AKP’nin Kürt sorununda “çözüm” iddiasıyla başlattığı müzakere
süreciyle birlikte, ulusalcı ve liberal eğilimler etrafında yaşanan
saflaşma bir kez daha sahnede. Bu saflaşma şimdi de sistem ve Kürt
hareketi arasındaki ilişkiyi liberal çözüm iddialarına indirgeyerek
ezilenlerin bir bölümünü AKP destekçiliğine bir bölümünü Kürt
düşmanlığına sevk eden bir ideolojik kuşatmayla karşımıza dikiliyor.
Sosyalist hareketin barış ve demokrasi, enternasyonalizm ve
anti-emperyalizm, özgürlük ve aydınlanma gibi temel mücadele alanları
arasında olumsuz bir etkileşim tarif ederek ezilenlerin mücadelelerini
egemenler lehine bölen bu saflaşma, gerici-liberal ve şoven-ulusalcı
iktidar seçeneklerine kan taşıyarak sistemin krizini onarmasına yardımcı
oluyor. Oysa, kapitalizmin krizi derinleşirken ezilenler arasında
direnme eğilimlerinin güçlendiği, emperyalizmin Ortadoğu’ya yönelik
planlarının sınıfsal ve ulusal direnç karşısında dikiş tutmadığı
koşullarda, sosyalistlerin görevi sistemin krizine devrimci bir
müdahalede bulunmaktır. Bunun için de halkın direnme eğilimlerini
örgütlemek, ezilenlerin farklı alanlardan yükselen mücadeleleri arasında
ilerici bir etkileşim ve yakınlaşma için çalışmaktır. Sosyalistlerin
ulusalcı ve liberal eğilimler ekseninde gelişen saflaşma karşısındaki
tutumu ise, bu saflaşmanın yalnızca dışında durmak değil, emekçilerin
ortak çıkarlarını temel alan mücadeleler üzerindeki yıkıcı etkilerini
bertaraf etmek için çalışmaktır. Çünkü bu saflaşma, sınıf hareketinin
gelişiminin önündeki temel engellerden biridir.
Ezilenlerin mücadelesini bölen bir saflaşma
Türkiye sosyalist hareketinin 1980’den bu yana etkili bir güç olamaması, ilgi alanına giren toplumsal çelişki ve çatışmaların düzeyinin geriliğinden kaynaklanmadı. Aksine işçi sınıfı hareketi, kent ve kır yoksulları hareketleri, gençlik hareketi, insan hakları hareketi, Kürt hareketi, savaş karşıtı hareket, Alevi hareketi, kadın hareketi siyaset sahnesinin en karanlık dönemlerinde dahi sarsıcı çıkışlar yaparak halkın bağımsız çıkarlarına dayalı bir siyasal hattın toplumsal temelinin var olduğunu gösterdi. Ancak egemen ideoloji kah liberal kah ulusalcı elbisesiyle karşımıza çıkarak emekçilerin bağımsız çıkarlarından koparılmış ve birbiriyle çatışan özgürlük, demokrasi, laiklik, bağımsızlık vaatleri sundu. Bu vaatler, ancak düzen karşıtı politik-pratik alternatiflerin üretilememesi ölçüsünde halk kesimlerinden olumlu bir karşılık buldu.
Sosyalist hareketin kimi kesimleri, egemen sınıf siyasetlerinin gerici karakterini ve güçlü kitle temelini hafife alırken, öncelikli olarak kitlelerle olumlu bir etkileşim kurma noktasındaki kendi yetersizliklerini değil ezilen kesimlerin geri eğilimlerini eleştirmeyi tercih ettiler. Böylece ezilenleri egemenlere karşı saflaştırıp mevcut egemenlik ilişkilerini sorgulatacak yerde ezilenleri kendi içinde saflaştırıp farklı egemen sınıf fraksiyonlarına yedekleyen ulusalcı-liberal saflaşmaya hizmet ettiler.
Bu durumun siyaset sahnesindeki yansımaları, TSK yedeği İşçi Partisi ve AKP yedeği DSİP gibi artık sol ile alakası kalmayan örgütlerin türemesiyle sınırlı kalmadı. Sapmaların dışında kalsalar bile liberal-ulusalcı ideolojik kuşatmaya karşı reaksiyoner bir tutum alan ve sınıf mücadelesinin güncel-somut gerekleri içinden yanıtlar üretemeyen sosyalistler de bu sağ dalganın toplumu kuşatmasına karşı etkili bir yanıt üretemedi. Sınıf mücadelesinin taşeronlaştırma, Kürt sorununun görünümlerinden biri haline gelen göçmen işçilik, işçi sınıfını / emek hareketini bölen sosyal şovenizm vb gerçek sorunlarına yanıt üretemeyen bir “sınıf” vurgusunun ya da steril bir söylemin ve bu söyleme denk düşen ataletin, kanlı canlı toplumsal gerçeklik karşısında aydın serzenişinin ötesinde bir hükmü olmadı.
