1 MAYIS EMEĞİN, SERMAYEYE MEYDAN OKUDUĞU GÜNDÜR
Anlaşılmaktadır ki AKP, Kürt sorununun çözümü için PKK’ye silah bıraktırmak amacıyla sürdürdüğü süreçte, bir yol haritasına (taktik plana) sahip değil. Sadece genel olarak ezberinde olan iki stratejik hedefi var: Kürtler arasında siyasal İslamı
yaygınlaştırmak ve bölgeyi tüm yönleriyle kapitalist pazara açmak.
Tayyip Erdoğan daha önce atmam dediği adımları bir bir uygulamaya başladı. “Kimmiş bu akil adamlar, bu kadar akil adam mı bulunur!” diye karşı çıktı, 7 bölgeye 7 Akil İnsanlar Heyeti oluşturdu. “Meclis’in bu konuda yapacağı bir şey yok, devlet yapar” dedi, CHP’nin üç ay önce verdiği önergeye sarılıp Çözüm Süreci Araştırma Komisyonu kurulma kararını Meclis’ten kavga gürültüyle geçirdi. PKK’lilerin sınır dışına çekilmesi için “sadece sözlü garanti yeter” dedi, şimdi askere yazılı talimat vereceğini söylüyor. Anlaşılan bir taktik plana sahip olan kişi Tayyip Erdoğan değil, Abdullah Öcalan. Tüm bu gelişmelerin ardından Öcalan’dan yeniden “normalleşme” ve “geri çekilme” mesajı geleceği açıklandı. Kongra-Gel Başkanı Remzi Kartal’a göre Öcalan karşısındakine güven vermek için sıralamayı değiştirdi ve çekilmeyi yasal güvence talebinden öne aldı. Öcalan, AKP’ye güvenmek istiyor olabilir; ancak aslında bu topraklarda AKP kimse için güvenilir değil. Taktik adımlar Öcalan’a ait olabilir ama onları uygulayan AKP olduğu için, hepsinin içeriğini kendisine göre şekillendirmekte. İşte Akil İnsanlar topluluğu. Oluşturulma biçimi bile en baştan “akil insan” mantığına aykırıdır. Olması gereken, bağımsız bir kurum tarafından, toplumun her kesiminden gönderilen insanları kabul ederek (seçerek değil) görevlendirmesidir. Oysa olan nedir? AKP tarafından, daha doğrusu Tayyip Erdoğan tarafından seçilmiş şahsiyetlerin atanmasıdır. (1) Doğal olarak da bu şahsiyetler, AKP’nin kendisini yıpratmadan AKP propagandası yapmak için sahaya inmektedirler. Bunlar “bağımsız akil insan” değil, “iliştirilmiş (2) akil insan”dır. Akil insan seçimi toplumsal muhalefet cephesinde de kırılmalara neden oldu. KESK Başkanı’nın akil insan olarak atanması, isminden değil, sıfatından kaynaklıdır. Ancak bu sıfata sahip olmasına, bu sıfatı kullanmasına rağmen, KESK’in yetkili organlarından yetki almadığından durum KESK içinde ciddi bir krize neden olmuştur. Kürt hareketinin bu konudaki ısrarı ise 1 Mayıs öncesi bu kritik dönemde sınıf mücadelesini olumsuz etkilemekte ve daha da kötüsü bu durumun süreceği görülmektedir.
Benzer bir biçimde Meclis komisyonunun oluşturulması da AKP tarzı oldu. Burada da olması gereken Meclis’teki tüm partilerin katıldığı bir komisyonun oluşmasıdır ki bu aynı zamanda bir siyasal (yasama erki) meşruiyet oluştursun. Ancak Tayyip Erdoğan MHP ve CHP’yi yanına almak için hiçbir çaba sarf etmediği gibi tam tersine karşısına almak için yırtınmıştır. Ama sonuçta bir komisyon kurulmuş mudur, kurulmuştur. Bu AKP için yeterlidir.
