MS 1500 yılında Avrupalı sömürgeciler dünyaya yayılmaya başlarken farklı kıtalardaki halklar teknoloji ve siyasal örgütlenme bakımından büyük farklılıklar gösteriyordu. Avrupa’da, Asya’da metal aletler kullanan büyük imparatorluklar varken Amerika’da Aztekler ve İnkalar taştan yapılma aletlerle büyük imparatorluklar yönetiyordu.

Avrasya ve Amerika’nın bazı bölgelerinde halklar birbirinden bağımsız olarak yazıyı bulmuşlardı. Güney Amerika And Dağları’nda bronz aletlerin üretimi 1500 yılından önce başlarken Avrasya’nın bazı bölgelerinde 4000 yıl önce başlamıştı. Buna rağmen yıllarca basit taş aletler kullanmaya devam eden toplumlar vardı. Peki insanlar neden bu kadar farklı hızlarda gelişim gösterdi? Tüm bunların sebebi o halkların metal aletleri kullanmayı düşünememesi veya evrimsel olarak geri kalmışlıkları mıydı?  Sorunun cevabı tabi ki hayır.
Tüm bunların nedenleri bugün gösterilmeye çalışılan ve en iyi bilimciler tarafından bile yanlış bir şekilde aktarılan evrimsel gerilik gibi bir çarpıtmadan ziyade toplumların yaşadıkları coğrafi koşullarla ilgilidir. Bugün hala farklı hızdaki gelişimin sonucu sürmektedir. Afrika’nın çoğu bölgesi hala sömürülmeye çalışılırken, çoğu bölge de kapitalist sistemin pazarı olarak görülmektedir.
Bu yazı, “uygar” medeniyetler olarak gösterilen toplumların ileri, daha gelişmiş veya daha iyi olarak gösterilmesini değil, farklı hızda gösterilen gelişmenin yarattığı sonucu ve toplumların birbirleri üzerinde kurdukları üstünlüğün arka planını araştırıyor.
Irklar genetik olarak birbirine üstünlük sağlayabilir mi?
Hindistan’dan Batı Avrupa’ya Kadar olan bölgede yaşayan halkların çoğunu ortak bir ırk kabul eden “ari ırk” teorisine göre, aslında Avrupalı olan bu kavim Hindistan’ı istila etmiş ve bugün Hindistan’daki kast sistemi, ve yerel din bu istila sonucu ortaya çıkmıştır. 2009 yılında ise ABD’deki üniversitelerde yürütülen ortak bir genetik araştırma sonucunda bu sosyal gruplar arasında genetik büyük farklar saptamanın imkansız olduğu ortaya çıkmıştı. Bu araştırmaya göre de kast sisteminin böyle bir istilanın ürünü olmadığı anlaşılmıştı. “Ari ırk” teorisi siyasi boyutta ilk defa Hindistan’ın İngilizler tarafından işgali sırasında desteklenmiştir. İngilizler işgali haklı çıkarmak için Hindistan’ın zaten eskiden Avrupalı bir kavim olan Ariler tarafından istila edildiği yönündeki bu iddiaları savunmuştu. Ayrıca Almanya’da Adolf Hitler döneminde ari ırk kavramı zirveye ulaşmıştı. Hitler, Yahudileri ve Çingeneleri ülkedeki aksaklıkların sorumlusu olarak göstererek tarihin en büyük soykırımlarından birini gerçekleştirdi. Alman ırkının üstün ırk olduğunu söyleyen Hitler, saf Alman ırkını elde etmek ve korumak için çalışmalar yaptırdı.
Hindistan’dan Batı Avrupa’ya Kadar olan bölgede yaşayan halkların çoğunu ortak bir ırk kabul eden “ari ırk” teorisine göre, aslında Avrupalı olan bu kavim Hindistan’ı istila etmiş ve bugün Hindistan’daki kast sistemi, ve yerel din bu istila sonucu ortaya çıkmıştır. 2009 yılında ise ABD’deki üniversitelerde yürütülen ortak bir genetik araştırma sonucunda bu sosyal gruplar arasında genetik büyük farklar saptamanın imkansız olduğu ortaya çıkmıştı. Bu araştırmaya göre de kast sisteminin böyle bir istilanın ürünü olmadığı anlaşılmıştı. “Ari ırk” teorisi siyasi boyutta ilk defa Hindistan’ın İngilizler tarafından işgali sırasında desteklenmiştir. İngilizler işgali haklı çıkarmak için Hindistan’ın zaten eskiden Avrupalı bir kavim olan Ariler tarafından istila edildiği yönündeki bu iddiaları savunmuştu. Ayrıca Almanya’da Adolf Hitler döneminde ari ırk kavramı zirveye ulaşmıştı. Hitler, Yahudileri ve Çingeneleri ülkedeki aksaklıkların sorumlusu olarak göstererek tarihin en büyük soykırımlarından birini gerçekleştirdi. Alman ırkının üstün ırk olduğunu söyleyen Hitler, saf Alman ırkını elde etmek ve korumak için çalışmalar yaptırdı.
