Page Nav

HIDE

Grid

GRID_STYLE

GAZETE DEMOKRAT / İKTİDAR DOSYASI

HIDE_BLOG

Türkiye’de şeriatı beklerken...

TÜRKİYE'DE ŞERİATI BEKLERKEN: MUHAFAZAKARLAŞMADAN ŞERİLEŞMEYE TEO-DEMOKRATİK GEÇİŞ Dinin Türkler ve Kürtler’in birleştirici mayası ...

TÜRKİYE'DE ŞERİATI BEKLERKEN: MUHAFAZAKARLAŞMADAN ŞERİLEŞMEYE TEO-DEMOKRATİK GEÇİŞ
Dinin Türkler ve Kürtler’in birleştirici mayası olacağı iddiasının manşetlere yerleşmesinden çok önce ve esasen bundan bağımsız olarak Türkiye din referanslı bir sürecin hegemonyası altına
girmiş idi. Türkiye’deki şerileştici adımların karakterini çözümlemede yaşanan en önemli yanılgı, şeriatın bir günde, yukarıdan siyasi bir devrimle ve muhtemelen İran ya da Suudi Arabistan tarzı bir sistemi tesis etmek üzere geleceği varsayımından kaynaklanıyor. Bunların tamamı yanıltıcıdır. Türkiye toplumu şerileşmeyi durduracak dinamiklere elbette sahiptir ve durduracaktır. Ancak gelmekte olan şerileşme yukarıdaki gibi gelmemekte, Türkiye’ye has bir strateji, biçim, hedef ve içerikle gelmektedir.
Türkiye’ye şeriat geliyor mu? Soru 1990 başlarından beridir soruluyor. Mahalle baskısı, muhafazakarlaşma, değerler vb. başlıklı anketlere dayalı araştırma sonuçları her yayınlandığında tartışma sadece daha da alevleniyor.  Oysa sorunun yanıtı kendi içinde yatıyor.
Türkiye’de “şeriat geliyor mu” sorusuna aslında 30 yıldır “şeriat geldi mi” sorusuyla yanıt aranıyor: Kafa kesiliyor mu? Hayır. Kamusal otorite başı açık gezmeyi yasakladı mı? Hayır. İçki satışı yasak mı? Hayır. Mahkemeler şeri hükümlere göre mi hüküm veriyor? Hayır?… “O zaman şeriattan değil olsa olsa olsa muhafazakarlaşmadan bahsedilebilir” deniliyor.
“Türkiye’de şeriat geliyor mu?” sorusuna delil olarak gösterilen araştırmaların önemli bir kısmı muhafazakarlaşma ile şerileşme arasındaki ilişki, geçişkenlik ve farklılıkları tanımlamadan,  yanıtlamadan geçiştiriyor.  İkinci olarak bu tür çalışmalar bazı kaba kalıpları temel alan tanımları örtük olarak kullanıyorlar: Örneğin şeriatçılık deyince mutlaka Taliban ya da El Kaide türü bir şeriatçılık aranıyor ve diğer görece “ılımlı” şeriatçılık eğilimleri otomatik olarak muhafazakarlık, gelenekçilik vb. adlarla adlandırılıyor. Bu bakımdan dünyada kaç adet İslamcı örgüt ve şeriatçı akım var ise tam olarak o kadar tür şeriatçılık olduğu ve bunların çeşitli ılımlılık ya da tersinden çeşitli köktencilik düzeylerine sahip oldukları gerçeği bir mantık illüzyonuna kurban ediliyor.
Türkiye’de muhafazakarlaşma-şerileşme kaygısını gündeme getiren olaylardan bir kısmına bakıp çözümlememize buradan devam edelim. Önce sadece son bir yıl içinde karşımıza belirgin bir biçimde çıkan sıradan olayları anımsayalım:
-Kız çocuklarının 9 yaşından itibaren başlarını örtebilmelerinin yolunu açmak için 4+4+4 yasasının çıkartılması.
-Sadece hizmet alanların değil kamuda hizmet veren öğretmen, doktor, hemşire vb. görevlilerin de fiilen dini kimliklerini öne çıkardıkları bir örtünmeyle görevlerini yapmaya başlamaları.
- İlköğretimde seçmeli 2 dini dersin (Peygamberin Hayatı ve Kuran-ı Kerim) zorunlu din dersinin yanına eklenmesi ve çocukların bu derslere takke ve başörtüsü ile gelmeye başlaması. Bu derslerin içeriklerinin de dinin anadil ile anlaşılması yerine anlamadan Arapça ezberle donatılması.
