Page Nav

HIDE

Grid

GRID_STYLE

GAZETE DEMOKRAT / İKTİDAR DOSYASI

HIDE_BLOG

Öcalan’ın Misak-ı Milli’si, Atatürk’ün İslam bayrağı

Kimi zaman mevcut sınırların ötesinde hak iddia ederek saldırgan ya da emperyalizm işbirlikçisi dış politikaları meşrulaştırmak, kimi z...

Kimi zaman mevcut sınırların ötesinde hak iddia ederek saldırgan ya da emperyalizm işbirlikçisi dış politikaları meşrulaştırmak, kimi zaman da Kürtler başta olmak üzere sınırlar içinde kalan Müslüman halkları resmi ideolojiye eklemlemek amacıyla Misak-ı Milli’den söz edildi. Ama gerçekleştirilemeyen hayallere yaslanan bu “milli yemin” taktik bir retoriği aşamadı

Osmanlı’nın yenik çıktığı I. Dünya Savaşı’nı sona erdiren Mondros Ateşkes Anlaşması’nın (30 Ekim 1918) hemen ertesi günü emperyalistler dört yandan işgale girişmiş, buna karşı Anadolu’da bir ulusal direniş gelişirken Osmanlı Meclisi de Osmanlı devletinden bağımsız olarak gelişen bu direnişten etkilenmişti. Osmanlı Meclisi’nin son kararı aynı zamanda sonunu getiren kararıydı. Karar 17 Şubat 1920’de açıklandı. Mart 1920’de işgal devletleri İstanbul’a girdi ve Osmanlı Meclisi’ni bastı. Padişah da bunun üzerine Nisan 1920’de Osmanlı Meclisi’ni dağıttı.
Osmanlı Meclisi’nin Cumhuriyet’in kurucuları tarafından da sahip çıkılan bu son kararı, 28 Ocak 1920 tarihli Ahd-ı Millî Beyannamesi’ydi. Türkçesi “ulusal yemin” olan ve daha sonra “Misak-ı Milli” diye anılan bu karara, en çok da Türkiye’nin meşru ulusal sınırlarını tayin eden belge olduğu iddiasıyla başvurulacaktı. Ne var ki, ne Türkiye haritası “Misak-ı Milli sınırları”na göre çizildi ne de bu kararın varsayılan diğer maddeleri uygulandı.
Sınırın içini sağlama alıp, ötesinde at koşturabilmek için
Yine de “Misak-ı Milli” resmi söylemin temel unsurlarından biri oldu. Kimi zaman mevcut sınırların ötesinde hak iddia ederek saldırgan ya da emperyalizm işbirlikçisi dış politikaları meşrulaştırmak, kimi zaman da Kürtler başta olmak üzere sınırlar içinde kalan diğer halkları resmi ideolojiye eklemlemek amacıyla Misak-ı Milli’den söz edildi. Şimdilerde de PKK lideri Abdullah Öcalan’ın Diyarbakır Newroz’unda okunan mektubunda Türklerle Kürtlerin kader ortaklığından bahsederken Misak-ı Milli’yi kaynak göstermiş olması vesilesiyle tartışılıyor.
Öcalan’ın mektubundaki ilgili bölüm şöyle: “Tıpkı yakın tarihte Misak-i Milli çerçevesinde Türklerin ve Kürtlerin öncülüğünde gerçekleşen Milli Kurtuluş Savaşı’nın daha güncel, karmaşık ve derinleşmiş bir türevini yaşıyoruz.
Misak-i Milli’ye aykırı olarak parçalanmış ve bugün Suriye ve Irak Arap Cumhuriyeti’nde ağır sorunlar ve çatışmalar içinde yaşamaya mahkum edilen Kürtleri, Türkmenleri, Asurileri ve Arapları birleşik bir ‘Milli Dayanışma ve Barış Konferansı’ temelinde kendi gerçeklerini tartışmaya, bilinçlenmeye ve kararlaşmaya çağırıyorum.”
Kulaklara hoş gelen bu ifadelerde beyan edilen niyet ile ortaya çıkacak kısmet arasında ne ölçüde bir örtüşme olacağı meçhul. Bir yüzyıl önceki niyet ile kısmet arasındaki mesafeden çıkarılan dersler unutulmamalı.
Hangi “millet”
Altı maddeli olduğu belirtilen Misak-ı Milli kararı gizli bir oturumda alındığı için zabıtlara geçmemişti. Rivayetlere dayalı olarak aktarıldığından içeriği asla tam olarak bilinemedi. (Ayşe Hür)