Toplumlar arasında görülen teknolojik farklılık evrim teorisinin ve genetik biliminin ortaya çıkışı ile ırkların genetik açıdan daha ileri ve geri olduğu şeklinde açıklanmaya başlandı. Buna göre Avrupalıların Afrikalılardan daha ileri olduğu fikri hâkim kılınmaya çalışıldı.
Bugün hala bu şekilde düşünen pek çok insan var. Eğer durum böyle olsaydı yerli birçok kabile sanayileşmiş toplum düzenine geçtiklerinde yeni düzene bu kadar çabuk ayak uyduramazlardı. Avustralya’da yerli halk 40 bin yıldır metal kullanmadan avcı/yiyecek toplayıcı kabileler halinde yaşarken burayı “keşfeden” beyazlar bir yüzyıl içinde metal alet kullanabilen, sanayileşmiş, okuryazar bir toplum yarattı. Eğer genetik açıdan bir geri kalmışlık olsaydı, toplum karmaşık tüm bu sürecin dışında kalacak ve ancak evrimsel olarak bunları anlayacak düzeye geldiğinde uygarlığın temelleri olarak gösterilen bu olguları anlayacak ve uygulayacaktı.
Birbiriyle karşılaştırılan halklar arasında toplumsal çevre ve eğitim olanakları bakımından farklar vardır. Ancak bu farklılıklar bir süre sonra halkların birbirleri üzerinde hegemonya kurmasına neden olmuştur. Örneğin Kızılderili topluluklarının esir alınması böyle bir sürecin sonucudur. MÖ 11.000 yılı dolaylarında veya daha önce Sibirya, Bering Boğazı, Alaska yoluyla Amerika’ya geçen topluluklar kıta boyunca yayılıp diğer toplumlardan yalıtılmış olarak gelişirler. 1462’de Kristof Kolomb’un Amerika’da Karayip Adalarını “keşfiyle” yalıtılmış bu topluma ulaşılır.
Yerlilerin çelik, silah ve mikropla tanışması
1532’de Amerikan yerlileri ile Avrupalılar arasında acı bir karşılaşma olur. Büyük bir yerli topluluk olan İnka imparatorluğu bu dönemde hüküm sürmektedir. Bir gün İspanyol fatih Francisco Pizarro 168 kişilik mürettebatıyla birlikte yola çıktığı ekiplerden koparak Panama’nın kuzeyinde kaybolur. Peru’nun Cajamarca bölgesini bulan Pizarro İnka yerlileriyle karşılaşır ve sayıca çok olmalarından oldukça korkar. Karşılarında 80 bin kişiden oluşan bir ordu durmaktadır. Bir-iki gün nöbet tutarlar. Sonra İnka imparatorun Atahualpa’dan bir haberci gelir ve Pizarro, imparatorla bir arkadaş olarak tanışmak istediğini, onu bir dost ve kardeş gibi karşılayacağını, istediği zaman yanına gelebileceğini iletmesini söyler. Bundan sonra Pizarro birliklerini farklı yerlere gizler. İmparator tahtlar üzerinde taşınarak geldiğinde Pizarro ona rahibi gönderir. Rahip Kitabı Mukaddes’i imparatora uzatır ve “Tanrı ve Hıristiyanlar adına sizden rica ediyorum, onların dostu olun, çünkü Tanrı’nı isteği budur, bu sizin de iyiliğinizedir” der. İmparator kitaba bakıp geri fırlatır. Rahip sinirlenir ve bunlara haddini bildirin diye Pizarro’ya koşar. Zırhlı İspanyol birlikleri, süvariler ve piyadeler saklandıkları yerlerden çıkıp silahsız yerlilerin üzerine saldırırlar. 40 bin kişi çok kısa bir süre içinde öldürülür.  Topu topu 168 kişiden oluşan İspanyol birliğe ise hiçbir şey olmamıştır.  Bu durumun arkasında yatan neden İspanyolların sahip oldukları çelik kılıçlar, çelik zırhlar, tüfekler ve atlardır. Yerli halk buna ancak taşlarla, sopalarla yanıt verebilmiştir. Sayıca çok daha üstün olmalarına rağmen yenilip esir düşmüşlerdir.