Derinleşen kriz, uzlaşmaya değil çatışmaya gebe
Müzakere sürecinin gündeme geldiği bugünün Türkiye’sinde, ezilenler ile egemenler arasındaki ilişkiyi en iyi tarif eden sözcük “uzlaşma” değil “çatışma”dır. Kapitalizmin krizi ile şiddetlenen sermaye saldırıları karşısında halkın sınıfsal karakterli direniş eğilimleri güçlenmektedir. Bölgesel ve ulusal ölçekli iktidar projelerinin geleceği ise emperyalizmin güçlenen hakimiyeti içinde değil emperyalistler arası rekabetin, ulusal direncin ve halk hareketlerinin meydan okuması altında şekillenmektedir. Bu koşullarda çatışmanın tarafları açısından kalıcı uzlaşma öngörüleri sistemin krizli doğası tarafından yanlışlanacaktır. Üzerine yatırım yapılması gereken asıl şey “uzlaşma” değil “mücadele” olmalıdır. Bu durum genel olarak bütün Ortadoğu ve Türkiye için olduğu gibi Kürtler için de geçerlidir.
Toplumsal muhalefet açısından en olumsuz ifadelerin kullanıldığı bugünlerde dahi Türkiye mücadele fakiri bir ülke olmaktan çok uzaktır: Dünyanın en kalabalık siyasi tutuklular nüfusuna sahip hapishaneleri bu ülkededir. Hala binlerce gerilla barındıran dağlar bu ülkededir. Üniversitelerde çatışmasız gün geçmemektedir. Parçalı ve sınırlı ölçüde örgütlü olmasına rağmen 20 milyonluk yeni işçi kitlesi giderek daha sık şahit olduğumuz yeni tipte direniş ve örgütlenmelerle hak arayışına girişmektedir. Emekçi mahallelerinde, sınıfın farklı katmanlarının yeni bir politikleşme deneyimi yaşadığı militan hak mücadeleleri yükselmektedir. Kırlar, HES eylemlerinden 2B eylemlerine kitlesel ve militan köylü direnişlerine sahne olmaktadır. Aleviler “rejimin teminatı” diye tanımlandığı uzun yılların ardından AKP iktidarı ile birlikte sistemle ilişkilerini sorgulayıp kitlesel eylemlerle sokağa dökülerek yeni bir politikleşme sürecine girmiştir. Kadınlar, kadın düşmanı politikalara karşı kitlesel-militan bir karşı duruşla sokağa dökülmektedir. Savaş politikaları Antakya’dan Ceylanpınar’a sistem kurumlarının ve kolluk güçlerinin hedef alındığı kitlesel militan eylemlere yol açmıştır. AKP’nin “çözüm” müjdesini vermesinden bu yana geçen üç aylık süre boyunca üniversitelerden kırlara, yoksul mahallelerden işyerlerine; coplu, gaz bombalı, tazyikli sulu, plastik mermili, gerçek mermili çatışma eksik olmamıştır.
Peki, AKP’nin süregiden bu saldırıları karşısında Kürt sorunu ve Kürtler bütünüyle çatışmasız ayrı bir yola mı çekildi? Ne Türkiye’de ne Kandil’de ne Suriye’de ne de Avrupa’da çatışmasızlık diye bir şey var. HPG, 1 Ocak ile 28 Mart tarihleri arasında askerler ile gerillalar arasında yaşanan çatışmalarda 66 asker ve polisin ve 28 gerillanın hayatını kaybettiğini açıkladı. KCK davalarında, devletin bugüne kadar izlediği çizgiye aykırı bir gelişme olmadı. Suriye Kürtlerinin özyönetimlerine yönelik AKP destekli cihatçı saldırıları ve KCK’nin Suriye kolu PYD’nin emperyalizm güdümlü Suriye muhalefetinden dışlanması siyaseti de sürdü. Paris’te üç Kürt kadın siyasetçi, okların AKP’yi işaret ettiği bir kontrgerilla eylemiyle katledildi.
Sınıf eksenli ortak mücadelenin gerekliliği ve olanakları
Tüm bunlara rağmen liberal uzlaşma iddialarının Kürtler içinde de elbette alıcıları çıkacaktır. Doğası gereği çelişkili sınıfları içinde barındıran ulusal hareket içinde, neoliberal kimlik politikalarını, diğer halklar aleyhine oluşacak ittifak önerilerini, İslam kardeşliğini vb olumlu öneriler olarak kabul edecek kesimlerin varlığı şaşırtıcı değildir. Aynı şekilde bu çelişkili kesimlerin ulusal bütünlüğünü sağlama, hareketi bölme girişimlerini bertaraf etme kaygısını da taşıyan hareketin önderliğinin çelişkili açıklamalarda bulunması şaşırtıcı olmamalıdır. Ne var ki Kürt sorunu asıl olarak, Kürt egemenlerinin başından bu yana sistemle bütünleşik olduğu bir ezilen halk sorunudur. Kürt hareketinin çelişkili doğası, onun ezilen halk sınıflarının mücadelesine dayalı ilerici potansiyelini ortadan kaldırmaz. Aksine sosyalistlere, bu hareket ile ilişkisini tarif ederken nereye bakması gerektiğini gösterir.
Kürt halkı diğer mücadele alanlarına da yabancı değildir. HES mücadelesi, kent hakkı mücadelesi, üniversite mücadelesi, kadın mücadelesi, işçi mücadelesi bu ülkenin Kürt olmayan tarafına özgü ya da “Kürdün ezilmişliği ve Türkün şovenizmi” sorunundan yalıtık mücadeleler değil. Türk ve Kürt emekçilerinin çıkarları kirli savaşın durdurulmasında ortaklaştığı gibi, bu çıkarlar AKP’nin temsil ettiği gerici, şoven, kadın düşmanı, neoliberal sisteme karşı verilecek savaşta da ortaklaşmaktadır. Türk ve Kürt emekçi arasındaki mesafeyi açan kirli savaşı nihai olarak durduracak gerçek barış ve kardeşleşme iklimi de ancak Türk ve Kürt emekçilerinin ortak mücadeleleri içinde gelişebilir.