Vekillerin şöyle yemin ettiği belirtiliyor: “Makam-ı Hilâfet ve Saltanatın ve Vatan ve milletin istiklâl ve istihlâsından [elde edilmesinden] başka bir gaye takip etmeyeceğime vallahi.” (Fikret Başkaya)
Yeminin içeriğinin zamanla Mustafa Kemal önderliği altına giren ulusal kurtuluş mücadelesinin temel metinlerinden Erzurum ve Sivas bildirilerine dayandığı belirtilse de, bu henüz Mustafa Kemal’in Osmanlı’dan kopuşa dayalı siyasi projesinin bir yansıması değildi. “Vatan ve milletin kurtuluşu” Osmanlı saltanatının ve hilafetin kurtarılmasından ayrı tutulmamıştı. “Millet” ile kastedilen şey ise Osmanlı’dan Cumhuriyet’in 1930’lu yıllarına kadar sürekli bir değişim gösterecek, asıl olarak devletin ve vatanın kurtarılmasına odaklanılacaktı. İslamcılıkla devletçiliği ve milliyetçiliği birbirinden ayrık siyasi akımlar olarak göstermeye çalışan liberallerin aksine, milliyetçilik Türkçülükten çok İslamcılık ve devletçilik üzerine kuruluydu. Cumhuriyet’in kuruluşunu izleyen dönemde resmi milliyetçilik tanımı içinde Türkçülük öne geçerek İslamcılık geriye itilecek ancak Türkiye’nin milliyetçileri İslamcı, İslamcıları da milliyetçi ve devletçi kalmaya devam edecek; gerek İslamcılar gerek Cumhuriyetçiler açısından İslam, Kürtleri “Türk Devleti”ne bağlı tutmanın bir aracı olarak kullanılacaktı.
Mustafa Kemal’den Apo’ya İslam bayrağı
Feroz Ahmad, “Bir kimlik peşinde Türkiye” adlı kitabında şöyle diyor: “Milli Misak’ı 17 Şubat 1920’de tamamıyla kabul eden son Osmanlı Meclisi’nde, bundan iki gün sonra Türk ve millet kavramları tartışılmış ve Türk kavramının tüm farklı Müslüman unsurları içine kattığına karar verilmişti. Hatta bazı mebuslar Osmanlı Yahudileri’ni de Türk kavramı içine katmışlardı.”
Hıristiyanlar Anadolu’da olmadıkları için değil, Balkan Savaşları ve “Ermeni tehciri”ni de içeren I. Dünya Savaşı boyunca Osmanlı Hıristiyanlarıyla Müslümanların arasına büyük mesafeler girdiği için özel olarak ayrı tutuluyordu.
Mustafa Kemal 24 Nisan 1920 tarihli konuşmasında şöyle diyordu: “Bu hudut sırf askeri mülahazat ile çizilmiş bir hudut değildir, hudud-ı millidir. Fakat bu hudut dahilinde tasavvur edilmesin ki, anasır-ı İslamiye’den yalnız bir cins millet vardır. Bu hudut dahilinde Türk vardır, Çerkez vardır ve anasır-ı saire-i İslamiye vardır.”
Mustafa Kemal bu fikirleri 1 Mayıs 1920’de tekrarlıyordu: “Burada maksut olan … yalnız Türk değildir. Yalnız Çerkez değildir. Yalnız Kürt değildir. Yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden mürekkep anasır-ı İslamiye’dir, samimi bir mecmuadır.”
Yani Abdullah Öcalan, “Bugün kadim Anadolu’yu Türkiye olarak yaşayan Türk halkı bilmeli ki Kürtlerle bin yıla yakın İslam bayrağı altındaki ortak yaşamları kardeşlik ve dayanışma hukukuna dayanmaktadır” derken yalnızca AKP’yle değil Türkiye’nin kurucu siyasi iradesiyle de ortak bir frekans tutturuyor. Bu gerçeklik ihmal edilerek yapılacak bir “İslam bayrağı” eleştirisinin ayakları yere basmıyor.
Neye niyet, neye kısmet
Vatanın sınırlarını “ulusal yemin” (misak-ı milli) değil, işgal karşıtı direniş ve uluslararası güç dengeleri belirleyecekti.