Peki tüfekleri ve çelik silahları üretenler, okyanusları aşan gemiler yapanlar, okuryazar olanlar neden İnkalar değildi de Avrupalılardı?
Bu sorunun cevabı İspanyolların ve İnkaların yaşadıkları bölgelerin konumları, koşulları, toplumların karşılaştıkları problemler gibi olgulara bağlı. İspanyollar yaşadıkları yer sayesinde gelişkin bir tarıma sahiplerdi. Evcilleştirilmeye müsait hayvanlar kıtalarında yaşıyordu ve bronz, demir gibi metallere yer altı kaynaklarından kolaylıkla erişebilmişlerdi. Çeşitli bulaşıcı hastalıklara karşı direnç kazanmışlardı. Komşularından yalıtık değillerdi ve çoğu şeyi onlardan kolaylıkla öğrenebilmişlerdi. Yazıyı kullanmışlar ve siyasal birlikler oluşturmuşlardı.
Peki tüm bunlar nasıl oluyor da bu kadar farklı toplumların ortaya çıkmasına neden oluyor?
Örneğin bulaşıcı hastalıklar bu farkın oluşmasına ve bir halkın diğeri üstünde üstünlük sağlamasına nasıl etki etmişti?
Avrupalılar 1500′lü yıllara kadar topraklarında çıkan çeşitli bulaşıcı hastalıklara karşı bağışıklık geliştirmişti. Burada görülmeye başlayan hastalıklar yüzyıllarca birçok insanın ölümüne yol açsa da sonunda bu hastalıklara bağışıklık geliştirmiş insanların hayatta kalması ve direnç geliştirmesiyle gizli kalmayı başarmıştı. Ancak Avrupalı istilacılar fetihlerinde bu hastalıkları bağışık olmayan insanlara bulaştırdılar. Çiçek, kabakulak, grip, tifüs, hıyarcıklı veba gibi Avrupa’da her zaman görülen hastalıklar istila edilen kıtalarda birçok kişinin ölümüne yol açtı. Bu durum Avrupalıların fetihlerinde önemli rol oynadı. Örneğin 1520 yılında ilk İspanyol saldırısı başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Ancak beraberinde İspanyollardan bulaşan çiçek hastalığı Azteklerin tahminlere göre %10-50 sinin kırılmasına yol açtı. Tahttaki Cuitláhuac da kısa sürede öldü. Arkasından 1570′lerde tifüs salgını oldu. 1492-1600 yılları arasında Avrupalılar gelip Amerika’ya yerleşmeden en yoğun nüfuslu, örgütlü yerli toplulukları yok olup gitmişti. Aynı durum Güney Afrika’da San halkının 1713 yılında Avrupalı göçmenlerden bulaşan çiçek hastalığı ile kırılmalarında, 1788 yılında İngilizlerin Sindey’e yerleşmelerinde de etkili oldu. Avrupalı istilacıların bu kadar örgütlü halkları bu kadar kısa sürede ortadan kaldırmalarının nedenlerinden biri budur. Ancak sıtma, sarıhumma ve Hindistan, tropik Afrika, Güneydoğu Asya ve Yeni Gine gibi yerlerdeki bazı hastalıklar Avrupalıların bu bölgelerde sömürge kurmalarını güçleşmiştir.
Ayrıca yerli kabilelerde ve imparatorluklarda imparatorun tanrı benzeri bir yere konulduğu bir örgütlenme vardı. İnkaların bu kadar çabuk çözülmesinde İspanyolların ilk olarak imparatoru esir düşürmesi etkili olmuştu. Böylece tüm İnka ordusu çabucak çözüldü ve bu da İspanyolların işini kolaylaştırdı.
Tarım ve evcil hayvanların toplumların gelişimindeki rolü
Ancak tüm bunların etkili olmasında en önemli etken yiyecek üretiminin farklı tarihlerde başlamasıdır. Bitkilerin az miktarı toplanmaya değer kalori oranındadır. Karadaki biyo-kütlenin çoğunu odunsu bitkiler ya da yapraklar oluşturur. Bunların çoğu da insanlar tarafından sindirilemez. Bitkilerin ancak %0,1 ‘i yenmeye değerdir ve dağılımları dünya üzerinde eşit değildir. Tarımın ortaya çıkması ile az sayıdaki bu türler ekilerek yüksek miktarda ürün elde edilmiş ve sonuç olarak nüfus artışı da beraberinde gelmiştir. Ayrıca komşu bölgelerde yaşayan avcı/yiyecek toplayıcılar komşularında tarımı öğrenmiş veya komşuları tarafından istila edilerek yerlerini onlara devretmişlerdir.