Sürecin Kürtler lehine olabilecek her aşamasına Tayyip Erdoğan pragmatizmi damgasını vurmaktadır. Ancak AKP ve sermaye lehine olabilecek her adım ise en ince ayrıntısına kadar özenle hayata geçirilmektedir. Örnek mi? Kutlu doğum haftası (3) etkinlikleri. Aylardır özel olarak hazırlanıldığı belli olan bu hafta AKP tarafından bir fırsata dönüştürülmüş ve bölgede Newroz gösterilerine rakip bir organizasyon olarak hayata geçirilmeye çalışılmıştır. Neredeyse bütün devlet kadroları özel olarak bölgede, genel olarak tüm yurtta işlerini güçlerini bırakıp gericiği yaymakla, dini suiistimal etmekle meşguller. Tatvan Kaymakamı bu hafta içinde doğan çocuklara peygamberin ismini veren ailelere altın dağıtıyor ki, bu doğrudan yoksulluğun dini söylemlerle istismar edilmesidir. Başka biri ise Kuran’ı hatmeden ilkokul çocuklarına ayakkabı veriyor, hatim yoksa ayakkabı da yok. Benzerleri de çok yaygın. Ancak farklı olan bir gelişme de mevcut; Diyanet İşleri Başkanı Batman Üniversitesi’nden başlayarak üniversite içlerine cami inşaatlarının temellerini atmaya başladı. 55 üniversitenin kampüsüne cami yapacaklarmış. Kısacası; üniversiteli gelmiyorsa camiye, cami gider üniversiteye. Bu durum üniversitelere dönük gerici kuşatmanın nasıl bir biçim kazanacağını gözler önüne sermektedir. Bu kuşatmayı yaracak olan güç ise elbette gençliğin devrimci eylemi olacaktır.
Son günleri asıl fırsata çeviren ise Hizbullah oldu. Dicle Üniversitesi’nde Kutlu Doğum Haftası etkinliği yapma gerekçesiyle başlayan Hizbullah saldırıları, diğer gerici gruplarla birleşerek ülkedeki bütün üniversitelere yayıldı. Kontrgerilla eliyle kurulup, polis ve asker eliyle beslenen Hizbullah (4) bir yandan diğer gerici grupları bir amaç doğrultusunda ortak hareket ettirme fırsatı yaratırken, diğer yandan Bölgede PKK’ye alternatif bir güç olma iddiası yakalamıştır. Nasıl bir alternatif olacağında ise en ufak kuşkuya yer yok, Hüda-Par Başkanı’na göre “Aleviler ve solcular Kürtleri bölmeye çalışıyor”. Bu noktada Aleviler konusunda bir parantez açmaya gerek var; tüm bu süreç boyunca Aleviler ya yok sayılıyor ya da hedef haline getiriliyor. Bunun nedeni sadece, AKP kadrolarının sahip olduğu yaygın Sünni gericiliği değil, AKP’nin Kürt sorununu nasıl çözeceğinin, daha doğrusu Kürtleri nasıl çözeceğinin planında saklı. Kürt nüfusunun büyük çoğunluğu Sünni ve bu durum AKP’ye Alevi düşmanlığı üzerinden örgütlenme olanağı sağlıyor. Diğer yandan bu süreçte AKP, en çok PKK içindeki solcuların, özellikle önder kadrolardaki solcuların çıkardığı “arıza”lardan şikayet etmekte, tesadüfe bakın ki bu solcuların çok büyük bir bölümü Alevi. Özel olarak kullanılan bu Alevi düşmanlığı aynı zamanda solcuların da tasfiyesini sağlayacak, AKP planına göre.
Aleviler başta olmak üzere Kürt sorununda “çözüm” iddiasının dışladığı kesimlerde tedirginlik büyümekte, sınıf eksenli bir aydınlanma mücadelesi verilmediği sürece bu tedirginlik bir başka gericiliğin yani sosyal şovenizmin kaynağı haline gelmektedir. Bu konuda “bir takım” solcuların katkısı da kaygı verici boyutlara ulaşmaktadır. Satır arası okumalarla icat ettikleri korkuları (komploları) hiçbir toplumsal sonucunu dert etmeden sözde sosyalist siyaset diye sunanlar, yarın İşçi Parisi’nden başka müttefik bulamayacaklar.
Oysa ki Dicle Üniversitesi’nde başlayan ve Batıdaki üniversitelere yayılan gericilere karşı direniş/Kürt öğrencilerle dayanışma eylemleri, “gerçek barış” sürecinin iki ana öznesini yani Kürt hareketinin ilerici unsurlarıyla sosyalistleri görünür kıldı. (5) Ancak sürecin /sorunun /çözümün öznesi, Kürt ezilen halkı değil de Kürt ulusu olarak tanımlandığında ise her ilerici direniş potansiyeli bu “kritik sürece”, “ulusal birliğe” zarar verecek hareketler olarak tasnif edilip, Kürt siyasal hareketinin bazı temsilcilerinden “uyarı” bile alabiliyor. Görülmektedir ki tüm bu iniş çıkışlar, siyasal aktörlerin rol kapma, etkin olma girişimleri ve çarpık anlayışların yayılma faaliyetleri devam edecek. Ancak solcular, ilericiler için bir gün fırsatı önümüzde duruyor; 1 Mayıs. AKP iktidarın “çözüm süreci” adı altında kendine muhalif tüm kesimleri; emekçileri, Kürtleri, Alevileri sessiz seyirciler konumuna itmeye, susturmaya, tüm inisiyatifi eline alarak süreci yönetmeye çalıştığı bu dönemde 2013 1 Mayıs’ı sömürünün, savaşın ve gericiliğin iktidarı AKP’ye karşı emeğin ortak sözünün en güçlü bir biçimde söylendiği gün olacak,  olmalı.