Robert Mantran’ın hazırladığı “Osmanlı İmparatorluğu Tarihi II” kitabında Misak-ı Milli’nin içeriği şöyle özetleniyor: “Mondros ateşkesi sırasında düşmanca işgal edilmemiş Türk topraklarının bölünmezliğini ilan eder; imparatorluğun Arap eyaletlerinin yazgısının, yerel halkın serbestçe dile getireceği arzuya göre düzenlenmesini ister ve, adil ve sürekli bir barış amacıyla çeşitli başka konular ileri sürer: Kapitülasyonların kaldırılmasının tanınması; Kars, Ardahan ve Batum illerinin Türkiye’ye geri verilmesi; İstanbul’un güvensizliğini sağlayan kayıtlar gözönünde tutulmak koşuluyla, Boğazlarda serbestçe gidiş-geliş.” Pek çok tarihçi ve siyasetçi gibi Mantran’ın üstünden atladığı şey, İstanbul’un güvenliği ile saltanat ve hilafetin kastedildiği; kapitülasyonlarla birlikte Osmanlı dış borçlarının da kaldırılmasının istendiğidir.
Ayrıca güncel tartışmalar söz konusu olduğunda da Misak-ı Milli’nin yalnızca mevcut sınırlar dışında kalan Kürt nüfusu değil, Trakya  ve Ortadoğu’daki bütün Müslüman nüfusu içerebilecek bir esneklikle kurgulandığı ihmal edilmektedir.
İşgal altında bulunan Arap topraklarının geleceğinin, bölge halkının vereceği karara göre belirleneceği maddesi uygulanmadı. Arap bölgelerinin kaderine Arap halkları değil İngiliz ve Fransız emperyalizmleri karar verdi. Misak-ı Milli sınırları içinde bulunmayan Antakya Türkiye-Fransa arasındaki dengelere bağlı olarak 1939’da Türkiye’ye katıldı. “Hatay kurtuldu” denildi ancak “Hatay” sözcüğünün Suriye’nin doğal uzantısı Arap kenti Antakya’yı “Türk ili” gösterme kaygısıyla 1938’de uydurulduğu hesaba katılırsa, ne Hatay işgal edilmiş ne de Antakya kurtulabilmişti.
Kars, Ardahan, Batum’da gerekirse tekrar halk oyuna başvurulacağı yönündeki madde de uygulanmadı. Kars ve Ardahan askeri zaferle kazanılırken, Bolşevik Devrimi sonrası Rusya ile barış siyaseti üzerine kurulan dengeler gereği Batum Gürcistan’a Misak-ı Milli sınırları içinde bulunmayan Iğdır da Türkiye’ye bırakıldı. Üç ilin halkının görüşlerine başvurmaktan söz eden olmadı.
Batı Trakya’nın durumunun bölge halkının seçimiyle belirleneceği yönündeki madde de uygulanmadı.
Siyasi, adli ve ekonomik bağımsızlığı zedeleyecek ayrıcalıkların kaldırılacağı yönündeki madde de tam olarak uygulanmadı ve kapitülasyonlar kaldırılırken Osmanlı borçları devralındı.
“Misak-ı Milli diye bir hudut yoktur”
Musul meselesine gelince, Mustafa Kemal’in bu konudaki bir konuşması uyarıcı olmalıdır. Yine Ayşe Hür aktarıyor: “Musul’u bırakmak suretiyle Lozan’ı imzalamak’ gerektiğinde, Meclis’te yaşanan sert tartışmalar sırasında Mustafa Kemal şöyle demişti: ‘Misak-ı Milli’nin ne olduğunu evvela anlamalı, ondan [sonra] mütecavizlerin kimler olduğunu ortaya koymalı (…) Misak-ı Milli bu hat şu hat diye hiçbir zaman hudut çizmemiştir. O hududu çizen şey milletin menfaati ve Heyet-i Celile’nin iabet-i hazarıdır…”
İşin özü, vatanın ve milletin yeni sınırları, işgal karşıtı direnişten aldığı güce dayanarak uluslararası dengelerde bir pozisyon tutan siyasi irade ile çizilmişti. Kan, dil, din bağıyla da desteklenen metinlerin, sözlerin, niyetlerin hükmü bu sınırı geçemiyordu.
Misak-ı Milli tartışmaları üzerinden ittifaklar kurar ya da ittifaklar kuranlara eleştiri getirirken “Misak-ı Milli”nin belirli sınırları ve bağlayıcılığı olmayan bir resmi söylem, bir taktik retorik olduğunu; yer yer birbirleriyle kavga halinde görünen İslamcılığın, milliyetçiliğin ve devletçiliğin Kürtler hariç olmamak üzere halkların bağımsız çıkarları söz konusu olduğunda yekpare olduğunu unutmamalı.
ALİ ERGİN DEMİRHAN-SENDİKA.ORG