Yine hayvanları evcilleştirmiş toplumların da önemli bir avantajı vardır. Evcil hayvanlara sahip toplumlar hayvanın etinden, sütünden, yumurtasından yararlanırken hem gübresini kullanmışlar hem de tarımda saban çektirerek faydalanmışlardır. Böylece evcil hayvanlar kısa sürede bulunduğu toplumlarda avlanması zor, tehlikeli hayvanların yerlerini alarak hayvansal protein kaynağını oluşturmuştur. Ancak hayvanların dağılımı yiyecekte olduğu gibi farklılık gösterir.
Bunlar arasında evcilleştirilebilecek kapasitede olan hayvanlar ise dünya üzerinde farklı şekilde dağılmalarına ek olarak tür sayısı olarak da azlardır. Örneğin koyun şu an her yerde görülse de ilk olarak Orta ve batı Asya’da evcilleştirilmiştir. Keçi Batı Asya’da, inek Avrasya ve Kuzey Afrika’da, domuz bütün Avrasya ve Kuzey Afrika’da; at, güney Rusya’da evcilleştirilmiş ve bugün her yere dağılmıştır. Ancak deve, lama, rengeyiği, yak gibi hayvanlar iklim koşulları gibi nedenlerle bu bölgelerde kalmışlardır. Evcilleştirmenin zamanı ve yeri toplumların gelişiminde de belirleyici olmuştur. Ancak sadece başlangıç yeri ve başlama zamanı değil, tarımın ve evcil hayvanların yayıldığı veya yayılabildiği bölgelerin tüm bunlara gösterdiği hızlı adaptasyon da bu konuda etkili olmuştur.
Göçebe hayatın zorlukları, yerleşik yaşamın avantajları
Tarımın ve hayvanları evcilleştirmenin bir sonucu olarak toplumlar ektikleri tarlaları bırakmadan evcil hayvanlarıyla yerleşik düzene geçmek zorunda kalmışlardır. Yaban hayvan ve yiyecek aramak zorunda kalan toplumlar sık sık yer değiştirirken tarım yapan toplumlar yerlerini korumaya çalışır. Göçebe toplumlarda sürekli yer değiştirmekten kaynaklı çocuk bakmak ve taşımak çok zordur. Ancak yerleşik toplumlarla bu sorun azalır ve nüfus artışına izin verir. Ayrıca tarım ürünleri ve evcil hayvanlardan elde edilen lifler giyecek, balık ağı gibi malzemeler yapmakta kullanılır. Bu da toplumların yaşam kalitesini arttırır.
Yerleşik olmanın ve ürünlerin depolanmasının sonucu olarak yiyecekler üzerinde denetim kuran, vergi alan, kendi karnını doyurma gereğinden kurtulan ve tüm zamanını siyasal etkinliklere harcayabilen siyasal bir seçkinler sınıfı ortaya çıkmıştır. Bu durum, siyasal olarak merkezileşmiş, toplumsal olarak karmaşık, teknolojik yeniliklere açık toplumların kurulmasını beraberinde getirmiştir. Ancak zincirleme gelişen tüm bu olayların başlangıç zamanı toplumların gelişimde önemli bir role sahiptir. Örneğin “Bereketli Hilal” denilen Mezopotamya ile Doğu Akdeniz kıyılarına kadar uzanan bölge ile Güneybatı Avrupa’nın Akdeniz kıyısı aynı iklime sahiptir ancak “Bereketli Hilal”dekiler tarıma MÖ 8500 yıllarında geçerken Güneybatı Avrupa’dakiler 3 bin yıl sonra geçtiler. Güney Afrika Cape Town bölgesinin Akdeniz iklimine benzeyen bölgelerinde hiç geçilmedi. Yiyecek üretimine geçilmesi veya tarımın ne olduğunu bilmeyen toplumlarda tarımın başlaması yiyecek bulmanın güçleşmesi ve avlanan bazı hayvanların soyu tükenmesiyle oldu. Örneğin Yeni Zelanda’da Polinezyalı göçmenler Maoların soyunu tükettikten, fok popülasyonunun ve yabani kuşların büyük bölümünü yok ettikten sonra yiyecek üretimine ağırlık verdiler. Yenebilen bitkilerin ekilip tekrar üretilebildiğini gördüler ve şansa bağlı riskli günü kurtarma anlayışına dayanan avcılık ve yiyecek toplayıcılıktan yavaş yavaş vazgeçtiler.