-Sayısız okulda kadın öğretmelerin müdürler tarafından giyimleri konusunda uyarılmaları ve dolaylı şekillerde angaryalarla cezalandırılmaları.
-Alkollü içkilerin vergilerindeki olağanüstü artırım ve alkol kullanımına yönetmeliklerle getirilen sınırlamalar. Kamu kurum ve kuruluşlarına bağlı lokal, restoran otel ve benzeri yerlerde içki verilmemesinin norm haline gelmesi.
-Köktenci dini akımların dernek sayısı, kermes etkinliği, ilköğretim okul çevrelerinde başörtüsü hediye etmelerindeki olağanüstü artış.
-İran’dan bile daha çok sayıda camisi bulunan bir ülkede AVM, fabrika ve giderek çok farklı kuruluşta mescit alanlarının düzenlenmesi. Çamlıca ve Taksim için anıt camilerin projelendirilmesi.
-Cuma namazı saatlerinde alış veriş yapılmaması uygulamasının yaygınlaşması ve bu saatte hizmet veren işyerlerine yönelik baskı.
-Sahillerde kamusal haremlik-selamlık plajların istisnadan norma dönüşmesi.
-Devlet televizyonlarının yeni yıl boyunca çizgi film gösterip toplam dini içerikli yayın saatinin önceki yıllara oranla 10 kez artmış olması.
-Gıda’da “helal” ve turizmde “hilal” sertifikasyonuna geçilmesi.
-Tevhid inancına aykırı din bilgisi verilmesine soruşturma açan Milli Eğitim Müdürlükleri vb. vb.
Liste çok ama çok uzun. Aslında her biri tek tek ele alındığında istisna olarak değerlendiriliyor. Olaylar her seferinde münferitleştiriliyor, istisnaileştiriliyor. Dikkatten kaçan listenin toplamı ve bu toplamı yıllar içinde ağır ağır teşkil eden birikim. Her konu tek başınaymış gibi ele alınıyor. Her olayın tek başına değerlendirilmesinin sağlanması suretiyle de İslamileşme, katı muhafazakarlaşma ve şerileşme eğilimlerine dair büyük tablonun görülmesi engellenebiliyor.
Bu çerçevede her bir olay için icat edilmiş “seküler”, rasyonel, iktisadi bir müesses nizam normu ile şerileşme kaygılarınız giderilebiliyor:  Evet örneğin içki fiyatlarının vergi ihtiyacı ya da sağlıklı toplum motifiyle arttırıldığına hepimiz ikna olabiliriz. Keza dilerseniz devlet televizyonlarındaki durumu, devletten ziyade orada etkili olan bir cemaatin keyfiyetine bağlayarak açıklayabilirsiniz. Okullardaki etek boylarına müdahale eden müdürler zaten 1950’lerden beridir bildiğimiz muhafazakarlardır diye düşünmeye devam edebilirisiniz. Seçmeli din dersleri herkese zorunlu değil ki, isteyen alacak. Üniversitedeki kız çocukları başını örtüyorsa liselerdeki küçüklerin de örtme hakkının gelmesi neden şerileşme adımları olsun ki? (vb…vb…) Özetle şerileşme kaygısı her ifade edildiğinde sorun tekilleştirilerek izah ediliyor.
Türkiye’de kuvvetli bir muhafazakarlaşma olduğu ya da şeriatçı eğilim ve uygulamaların güç kazandığı her ifade edildiğinde itiraz muhafazakar ve siyasal dinci kesimlerden gelmiyor. Çok ilginç. İtiraz özellikle liberal hatta liberal sol aydınlardan geliyor. Bu kesim tarihsel olarak 1930’ların “appeasemet politics” denilen yatıştırma politikasıyla aynı zihinsel temellere sahip.
Liberal “yatıştırma” politikası
Yatıştırma politikasını bir parça açmak da yarar var: 1930’larda yükselen Alman ve İtalyan faşizmlerine karşı sert tutum almamak, yani onları yatıştırarak sorunu çözmeyi hedeflemeye bu ad verildi. Dönemin İngiltere başbakanı Nevine Chamberlain Hitler’in iç ve dış politikadaki onca adımına rağmen Çekoslovakya’nın Südet bölgesini işgalinde bile Almanya’nın yatıştırıldığı inancında idi. Chemberlain Hitler’le 1938 yazında yaptığı görüşmeyi barış için başarı olarak adlandırıyordu. Devamını bilmeyen yoktur.
