyorum. O da popülist bir söylem olarak bu çağrıyı yapıyor. Ben hükümetin iş yapma biçimine katılmıyorum ama bu süreci destekliyorum tabii ki. Ne olursa olsun, bu iş bitsin. Kafamdaki yöntemle uygulanan yöntem uyuşmadığı için eleştirilerim var. Onun dışında ben, hükümetin ciddi bir risk alarak bu işe kalkıştığını düşünüyorum. Samimi değiller noktasında değilim. Onlar da sonuç almak istiyorlar. Fakat hükümetin yöntemi, ona oy veren taban açısından sorun yaratmıyor. Böyle de bir sosyolojik gerçeklik var. Aynı şey Kürt tarafı için de geçerli. Sorun böyle çözülecekse, varsın tartışma olmasın diyenlerdenim.
Temas ve Diyalog Grubu olarak çalışmalarınızı sürdürüyor musunuz?
Evet, birtakım girişimler var ama henüz kamuoyuyla paylaşılmadığı için ben de açıklamayayım. Ama açıkçası, sivil toplum aktörleri tarafından üretilen sivil siyasetin belki de en az etkili olduğu bir dönemden geçiyoruz. Umarım bu böyle devam etmez. (İA/HK)BİANET