“Süreç” çatışmanın yeni bir biçim kazanmasıdır
Peki nedir bu müzakere süreci? Suriye’de PYD’nin özyönetim atağı AKP-Katar taşeronluğunda devreye sokulan emperyalist planlar karşısında oyun bozan bir rol oynadı. AKP bu Kürt halk inisiyatifini cihatçılar yoluyla bertaraf etme girişimlerinde de başarısız oldu. 2012 yazında PKK’nin “alan hakimiyeti” stratejisi karşısında devlet Türkiye’nin belli bölgelerinde egemenlik zafiyeti içine düştü. Kürtlerin cezaevleri ve kent temelli direnişleri Türkiye sınırları dışında da ses getirdi. Üç yıllık bir seçim sürecinin öngününde AKP içerden ve dışardan sorgulamalarla karşı karşıya kaldı. “Süreç”, bu koşullarda AKP’nin hasmıyla masaya oturmak zorunda kalmasıdır. AKP’nin asıl olarak bir “projesi” değil “krizi” vardır.
Süreç, bu kriz içinde gelişen yeni bir çatışma sürecidir. Kürt sorununda “kirli savaş” yöntemlerinin geri plana çekildiği, ama yine öteki kirli yöntemleri ve belli bir düzeyde savaşı da içerecek biçimde çatışmanın sürdürüldüğü bir süreçtir.
Ulusalcı-liberal saflaşma ise tüm bu gerçekliğe sırt çeviren bambaşka bir iddia ekseninde örgütleniyor: ABD emperyalizminin Ortadoğu planları, AKP’nin yeni anayasa ve başkanlık sistemini kapsayan iktidar hesapları ve Kürt hareketinin çözüm talepleri arasında bir çakışma anı yakalanmış ve İmralı görüşmeleri ile başlayan “süreç” de bu çakışmadan türeyen bir proje olarak işletilmekteymiş. Reel politik karşılıkları yok sayılamayacak bu iddia sistem ile Kürt harketi arasındaki, siyasi öznelerin öznel tutumlarından bağımsız olarak var olan nesnel çelişkileri yok sayıyor.
Söylem üzerinden tespit ve propaganda ne kadar sağlıklı
Abdullah Öcalan’ın sızdırılan görüşme notlarından, Diyarbakır Newroz’unda okunan mektubundan, kimi BDP milletvekillerinin demeçlerinden, ABD başta olmak üzere uluslararası alandan gelen destek mesajlarından bu iddiayı destekler görünen unsurlar cımbızlanıyor. Liberal eğilim buradan hareketle “ABD-AKP-PKK işbirliği”ni müjdeleme becerisini gösterirken, ulusalcı eğilim de bu “işbirliğini” sobeleme becerisini gösteriyor. Ama her ikisi de Kürt hareketi ile ABD-AKP arasında dört koldan (Avrupa-Suriye-Kandil-Türkiye) sürmekte olan çatışmayı ihmal edebiliyor.
Türk ve Kürt halk kesimlerinin AKP iktidarı karşısındaki çıkar ortaklığı gerçeğini ve ortak mücadele imkanlarını da bilerek ve isteyerek ihmal ediyor. Çağrı, CHP’nin ulusalcı kanadında “AKP-BDP koalisyonuna” ya da İşçi Partisi metinlerinde “Barzanistan”a ve “ABD-AKP-PKK ittifakına” karşı seferberlik şeklinde karşılık buluyor. Bu çağrıların, geniş kesimleri etki altına aldığı da inkar edilemez. Maalesef benzer tespitlerden hareket eden TKP’nin etkili isimleri “yol ayrılığı” ilan eden yazılar yayımlıyor.[1] Bu durum toplumsal muhalefeti iktidar lehine böldüğü gibi, sosyal şovenizm tehdidini de hafife alıyor.
Kürt hareketini ileri unsurları üzerinde basınç oluşturacak şekilde dışarıdan ve içeriden kuşatan liberal çevreler bir yanda, İşçi Partisi ve CHP’nin ulusalcı kanadı başta olmak üzere ulusalcı eğilim diğer yanda, ABD ve AKP’nin Kürt sorununa burjuva-demokratik bir çözüm getirebileceğine ikna olmuş görünüyor. Ne var ki ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik emperyalist projesi ve AKP’nin gerici-neoliberal projesi Kürt burjuvazisinin beklentilerine yanıt verebilir ancak Kürt ezileni açısından bu projeler zaten bir çözüm değil saldırı projesidir. Ortadoğu’da halkın özgücüne dayanan, laik, sosyal bir seçeneği temsil eden Kürt hareketinin, emperyalist planların ve AKP projesinin hizmetinde olduğu ya da emperyalistlerce desteklendiği iddiası da düpedüz safsatadır. ABD AKP’ye PKK’ye karşı Tamil modelini önermektedir. Roboski Katliamı’nda ölenler dahil Kürt gençleri İsrail uçakları ve istihbaratı ile vurulmaktadır. Emperyalist güdümlü Suriye muhalefeti içinde KCK’nin Suriye kolu PYD’ye yer verilmemiştir. AKP-CIA kontrollü ÖSO ve cihatçılar PYD’yle çatışmaktadır. Barzani yönetimi AKP kongrelerine buyur edilecek kadar yakın bulunurken, Hatip Dicle’nin diğer 5 BDP milletvekili ve 10 bin Kürt siyasetçi ile birlikte hapse tıkılması boşuna değildir.