Tarım zor ancak avlanma ve yiyecek toplayıcılığa göre uzun vadede verim alınan bir süreçti. Bu nedenle yeterli kaynağa ulaşabilen toplumlarda bu ihtiyaç hiç gelişmedi. Bazılarında da daha geç gelişti. Bölgelere bağlı olarak yetişen ürün de farklılık gösteriyordu. Bazı bölgeler kireçli, tuzlu bir toprağa sahipti ve herhangi bir bitkinin yetişmesi çok güçtü.
Yine toprak yapısı ve iklimden kaynaklı bazı bölgelerde de sadece birkaç bitki yetişirken bereketli hilal gibi yerlerde besin değeri oldukça yüksek buğday gibi bitkiler yetişiyordu. Bu bölge buğdaydan başka çağdaş dünyanın mısır, pirinç, arpa, süpürgedarısı gibi temel tahıl ürünlerinin ve bezelye, mercimek, nohut, soya fasulyesi gibi baklagillerin de yetiştiği bir yerdi. Yetişen ürünler birçok ürüne göre kısa zamanda ve bol ürün verme kapasitesindeydi.
Bu durum bereketli hilalde teknoloji ve siyasal örgütlenmenin gelişmesine büyük oranda katkı sundu. Kentlerin, yazının, imparatorlukların gelişimi ilk olarak burada başladı. Buradan komşulara yayıldı. Ayrıca yaban tahılları biçmek için tahta ya da kemik sapa tutturulmuş çakmaktaşından yapılmış bıçağı olan tırpanlar geliştirildi. Tahılları taşımak için sepetler, tahılları kabuklarından ayırmak için değirmen taşları, filizlenmesinler diye kavurarak saklama yöntemi geliştirildi. Tahılda olduğu gibi çeşitli ihtiyaçlardan kaynaklı aletler geliştirildi. Aletler, başta kil, kemik, tahta gibi malzemelerle yapılırken daha sonra daha sağlam, dayanıklı malzemelerin yapılması ihtiyaç haline geldi ve yaşanan coğrafyanın yer altı kaynaklarına bağlı olarak metallerin kullanımı ön plana çıktı. Çelik gibi alaşımlar yapıldı ve teknolojinin ilk adımları atıldı. Beraberinde yeni bölgelerin fethi veya gelecek saldırılara karşı koruma amacıyla kılıç, tüfek gibi ateşli ve ateşsiz silahlar icat edildi ve bunlar tarihte bu aletlere sahip olan halkların sahip olmayanlar üzerinde hegemonya kurmasında ve/veya onları yok etmesinde etkili oldu.
Günümüzde ulaşım ve artan teknoloji ağı gibi yollarla farklar görece azalsa da toplumlar arasındaki teknolojik üstünlükler devam etmektedir. Toplumlar arasındaki eşitsizliğin nedeni, halkların doğuştan gelen farklılıkları değil bu sürece yol açan kaynaklara, koşullar nedeniyle farklı zamanlarda erişebilmeleridir.
Sömürgeci bir anlayışla 19. yy da ortaya çıkan ve bugün hala devam etmekte olan ‘ırk’ kavramı insanların kafatası indekslerinin dahi ölçülerek kategorilerine ayrılmasına dek varmıştır. Ancak 1970′lerde Richard Lewontin tarafından, günümüzde de insan gen haritasının çözülmesiyle insanlar arasında algılayışsal herhangi bir farkın olmadığı, genetik açıdan % 0,1 ile % 0,4 farklılığın bulunduğu bunun da ten, göz rengi, boy uzunluğu gibi özelliklerden sorumluğu olduğu ortaya çıkmıştır.
Bugün de devam ettirilmeye çalışılan bu anlayışın oldukça anlamsız ve temelsiz olduğu açıkça görülmektedir. Beyaz bir insanın siyaha, Amerikalı’nın Iraklı’ya, İngiliz’in Türk’e, Türk’ün Kürt’e biyolojik açıdan herhangi bir üstünlüğü yoktur.FATMA DEMİR-SENDİKA.ORG
Kaynak
Jared Diamond, Tüfek, Mikrop, Çelik, 1997, Tübitak Yayınları
Daha yeni Daha eski