Appasement/yatıştırma siyaseti güden liberal eğilimin azımsanmayacak sayıda önde gelen ismi var.  Ana akım medyada işlerine devam etme ayrıcalığına sahip yazarların (Milliyet, Vatan, Hürriyet, Sabah, Radikal vb) neredeyse tamamına yakını aynı şarkıyı söylüyorlar: Korkmayın, Korkmanıza gerek yok! Bazıları ise nerdeyse korkanları “korkmayın!” diye tehdit ediyor.
Yatıştırıcılara göre Türkiye’de Ortadoğu’da gördüğümüz türden radikal bir İslamcı örgütlenme hiç olmadığı gibi şimdi de yok. Türkiye’de bugün muhafazakarlığın yeni bir evresi yaşanıyor. “Periferideki muhafazakarlar merkeze geldi, görünür oldu, güneşin altında kendilerine bir parça daha yer istediler.” Bu kesime göre özellikle şeriatçı çağrışımlar yapan mahalle baskısı uygulamaları yukarıdan geliştirilen İslamcı/şeriatçı politikaların değil aşağıdaki yoksul kapalı taşra insanlarının bildik eski mahalle baskısından başka bir şey değildir.
“Türkiye’de bir şeriat tehlikesi olduğunu düşünüyor musunuz?” diye sorulan Baskın Oran “Hayır efendim, düşünmüyorum. … Bu memlekette şeriat tehlikesinden çok laikçilik tehlikesi var” diyerek bu memlekette milliyetçiliğin seçkinlerin, laikçiliğin de halkın üzerinde tahakküm kurmak için kullanıldığını ileri sürecekti. Ahmet İnsel, “Solun sistematik biçimde ‘ne darbe, ne şeriat’ sloganının arkasında durması çok doğru değil. Çünkü Türkiye’de şeriat yakın bir tehdit olarak durmuyor ancak darbe bir tehdittir” inancını ifade ediyordu. Ufuk Uras daha da ileri gidiyor ve sosyalistlerin oylarıyla gittiği parlamentoda AKP’ye verdiği desteği şöyle özetliyordu: “İran-Türkiye benzetmesi doğru değildir. Tayyip Erdoğan Humeyni değildir. İmam bilmem ne değildir.” Kaldı ki Uras’a göre öyle bile olsa galiba sorun yok ki aymaz TUDEH’lileri kendine delil göstererek şöyle devam ediyor: “TUDEH yöneticilerine ‘Bugün olsa ne yapardınız?’ diye soruyorum, ‘Yanlışlarımız olabilir, ama yine demokrasiyi savunurduk’ diyorlar…”  TUDEH’liler İran’da mollaların kurşuna dizdiği on binleri ve itirafçılaştırdığı yüz binlerce insanı unutmuş olamayacaklarına göre Uras sanırım hayali TUDEH’liler de icat etmeye başlamış. Benim tanıdığım TUDEH’liler Uras’ınkilerden oldukça farklı olsalar gerek ki bugün herhangi bir “yatıştırıcı”yı dinlemeye tahammül sınırlarının 1 dakikanın altında olduğunu söyleyebilirim. 1 dakikanın sonunda nasıl bir tepki vereceklerini inanın tahmin edemezsiniz.
Liste ve yatıştırıcı argümanların çeşitlemeleri uzatılabilir. Sinema, tiyatro, edebiyat fikir siyaset dünyasının sol ve liberal sıfatlarla tanıdığı dev bir koro var. Tekrara düşmeden özetleyelim. Bu kesimin altı çizilmesi gereken ortak özellikleri benim şerileşme dediğim ama hadi onların tabiriyle söylersek muhafazakârlaşma dedikleri tehdit ile değil, solla ve seküler kesimlerle mücadeleyi görev edinmiş olmalarıdır. Görevleri eteğine karışılana, atölye ve işyerlerinde oruç tutma ve namaz kılma baskısı yapılana, seküler tutumu nedeniyle ayrımcılığa uğrayana müsekkin reçete etmektir.