Müzakere oyunları
Bu çatışmanın yanında müzakere masasından türeyen barış ve uzlaşma söylemlerini nasıl yorumlayacağız? Bütün “müzakere süreçleri” (1) “müzakere” masasındaki devletin uygun zemin yakalayınca gerilla hareketini bozguncu olarak gösterip imhaya giriştiği, (2) elini güçlendirmek için hareketin ileri unsurlarını kontrgerilla operasyonlarıyla hedef aldığı, (3) hareketi bölme yönünde girişimleri sürekli masada tuttuğu çelişkili/çatışmalı süreçlerdir. Yakın dönemde FARC’a ve Tamil Kaplanlarına yönelik imha siyasetlerinden devlet için de gerilla hareketi için de çok ders çıkmıştır. Hiçbir söz hiçbir somut adım bu gerçek zeminden bağımsız düşünülüp yargılanamaz.
Bir hareketi yargılayıp hakkında hüküm vermek için, tutsaklık koşullarındaki örgüt liderinin devlet süzgecinden geçerek yayımlanan mektubunu, sızdırılmış bir görüşme notunu, bazı milletvekillerinin konuşmalarından cımbızlanan sözleri yeterli bulmak ne akılcı ne de etiktir. Aksi yönde söylenmiş onca söz, yazılmış kitap ve en önemlisi pratik çatışmanın varlığı uyarıcı olmalıdır.[2]
Sosyalistler ne yapacak
Sosyalistler, Kürt hareketi içindeki ileri eğilimlerini cesaretlendirmek ve Türk ve Kürt emekçilerinin birliğini sağlamak için, ulusalcı ve liberal eğilimlerin bütün toplumsal muhalefeti kuşatıp egemen düşünme biçimine dönüşmesine engel olmalıdır. Toplumsal muhalefetin bir kısmını Kürt hareketinin karşısına, bir kısmını AKP’nin arkasına, bir kısmını da trafik kontrol kulelerine konuşlandıran bu tehlike ifşa edilmelidir. AKP karşıtı muhalefet içinde sosyal şoven eğilimlerin güçlenme emarelerinin belirdiği bu dönemde, sosyal şovenizme karşı mücadele, devrimci mücadelenin temel görevlerinden biri olarak öne çıkmaktadır.
Sosyalistler eğer yılların pratiğiyle sınanmış teorisinden kopmadıysa, AKP’den demokratik devrimi tamamlayıp Kürt sorununu çözmesini bekleyemez; Kürtlerden burjuva-demokratik çözüm iddiasını sahiplenenler olsa bile bu soruna sırtını çevirip ben sınıf mücadelesi örgütleyeceğim diyemez. Zaten sınıf mücadelesi pratiğiyle bir teması olsa, sosyal şovenizme karşı mücadele etmeden, Kürt işçinin Kürt olmaktan kaynaklanan katmerli sömürüsüne karşı bir politika geliştirmeden “sınıf mücadelesi” verebileceğini aklına getirmez.
Sosyalistler, Kürt hareketinin bir ulusal hareket olmaktan kaynaklanan çelişkilerini gerekçe göstererek, kimlik siyaseti ile sınıf siyaseti birbirinden ayrılamaz halde duran Kürt kadını, Kürt işçisi, Kürt yoksulu karşısındaki ortak mücadele pratiklerini örgütleme görevlerinden feragat edemez.
Kürt halkı ile kağıt üstünde kalan bürokratik, atıl, hantal örgütsel çatı projelerinde değil ama güvencesizliğe karşı emek mücadelesi içinde, gençlik mücadelesi içinde, derelerin kardeşliği mücadelesi içinde buluşan sosyalistlerin tepkisi diğerlerinden kaçınılmaz olarak ayrışacaktır. Kürt sorunu kağıt üstünde yazılıp bozulacak, icat edilip silinecek bir sorun değil; Ortadoğu’nun ve Türkiye’nin kanlı, canlı, bizim düşüncemizden bağımsız olarak var olan nesnel bir sorunudur. Çözümün adresi de mücadelenin içindedir.
Sosyalistler elbette kaygılarını dile getirecek, eleştirilerini sunacak ve kendi bağımsız pozisyonlarından Kürt hareketiyle bir başka ilişki tarif edecektir. Türkiye’nin bütün emekçilerinin olduğu gibi Kürt halkının da sosyalistlerin kuracağı bu ilişkiye ihtiyacı var. Ancak Kürt halkının, içlerindeki sağ eğilimleri güçlendiren liberal tezlerin kuşatmasına ya da aynı etkiyi tersten yapan yıkıcı eleştirilere (“Barzanistan[3] projesinde ABD ve AKP’yle uzlaşan Kürtler” vb) değil AKP karşısında militan bir direniş çizgisini temsil eden sosyalist dayanışmanın yapıcı eleştirisine ihtiyacı var. Doğrusu, sosyalistlerin yeni süreçte Kürt hareketi karşısında koşulsuz destek sunması ya da yol ayrılığı ilan etmesi değil, gerçek bir barış için öncelikli olarak kendi iktidarının iflah olmaz gerici-faşist karakterine savaş açması olacaktır.