4+4+4’le birlikte gündeme gelen “kıyafet serbestliği” yönetmeliğine eşlik eden Memur-Sen’in “sivil itaatsizlik” adını vererek yaptığı çağrı ve üye öğretmenlerin başörtüsü takarak okula gitmesi ile bugün liseler başta olmak üzere eğitim sisteminde türban yaygınlaşmaya başlamıştır. Nabi Avcı’nın “yönetmeliği gözden geçirme” taktiği, bir taraftan oluşan tepkileri “beklemeye” iterken, asıl olarak kılık kıyafet yönetmeliğinin, “özgürlük” adı altında türbanı okula sokma, dinsel baskı ve ayrımcılığı ve cinsiyet eşitsizliğini ilkokuldan itibaren derinleştirme hedefi için değiştirildiğini göstermektedir. AKP inançsız olmayı “suç” olarak niteleyen bir sistem yaratmaktadır. Fazıl Say’ın başına gelen budur. AKP’nin yağma ve talan düzenini dinsel bir örtü altında saklayamaması, emekçiler cephesini bölememesi için AKP iktidarını hedefe koyan gericilik karşıtı bir mücadele görevi bugün sosyalistlerin önünde durmaktadır. 2013 1 Mayıs’ına emeğin gericiliğe karşı mücadelesinin bayrağını taşıyacağız.
AKP iktidarı 10 yıl boyunca emeğe, doğaya dönük saldırganlık politikalarının yarattığı her tür yıkımın politik sonuçlarını, iktidarını koruyacak bir “kriz yönetme” stratejisini süreklileştirerek atlatmaya çalıştı. Ancak bu durum aynı zamanda AKP’nin en güçlü göründüğü anın en kırılgan anı olduğunu bize defalarca gösterdi. AKP “ana akım” muhalefet karşısında değil, hak mücadeleleri karşısında afalladı, bocaladı. Çünkü açık ki hak mücadeleleri AKP’nin iktidarının üzerine kurulduğu neoliberal sömürge kapitalizminin kalbine yöneliyor. Çünkü neoliberal programın karşısına “haklarımız” için dikildiğimizde ne insanlığa vaat edecek bir şeyi ne de dinsel gericilik ve baskı aygıtları dışında meşruluğunu yaslayabileceği dayanağı kalan iktidar sarsıntıya uğramaktadır. İşte bundandır Hopa’dan ardına bakamadan kaçması, bir yumurtanın muktedirin korkulu rüyası haline gelmesi ve hasta bir kadının AKP’li bakanın karşısında sağlık hakkını savunmasının AKP’nin tüm çürümüş sisteminin maskesini düşürüvermesi. İşte 2013 1 Mayıs’ı halkın hakları için AKP’nin ve sermayenin karşısına dikilmenin günü olacak. Dilek, ben “ilaç” dedim o “para” diyordu. Onlar her para dediğinde biz hak diyeceğiz.
AKP iktidarının krizi yönetme stratejisinde burjuvazinin tarihsel taktiği, yani kendi çıkarını emekçilerin çıkarı gibi göstermek en önemli yerlerden birini tutuyor. İşte en son Çalışma Bakanı’nın gündeme getirdiği “taşeron yasası” AKP tarafından emekçilere müjde olarak sunuluverdi. Var olan İş Kanunu’nda zaten varolan, ama uygulanmayan işçi lehine hükümleri ardı ardına sayarak verilen müjdenin arkasından taşeronun yayılması, kiralık işçilik, asli işverenin sorumluluklarının ortadan kaldırılması çıktı. Ne tezgah ama. Emekçiler tarafında şu an ki veriler bile durumun “vahametini” ortaya koymaya yeterken AKP çok daha kötü bir gelecek yaratma peşinde. Türkiye’de 24,5 milyon çalışan var, bu 24,5 milyona giremeyen 2,5 milyon da işsiz var. Çalışanların 9 milyonu ise kayıt dışı çalıştırılıyor, geriye kalan 16 milyonun yüzde 47’si asgari ücret ile çalışmak zorunda. 10 milyon kayıtlı işçinin ise sadece yüzde 6,5’i sendikalı (tabii ki büyük oranı Türk-İş ve Hak-İş). Ve geçen 1 Mayıs’tan bu 1 Mayıs’a ölen işçi sayısı ise 850, yaralanan 5000’den fazla (tabii ki kayıt ettirilenler).