Bu kesimden arkadaşların arasında şerileştiricilerin çoğunlukta olduğu bir muhitte oturan tek bir kişiyi dahi bulamayacak olmanız kolayca atlanacak bir durum da değildir. Liberaller “mahalle baskısı yok” derken, bu bakımdan tam da gerçeği ifade ediyorlar: Onların mahallesinde baskı olmadığına kimsenin şüphesi yok! Velhasıl olayları değerlendirirken İngilizlerin Vahabileri ele alışlarındaki soğukkanlılıkları geliyor insanın aklına. Olay alt sınıflarla ilgili. Beyefendiler uzaktan avam için analizlerini bahşediyorlar. Siz bu ülkede yüz binlerce insanın ülkeyi terk etmeyi düşünmeye başladıklarını ilk kez bu yazıda benden duyuyor olmalısınız. Ne yazık!
Foucault’yu kötü niyetle okudukları belli olan bu kesim, ülkedeki gelişmelerden kaygı duyanları “endişeli modernler” damgasıyla terapi görmesi gereken bir kesim olarak adlandırılıyor. Hapishaneye atılmamız değilse de kliniğe gönderilmemiz çok uzak değil anlaşılan!
Üstelik tüm bunları agresifçe yapıyorlar. Bir an için bu yazı da dahil bugüne kadarki “endişeli” değerlendirmelerin abartılı olduğunu varsayalım. Peki ama abartısız haliyle bile muhafazakarlaşmayla mücadele için nasıl bir yol önerdiniz? Ne zaman bu konuda bir adım attınız? Bu koca liberal koro, toleranslı görünümleri altında saldırgan bir biçimde mağdurların seslerine saldırmaktan başka bir işlev görmedi.
Akademik ve politik veçheleri olan yatıştırıcı politikanın temel yanılgısının, bilerek yanlış soru sormasında yattığını en başta ifade etmiştik. Elbette halihazırda Türkiye’de şeriat egemen olmadığına göre, “var mı yok mu” türünden anlamsız ve basit bir soruya yanıt aramak yersiz olur. Doğru soru Türkiye’nin muhafazakarlık sınırlarında mı durduğu yoksa bir şerileşme sürecinde mi olduğudur.
Başka türlü de ifade edelim Türkiye’de toplumsal ve siyasal düzenin şerileşmesi yani ülkenin şeriat kurallarına göre yönetilmesine doğru bir gidiş var mı? Varsa bu ne şekilde ve hangi araçlar, dolayım ve söylemlerle gerçekleştirilmektedir?
Türkiye’ye şeriat nasıl geliyor?
Türkiye’deki şerileştici adımların karakterini çözümlemede yaşanan en önemli yanılgı şeriatın bir günde, yukarıdan siyasi devrimle ve muhtemelen İran ya da Suudi Arabistan tarzı bir şeriatı tesis etmek üzere geleceği varsayımından kaynaklanıyor. Bunların tamamı yanıltıcıdır. Türkiye toplumu şerileşmeyi durduracak dinamiklere sahiptir ve durduracaktır. Ancak gelmekte olan şerileşme yukarıdaki gibi gelmemekte, Türkiye’ye has bir strateji, biçim, hedef ve içerikle gelmektedir.
Türkiye şerileşme sürecine ilişkin birinci özellik şudur: Türkiye’de şerileşme süreci ılımlı İslamcı bir strateji ile evrimci tarzda hem aşağıdan yukarıya hem yukarıdan aşağıya geliyor. “Ilımlı İslamcılık” kavramı günümüzde eksik ve hatta yanlış denebilecek bir içerikle okunuyor. Ilımlı İslamcılık İslam’ın ılımlı bir çeşidinin değil, İslamcılığının hegemonik araçlarla yürütülmesi yöntemini benimsemiş bir siyasal iktidar stratejisinin adıdır.
Ilımlı siyasal İslamcılığın klasik siyasal İslamcı iktidar stratejisinden farkı öncelikle devletin değil toplumun İslamizasyonu fikri ve yönteminde temellenir. Ilımlı İslamcılık, sahiplerinin ifadesiyle, “öncelikle devletin değil, daha ziyade toplumun İslamileşmesi” stratejisidir. Biz bu İslamileşme sürecini, içeriğini daha yerinde ve ince biçimde yansıtabilidiği için “şerileşme” kavramıyla  adlandırıyoruz. Şerileşmeyi de temel olarak iki kanaldan yürüyen bir süreç olarak değerlendireceğiz: Aşağıdan serileştirme ve yukarıdan serileştirme.