Ezilenlerin mücadelesini bölen bir saflaşma
Türkiye sosyalist hareketinin 1980’den bu yana etkili bir güç olamaması, ilgi alanına giren toplumsal çelişki ve çatışmaların düzeyinin geriliğinden kaynaklanmadı. Aksine işçi sınıfı hareketi, kent ve kır yoksulları hareketleri, gençlik hareketi, insan hakları hareketi, Kürt hareketi, savaş karşıtı hareket, Alevi hareketi, kadın hareketi siyaset sahnesinin en karanlık dönemlerinde dahi sarsıcı çıkışlar yaparak halkın bağımsız çıkarlarına dayalı bir siyasal hattın toplumsal temelinin var olduğunu gösterdi. Ancak egemen ideoloji kah liberal kah ulusalcı elbisesiyle karşımıza çıkarak emekçilerin bağımsız çıkarlarından koparılmış ve birbiriyle çatışan özgürlük, demokrasi, laiklik, bağımsızlık vaatleri sundu. Bu vaatler, ancak düzen karşıtı politik-pratik alternatiflerin üretilememesi ölçüsünde halk kesimlerinden olumlu bir karşılık buldu.
Sosyalist hareketin kimi kesimleri, egemen sınıf siyasetlerinin gerici karakterini ve güçlü kitle temelini hafife alırken, öncelikli olarak kitlelerle olumlu bir etkileşim kurma noktasındaki kendi yetersizliklerini değil ezilen kesimlerin geri eğilimlerini eleştirmeyi tercih ettiler. Böylece ezilenleri egemenlere karşı saflaştırıp mevcut egemenlik ilişkilerini sorgulatacak yerde ezilenleri kendi içinde saflaştırıp farklı egemen sınıf fraksiyonlarına yedekleyen ulusalcı-liberal saflaşmaya hizmet ettiler.
Bu durumun siyaset sahnesindeki yansımaları, TSK yedeği İşçi Partisi ve AKP yedeği DSİP gibi artık sol ile alakası kalmayan örgütlerin türemesiyle sınırlı kalmadı. Sapmaların dışında kalsalar bile liberal-ulusalcı ideolojik kuşatmaya karşı reaksiyoner bir tutum alan ve sınıf mücadelesinin güncel-somut gerekleri içinden yanıtlar üretemeyen sosyalistler de bu sağ dalganın toplumu kuşatmasına karşı etkili bir yanıt üretemedi. Sınıf mücadelesinin taşeronlaştırma, Kürt sorununun görünümlerinden biri haline gelen göçmen işçilik, işçi sınıfını / emek hareketini bölen sosyal şovenizm vb gerçek sorunlarına yanıt üretemeyen bir “sınıf” vurgusunun ya da steril bir söylemin ve bu söyleme denk düşen ataletin, kanlı canlı toplumsal gerçeklik karşısında aydın serzenişinin ötesinde bir hükmü olmadı.
Derinleşen kriz, uzlaşmaya değil çatışmaya gebe
Müzakere sürecinin gündeme geldiği bugünün Türkiye’sinde, ezilenler ile egemenler arasındaki ilişkiyi en iyi tarif eden sözcük “uzlaşma” değil “çatışma”dır. Kapitalizmin krizi ile şiddetlenen sermaye saldırıları karşısında halkın sınıfsal karakterli direniş eğilimleri güçlenmektedir. Bölgesel ve ulusal ölçekli iktidar projelerinin geleceği ise emperyalizmin güçlenen hakimiyeti içinde değil emperyalistler arası rekabetin, ulusal direncin ve halk hareketlerinin meydan okuması altında şekillenmektedir. Bu koşullarda çatışmanın tarafları açısından kalıcı uzlaşma öngörüleri sistemin krizli doğası tarafından yanlışlanacaktır. Üzerine yatırım yapılması gereken asıl şey “uzlaşma” değil “mücadele” olmalıdır. Bu durum genel olarak bütün Ortadoğu ve Türkiye için olduğu gibi Kürtler için de geçerlidir.
Toplumsal muhalefet açısından en olumsuz ifadelerin kullanıldığı bugünlerde dahi Türkiye mücadele fakiri bir ülke olmaktan çok uzaktır: Dünyanın en kalabalık siyasi tutuklular nüfusuna sahip hapishaneleri bu ülkededir. Hala binlerce gerilla barındıran dağlar bu ülkededir. Üniversitelerde çatışmasız gün geçmemektedir. Parçalı ve sınırlı ölçüde örgütlü olmasına rağmen 20 milyonluk yeni işçi kitlesi giderek daha sık şahit olduğumuz yeni tipte direniş ve örgütlenmelerle hak arayışına girişmektedir. Emekçi mahallelerinde, sınıfın farklı katmanlarının yeni bir politikleşme deneyimi yaşadığı militan hak mücadeleleri yükselmektedir. Kırlar, HES eylemlerinden 2B eylemlerine kitlesel ve militan köylü direnişlerine sahne olmaktadır. Aleviler “rejimin teminatı” diye tanımlandığı uzun yılların ardından AKP iktidarı ile birlikte sistemle ilişkilerini sorgulayıp kitlesel eylemlerle sokağa dökülerek yeni bir politikleşme sürecine girmiştir. Kadınlar, kadın düşmanı politikalara karşı kitlesel-militan bir karşı duruşla sokağa dökülmektedir. Savaş politikaları Antakya’dan Ceylanpınar’a sistem kurumlarının ve kolluk güçlerinin hedef alındığı kitlesel militan eylemlere yol açmıştır. AKP’nin “çözüm” müjdesini vermesinden bu yana geçen üç aylık süre boyunca üniversitelerden kırlara, yoksul mahallelerden işyerlerine; coplu, gaz bombalı, tazyikli sulu, plastik mermili, gerçek mermili çatışma eksik olmamıştır.