AKP bu ülkeyi Taşeron Cumhuriyeti’ne, ucuz emek cumhuriyetine çevirmekte kararlı. Onun karşısında bu taşeron cumhuriyetini yıkmaya kararlı bir emek hareketi gerekiyor.
Bu koşullarda DİSK olağanüstü kongresi tepeden tırnağa bir yenilenme ve iddia ile donanmasa da yıllardır yeni işçi hareketinin mayalandığı dinamikleri, yani güvencesizlerin örgütlenmesini işaret ederek büyük bir özveri, emek, enerji ve militanlıkla mücadele eden Devrimci Sağlık İş sendikasını ve onun genel başkanını delegelerin seçimi ile (kapı arkası mutabakatlara rağmen) Genel Sekreterliğe getirmiştir. “Sosyalistlerden” emek hareketinin geleneksel kadrolarına kadar, “Taşeron işçi örgütlenemez, toplu iş sözleşmesi olmadan hak kazanılmaz” diyenler, engel olan, bariyer olanlar bugün en geleneksel sendikal anlayışın bile kaçamayacağı duruma gelen taşeron belasına karşı mücadeleden söz ediyor. İşte burada yılların birikimi ile fiili, meşru, militan sendikacılık anlayışını inşa eden çizgi, tabanın desteğini kazanarak ilerliyor. DİSK’e sihirli değnek değmeyecek ancak yeni olanın ışığı ve yaratıcılığı emek hareketi için yeni bir kapıyı aralayacak. 2013 1 Mayıs’ı emek hareketi açısından DİSK’in bayrağında Taşeron’a karşı başkaldırının yazacağı bir 1 Mayıs olacaktır.
Unutulmamalıdır ve tekrar tekrar hatırlanmalı ve hatırlatılmalıdır ki:
1 Mayıs, tarihle geleceğin buluşma noktasıdır. İşçi sınıfının komünden sovyete, oy hakkından 8 saatlik çalışma hakkına kanı ve canıyla yazdığı mücadele tarihiyle işçi sınıfının iktidar mücadelesinin yani sosyalizm hedefinin buluştuğu meydandır 1 Mayıs meydanı. 1 Mayıs, simgelediği tarih ve gelecek dışında bugünün çatışmaları ve devrimci dinamiklerinin de o meydana çıktığı, emeğin sermayeye o meydanda “meydan okuduğu” günüdür.
 NOTLAR
(1) Taraf gazetesinden 8 eski-yeni kişi, Yeni Şafak’tan 4 kişi. Bunlar neye göre kime göre akildir?
(2) ABD tarafından icat edilmiş bir savaş gazeteciliği türü. ABD askerleri ile birlikte savaşa katılan ve onların içinde haber yapan gazetecilere verilen isim. Dolayısıyla dünyadaki hiçbir gerçek haberci bunların geçtiği haberlere güvenmez.
(3) Bu hafta Fetullah’ın keşfi. Peygamberin doğuşu zaten Mevlid Kandili ile kutlanmakta. Burada “ufak” bir oyun yapılıp, Hicri takvim, Rumi takvim ayarıyla Nisan ayının bu haftası doğum haftası ilan edilmiş durumda. Böylece Fetullah’ın doğumunun da bu haftaya denk gelmesi “tesadüf” olmuş. Ancak hepsinden önemlisi Hıristiyanların Noel Bayramının benzerinin kopyalanarak uyarlanmasıdır.
(4) Hatırlayalım, Hizbullah üyeleri AKP döneminde yasal düzenlemelerle serbest bırakılmış, bir kısmı yurtdışına kaçarken, Hizbullah örgütü de yasal parti kurma sürecine girmişti: Hüda-Par.
(5) Umalım ki bu son gelişmeler, Kürt hareketini bir bütün olarak İslamcı gericilikle işbirliği yapmakla itham eden bazı solcu grupların, kendi analizlerini ve bu analizler üzerinden yaptıkları çıkarımları bir kez daha gözden geçirmelerine neden olsun. SENDİKA.ORG
Daha yeni Daha eski