Türkiye şerileşme sürecine ilişkin ikinci özellik ise şerileştirmenin hedefi-içeriği konusunda ortaya çıkar. Türkiye’nin hep Suudilere ya da İran’a kıyasla şeriata gidip gitmediği sorgulanması gibi temel bir hata yapıldı. Türkiye’deki şeriat arzusuyla sabırla çalışanları biraz tanısalardı başka bir ülkeye benzemeye çalışan şeriatçı aramanın yersizliğini görürlerdi. Gerçekten de Türk şeriatçısı eşsizdir. Bu bakımdan onların getirmekte oldukları şerileşmede İran, Malay, Suudi, Gazze, Mısır, Nijer ya da başka bir tür şeriatçılığı aramak yersizdir. Hegemonik olan Türk şerileşmesi öz-karakteri bakımından Şafi etkileşimleri olan Hanefi-Maturidi ekolün Türk-İslamcı yorumuna dayalı bir şeriatı inşa etmeye çalışıyor. Bu da Türkiye’de şerileşme sürecinin içeriğine işaret eden ikinci önemli noktadır.
Özetle Türkiye’de İran, Pakistan ya da Suudi türü bir şeriatçı bulmayınca şeriat bahsini kapatmanız gerekmez çünkü bu da yanlış soruya olmayan yanıtı aramaktır.
Üçüncü konu şeriatçılığın modernizmle kesin bir çelişki içinde olduğu yanılgısıdır. Bu varsayım periferideki dışlanmış kesimlerin merkeze gelmesi ve modern arabalara binmesi, lüks dairelerde yaşaması, yatlara binip tatil yapmasıyla vesaire zamanla  “normalize” olacakları varsayımını içerir. Körfez ülkeleri, Brunei Sultanlığı, Suudi Arabistan vb. ülkelerdeki durum pek bu varsayımı doğruluyor görünmemektedir. Nitekim siyasal İslamcılık geleneksel olanı ne zaman temsil etti ki moderniteyle kaynaşması onu eritebilsin?
Liberal varsayımlar Türkiye’de meşhur bir alıntıya başvururlar: Ciplere binen, 5 yıldızlı otellerde kongre yapan kravatlı Refah Partililer fenomeni. Bir zamanlar herkesin referans verdiği, Ruşen Çakır’ın Refah Partisi kongresinde gözlemlediği tamamı kravatlı bir “militan” topluluğun şeriat getirmeyeceği saptamasında olduğu gibi korkunç bir yanılgı içindeler. Şeriat kravatla da gelir, briyantinli saçla da gelir. Şeriatın kravatla gelmeyeceğine dair hangi tarih bilgisine sahipsiniz? Mercedes’li, 5 yıldızlı tatilli, lüks markalı şeriat olmadığı ve olmayacağı gibi bir saptamaya varmak için şu üç unsurun bir araya gelmesi gerekir herhalde: Sadece Ali Şeriati okumak, Seyyid Kutup stratejisi takip etmek ve Taliban bölgesinde yaşamak.
Besiç militanlarının ya da Suudi ahlak polisinin kadın giyimine müdahalesi ile Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı ilköğretim okulundaki kravatlı AKP’li müdürün kadın öğretmenin etek boyuna müdahalesi arasındaki esasa ilişkin nitel farkı izah edebilir misiniz?
Evet elbette İslami hareket AKP ile birlikte esas itibarıyla düzen tarafından absorbe edildi. Ama İslamcı hareket de, Gramşici başka bir kavramla ifade edecek olursak, merkez sağı transforme etti. Üstelik 1990 sonlarındaki düzenle bütünleşme, 1980’lerdeki gibi bir radikal dalganın yeniden gelmeyeceğini garanti edebilir mi?
Konuyu uçlaştırmadan, özcü yanıtlar arama tuzağına düşmeden, keza inançlı seküler insanları da ötekileştirmeden anlamanın yolu, Türkiye’de aşağıda toplumsal yapıda (mahallede) ve yukarıdan yeni-müesses nizam katından (devlet ve hükümet) hangi pratik uygulamaların geldiğini tespit etmekten geçer. Burada anacağımız bazı uygulamaları şerileşme olduğu kadar muhafazakarlaşma olarak da anabileceğimizi baştan kabul edelim. Çünkü bu ikisi arasında etten bir duvar yoktur. Ancak zihinsel kodlar ve büyük resim açısından konuya yaklaşıldığında aralarındaki fark ve analizimizin iç tutarlılığı anlaşılabilir.