Peki, AKP’nin süregiden bu saldırıları karşısında Kürt sorunu ve Kürtler bütünüyle çatışmasız ayrı bir yola mı çekildi? Ne Türkiye’de ne Kandil’de ne Suriye’de ne de Avrupa’da çatışmasızlık diye bir şey var. HPG, 1 Ocak ile 28 Mart tarihleri arasında askerler ile gerillalar arasında yaşanan çatışmalarda 66 asker ve polisin ve 28 gerillanın hayatını kaybettiğini açıkladı. KCK davalarında, devletin bugüne kadar izlediği çizgiye aykırı bir gelişme olmadı. Suriye Kürtlerinin özyönetimlerine yönelik AKP destekli cihatçı saldırıları ve KCK’nin Suriye kolu PYD’nin emperyalizm güdümlü Suriye muhalefetinden dışlanması siyaseti de sürdü. Paris’te üç Kürt kadın siyasetçi, okların AKP’yi işaret ettiği bir kontrgerilla eylemiyle katledildi.
Sınıf eksenli ortak mücadelenin gerekliliği ve olanakları
Tüm bunlara rağmen liberal uzlaşma iddialarının Kürtler içinde de elbette alıcıları çıkacaktır. Doğası gereği çelişkili sınıfları içinde barındıran ulusal hareket içinde, neoliberal kimlik politikalarını, diğer halklar aleyhine oluşacak ittifak önerilerini, İslam kardeşliğini vb olumlu öneriler olarak kabul edecek kesimlerin varlığı şaşırtıcı değildir. Aynı şekilde bu çelişkili kesimlerin ulusal bütünlüğünü sağlama, hareketi bölme girişimlerini bertaraf etme kaygısını da taşıyan hareketin önderliğinin çelişkili açıklamalarda bulunması şaşırtıcı olmamalıdır. Ne var ki Kürt sorunu asıl olarak, Kürt egemenlerinin başından bu yana sistemle bütünleşik olduğu bir ezilen halk sorunudur. Kürt hareketinin çelişkili doğası, onun ezilen halk sınıflarının mücadelesine dayalı ilerici potansiyelini ortadan kaldırmaz. Aksine sosyalistlere, bu hareket ile ilişkisini tarif ederken nereye bakması gerektiğini gösterir.
Kürt halkı diğer mücadele alanlarına da yabancı değildir. HES mücadelesi, kent hakkı mücadelesi, üniversite mücadelesi, kadın mücadelesi, işçi mücadelesi bu ülkenin Kürt olmayan tarafına özgü ya da “Kürdün ezilmişliği ve Türkün şovenizmi” sorunundan yalıtık mücadeleler değil. Türk ve Kürt emekçilerinin çıkarları kirli savaşın durdurulmasında ortaklaştığı gibi, bu çıkarlar AKP’nin temsil ettiği gerici, şoven, kadın düşmanı, neoliberal sisteme karşı verilecek savaşta da ortaklaşmaktadır. Türk ve Kürt emekçi arasındaki mesafeyi açan kirli savaşı nihai olarak durduracak gerçek barış ve kardeşleşme iklimi de ancak Türk ve Kürt emekçilerinin ortak mücadeleleri içinde gelişebilir.
“Süreç” çatışmanın yeni bir biçim kazanmasıdır
Peki nedir bu müzakere süreci? Suriye’de PYD’nin özyönetim atağı AKP-Katar taşeronluğunda devreye sokulan emperyalist planlar karşısında oyun bozan bir rol oynadı. AKP bu Kürt halk inisiyatifini cihatçılar yoluyla bertaraf etme girişimlerinde de başarısız oldu. 2012 yazında PKK’nin “alan hakimiyeti” stratejisi karşısında devlet Türkiye’nin belli bölgelerinde egemenlik zafiyeti içine düştü. Kürtlerin cezaevleri ve kent temelli direnişleri Türkiye sınırları dışında da ses getirdi. Üç yıllık bir seçim sürecinin öngününde AKP içerden ve dışardan sorgulamalarla karşı karşıya kaldı. “Süreç”, bu koşullarda AKP’nin hasmıyla masaya oturmak zorunda kalmasıdır. AKP’nin asıl olarak bir “projesi” değil “krizi” vardır.
Süreç, bu kriz içinde gelişen yeni bir çatışma sürecidir. Kürt sorununda “kirli savaş” yöntemlerinin geri plana çekildiği, ama yine öteki kirli yöntemleri ve belli bir düzeyde savaşı da içerecek biçimde çatışmanın sürdürüldüğü bir süreçtir.
Ulusalcı-liberal saflaşma ise tüm bu gerçekliğe sırt çeviren bambaşka bir iddia ekseninde örgütleniyor: ABD emperyalizminin Ortadoğu planları, AKP’nin yeni anayasa ve başkanlık sistemini kapsayan iktidar hesapları ve Kürt hareketinin çözüm talepleri arasında bir çakışma anı yakalanmış ve İmralı görüşmeleri ile başlayan “süreç” de bu çakışmadan türeyen bir proje olarak işletilmekteymiş. Reel politik karşılıkları yok sayılamayacak bu iddia sistem ile Kürt harketi arasındaki, siyasi öznelerin öznel tutumlarından bağımsız olarak var olan nesnel çelişkileri yok sayıyor.