Muhafazakarlıktan şerileşmeye yumuşak, alıştırılmış (sindire sindire ve sindirte sindirte rızası devşirilmiş), evrimci geçişin ilk emarelerini yaşadığımız günümüz Türkiye’sinde ortaya çıkan uygulamaları dikey ve yatay planda kategorize edebiliriz:
I. Yeşil sermaye, esnaf, orta sınıflar eliyle “aşağıdan” gelenler
*Kıyafetlerin şerileşmesi: Yaygın şeri bir kıyafetin norm, diğerlerinin norm olmadığı inanç ve pratiklerinin yaygınlaşması.
*Sahillerin ve turizmin şerileşmesi: İslami turizm, otel motel, mayo ve haremlik selamlık esasına göre bölünmüş havuz ya da plajları olan işletmelerin yaygınlaşması.
*Yeme içmede şerileşme: İçki de verilebilen mekanlardaki olağanüstü düşüşün yanında “müessemiz içkisizdir/alkolsüzdür” türü tabelalarla sanki bulunmaz bir özellikmişçesine reklam edilen ve dayatılan yaşam tarzı.
*Çalışma yaşamı ve işe alımların şerileşmesi: Özellikle market kasiyerlerinde olmak üzere her türlü işyerinde işe alımlarda şeri kıyafet giyiminin tercih edilmesi.
*Alışverişin şerileşmesi: Helal sertifikasyonu, helal finans, helal turizm vb.
*İşyerleri açılış kapanış saatlerinin şerileşmesi.
II. Yukarıdan siyasal düzenleme ile gelenler
*Mekanların şerileştirilmesi: İbadet ihtiyacından bağımsız abide camiler.
*Kamu eğitim kurumları müfredatlarının şerileşmesi.
*Belediye plajlarının şerileşmesi
*Ailenin ve kadının aile içindeki yerinin şerileşmesi
*Trafik polisi, polis ve zabıta ile kamusal alanların şerileştirilmesi
*Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakanlar, Valiler, Kaymakamlar ve devlet erkanının özendirici serileştirmesi (Cuma selamlıkları vb.)
*Belediyelerin şeri takvime uygun faaliyetleri.
*Etnik ve dini azınlıklara şeri yaklaşım: Kürt sorununu din temelindeki ortak üst kimlikle, Alevi taleplerini cemaatçi hukukla ehlileştirme vb.
Hem yatıştırıcılar hem de bizzat şerileştiriciler,  yukarıda andığımız uygulama ve stratejileri kimseye dayatılmayan, “Müslümanın Müslümanlığını  yaşayabileceği alanlar oluşturması” olarak yorumluyorlar. Doğrudur, Türkiye’de şerileşme evrimci bir tarzda geliyor derken tam da bunu kastediyoruz. Herkese dayatılan merkezi hukuksal düzenlemelerle değil, isteyene olanaklar sağlayan hukuki düzenlemelerle yani liberal-komuniteryan hukuk stratejisiyle geliyor.
Bunun da birinci basamağı mevcut -ne kadar olduğu ayrıca tartışmalı olan- seküler düzenlemelerin gücünü zayıflatmak, yönetmelikler ve kararnamelerle kadükleştirmek ve nihayetinde yerlerine hegemonikleşerek fiili yasallık haline gelecek bir komüniter-cemaatçi seçenek oluşturmaktır.
Türkiye’de içinde bulunduğumuz şerileşme sürecinin tam anlamıyla bir gün taşıyıcıları tarafından “evet oldu” dedikleri noktayla taçlanacağı bir “şeriat düzenine geçilip geçilemeyeceği ucu açık bir sorudur.
Şerileşmenin başarıya ulaşmaması seküler kazanımların korunması ve ileri taşınması mücadelesiyle doğrudan ilgilidir. Şerileşme ile mücadele ederken, inanç sahibi ve seküler dindarı ötekileştirmeyen bir dil geliştirilmeli. Önce yukarıdan gelen şerileşme ile mücadele edilmeli, aşağıdan gelenle mücadeleye dini-kültürel bağlamların dışından yaklaşılmalı. Maneviyatsız şeriatçıların bu vicdansız dünyanın vicdanı olmadıkları, eşitlik ve özgürlük maneviyatı sahiplerince ortaya konabilmeli. Çünkü dogmadan maneviyat çıkmaz ama herkesin eşitliği ideali maneviyattan başka ne olabilir ki?

Hakan Güneş, Yrd. Doç.Dr,
İstanbul Üniversitesi
Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler

Hiç yorum yok