Söylem üzerinden tespit ve propaganda ne kadar sağlıklı
Abdullah Öcalan’ın sızdırılan görüşme notlarından, Diyarbakır Newroz’unda okunan mektubundan, kimi BDP milletvekillerinin demeçlerinden, ABD başta olmak üzere uluslararası alandan gelen destek mesajlarından bu iddiayı destekler görünen unsurlar cımbızlanıyor. Liberal eğilim buradan hareketle “ABD-AKP-PKK işbirliği”ni müjdeleme becerisini gösterirken, ulusalcı eğilim de bu “işbirliğini” sobeleme becerisini gösteriyor. Ama her ikisi de Kürt hareketi ile ABD-AKP arasında dört koldan (Avrupa-Suriye-Kandil-Türkiye) sürmekte olan çatışmayı ihmal edebiliyor.
Türk ve Kürt halk kesimlerinin AKP iktidarı karşısındaki çıkar ortaklığı gerçeğini ve ortak mücadele imkanlarını da bilerek ve isteyerek ihmal ediyor. Çağrı, CHP’nin ulusalcı kanadında “AKP-BDP koalisyonuna” ya da İşçi Partisi metinlerinde “Barzanistan”a ve “ABD-AKP-PKK ittifakına” karşı seferberlik şeklinde karşılık buluyor. Bu çağrıların, geniş kesimleri etki altına aldığı da inkar edilemez. Maalesef benzer tespitlerden hareket eden TKP’nin etkili isimleri “yol ayrılığı” ilan eden yazılar yayımlıyor.[1] Bu durum toplumsal muhalefeti iktidar lehine böldüğü gibi, sosyal şovenizm tehdidini de hafife alıyor.
Kürt hareketini ileri unsurları üzerinde basınç oluşturacak şekilde dışarıdan ve içeriden kuşatan liberal çevreler bir yanda, İşçi Partisi ve CHP’nin ulusalcı kanadı başta olmak üzere ulusalcı eğilim diğer yanda, ABD ve AKP’nin Kürt sorununa burjuva-demokratik bir çözüm getirebileceğine ikna olmuş görünüyor. Ne var ki ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik emperyalist projesi ve AKP’nin gerici-neoliberal projesi Kürt burjuvazisinin beklentilerine yanıt verebilir ancak Kürt ezileni açısından bu projeler zaten bir çözüm değil saldırı projesidir. Ortadoğu’da halkın özgücüne dayanan, laik, sosyal bir seçeneği temsil eden Kürt hareketinin, emperyalist planların ve AKP projesinin hizmetinde olduğu ya da emperyalistlerce desteklendiği iddiası da düpedüz safsatadır. ABD AKP’ye PKK’ye karşı Tamil modelini önermektedir. Roboski Katliamı’nda ölenler dahil Kürt gençleri İsrail uçakları ve istihbaratı ile vurulmaktadır. Emperyalist güdümlü Suriye muhalefeti içinde KCK’nin Suriye kolu PYD’ye yer verilmemiştir. AKP-CIA kontrollü ÖSO ve cihatçılar PYD’yle çatışmaktadır. Barzani yönetimi AKP kongrelerine buyur edilecek kadar yakın bulunurken, Hatip Dicle’nin diğer 5 BDP milletvekili ve 10 bin Kürt siyasetçi ile birlikte hapse tıkılması boşuna değildir.
Müzakere oyunları
Bu çatışmanın yanında müzakere masasından türeyen barış ve uzlaşma söylemlerini nasıl yorumlayacağız? Bütün “müzakere süreçleri” (1) “müzakere” masasındaki devletin uygun zemin yakalayınca gerilla hareketini bozguncu olarak gösterip imhaya giriştiği, (2) elini güçlendirmek için hareketin ileri unsurlarını kontrgerilla operasyonlarıyla hedef aldığı, (3) hareketi bölme yönünde girişimleri sürekli masada tuttuğu çelişkili/çatışmalı süreçlerdir. Yakın dönemde FARC’a ve Tamil Kaplanlarına yönelik imha siyasetlerinden devlet için de gerilla hareketi için de çok ders çıkmıştır. Hiçbir söz hiçbir somut adım bu gerçek zeminden bağımsız düşünülüp yargılanamaz.
Bir hareketi yargılayıp hakkında hüküm vermek için, tutsaklık koşullarındaki örgüt liderinin devlet süzgecinden geçerek yayımlanan mektubunu, sızdırılmış bir görüşme notunu, bazı milletvekillerinin konuşmalarından cımbızlanan sözleri yeterli bulmak ne akılcı ne de etiktir. Aksi yönde söylenmiş onca söz, yazılmış kitap ve en önemlisi pratik çatışmanın varlığı uyarıcı olmalıdır.[2]
Sosyalistler ne yapacak
Sosyalistler, Kürt hareketi içindeki ileri eğilimlerini cesaretlendirmek ve Türk ve Kürt emekçilerinin birliğini sağlamak için, ulusalcı ve liberal eğilimlerin bütün toplumsal muhalefeti kuşatıp egemen düşünme biçimine dönüşmesine engel olmalıdır. Toplumsal muhalefetin bir kısmını Kürt hareketinin karşısına, bir kısmını AKP’nin arkasına, bir kısmını da trafik kontrol kulelerine konuşlandıran bu tehlike ifşa edilmelidir. AKP karşıtı muhalefet içinde sosyal şoven eğilimlerin güçlenme emarelerinin belirdiği bu dönemde, sosyal şovenizme karşı mücadele, devrimci mücadelenin temel görevlerinden biri olarak öne çıkmaktadır.
Sosyalistler eğer yılların pratiğiyle sınanmış teorisinden kopmadıysa, AKP’den demokratik devrimi tamamlayıp Kürt sorununu çözmesini bekleyemez; Kürtlerden burjuva-demokratik çözüm iddiasını sahiplenenler olsa bile bu soruna sırtını çevirip ben sınıf mücadelesi örgütleyeceğim diyemez. Zaten sınıf mücadelesi pratiğiyle bir teması olsa, sosyal şovenizme karşı mücadele etmeden, Kürt işçinin Kürt olmaktan kaynaklanan katmerli sömürüsüne karşı bir politika geliştirmeden “sınıf mücadelesi” verebileceğini aklına getirmez.
Sosyalistler, Kürt hareketinin bir ulusal hareket olmaktan kaynaklanan çelişkilerini gerekçe göstererek, kimlik siyaseti ile sınıf siyaseti birbirinden ayrılamaz halde duran Kürt kadını, Kürt işçisi, Kürt yoksulu karşısındaki ortak mücadele pratiklerini örgütleme görevlerinden feragat edemez.
Kürt halkı ile kağıt üstünde kalan bürokratik, atıl, hantal örgütsel çatı projelerinde değil ama güvencesizliğe karşı emek mücadelesi içinde, gençlik mücadelesi içinde, derelerin kardeşliği mücadelesi içinde buluşan sosyalistlerin tepkisi diğerlerinden kaçınılmaz olarak ayrışacaktır. Kürt sorunu kağıt üstünde yazılıp bozulacak, icat edilip silinecek bir sorun değil; Ortadoğu’nun ve Türkiye’nin kanlı, canlı, bizim düşüncemizden bağımsız olarak var olan nesnel bir sorunudur. Çözümün adresi de mücadelenin içindedir.
Sosyalistler elbette kaygılarını dile getirecek, eleştirilerini sunacak ve kendi bağımsız pozisyonlarından Kürt hareketiyle bir başka ilişki tarif edecektir. Türkiye’nin bütün emekçilerinin olduğu gibi Kürt halkının da sosyalistlerin kuracağı bu ilişkiye ihtiyacı var. Ancak Kürt halkının, içlerindeki sağ eğilimleri güçlendiren liberal tezlerin kuşatmasına ya da aynı etkiyi tersten yapan yıkıcı eleştirilere (“Barzanistan[3] projesinde ABD ve AKP’yle uzlaşan Kürtler” vb) değil AKP karşısında militan bir direniş çizgisini temsil eden sosyalist dayanışmanın yapıcı eleştirisine ihtiyacı var. Doğrusu, sosyalistlerin yeni süreçte Kürt hareketi karşısında koşulsuz destek sunması ya da yol ayrılığı ilan etmesi değil, gerçek bir barış için öncelikli olarak kendi iktidarının iflah olmaz gerici-faşist karakterine savaş açması olacaktır.
[2]
Öcalan’ın sızdırılan görüşme notlarında ve Newroz mektubunda söylenen
sözler 1999’dan beri zaman zaman tekrarlandı ve bu sözlere rağmen
mücadele inişli çıkılı bir yolda ilerledi. (Öcalan’ın savunma ve
kitaplarına, daha önceki avukat görüşmelerine ve “Öcalan’ın İmralı
Günleri” (Cengiz Kapmaz) kitabına göz atılabilir). Silah bırakma ve
çekilme ilanı, AKP’ye yakınlık vurgusu, başkanlık uzlaşması, İslam
bayrağı altında birlik, Alevilerin adını anmama vb eleştiriler
karşısında, isteyen, hareket hakkında olumsuz eleştirilerin abartıldığını ortaya koyan pek çok sözlü ve pratik kanıt da bulabilir.
[3]
Söz konusu Barzanistan kavramı ve Ortadoğu’da ABD-AKP-Barzani-PKK
ittifakı iddiası maalesef sosyalist basında da kendine yer bulabilse de
bu fikrin asıl sahibi İşçi Partisi’dir. İP’in teorik yayın organı
Teori’nin Ocak 2013 tarihli nüshasında yayımlanan İşçi Partisi 9. Genel
Kurultayı Merkez Karar Kurulu Raporu’nda; ABD, İsrail, AKP ve PKK’nin
emperyalizm işbirlikçisi bir “Türkiye-Kürdistan Birliği” oluşturmak için
cephe oluşturduğu; Suriye Kürtlerinin özyönetimlerinin ve çözüm
girişimlerinin bu plan doğrultusunda geliştiğini savunmaktadır: “2007
sonrasında (…) Türkiye’nin fiilen bölünmesi derinleşti. Barzanistan’ın
Diyarbakır ve Akdeniz’e doğru genişletilmesi planı yürütüldü. (…)
Barzanistan, ancak Doğu Akdeniz’e açılacak “Kürt Koridoru”yla yaşam
sınırlarına kavuşturulabilirdi. (…)Bu koşullarda, ABD ve İsrail adına
Kürt Koridoru’nu açacak kuvvet olarak, AKP, Barzani ve PKK/PYD kalıyor.”
Perinçek’in bu iddilarının eski Perinçekçi yeni liberaller tarafından
da olumlu bir gelişme sayılarak da olsa sahiplenilmesi anlaşılabilir.
Ancak sosyalistlerin bu tezleri paylaşması şaşırtıcı ve üzücüdür.
ALİ ERGİN DEMİRHAN-SENDİKA.ORG
ALİ ERGİN DEMİRHAN-SENDİKA.ORG