Bugün Türkiye sinema tarihinin büyük ismi Yılmaz Güney’in
doğum günü… Yaşarken efsane olmuş, unutulmayacak filmlere imza atmış
Güney, sosyalist kimliği ile sanatını buluşturarak tarihte ve Türkiye
halkının yüreğinde unutulmayacak bir yere sahip oldu.
Adana’da bir köylü ailenin çocuğu olarak 1937 yılında dünyaya gelen Yılmaz Güney ismi hem sanatı hem politik duruşu ile Türkiye tarihinin efsaneleri arasına girdi.
Bugün 1 Nisan, namı diğer ‘Çirkin Kral’ın doğum günü…
Sosyalist kimliğini sakınmadan ortaya koyan, sanatı ile politik kimliğini birbiri içinde eriterek unutulmayacak yapıtlara imza atan Güney’i, onun nasıl biri olduğunu çok iyi anlatan, daha önce soL gazetesinde yayınlanan bir Asaf Güven Aksel yazısı ile anıyoruz:
“Yılmaz Güney tokadı…
O yıllarda birey keşfedilmişti elhak. İnsan hakları, demokrasi, ezilenler, cinsel ufuklar, günü yaşamak keşfedilmişti. 12 Eylül faşizmi bir kıran gibi hüküm sürüyordu ülkede ama, “eksik bırakılmışların, ihmal edilmişlerin önemi” üzerinden “solun kabalıkları”yla hesaplaşmayı da, elma şekeri gibi, “bunalan aydın”ların eline tutuşturmuştu. Dün, dün ile gitmişti ya cancağızım, şimdi yeni şeyler söylemek lazımdı ya…
80’lerin başları. Yılmaz Güney hapisten kaçmış, yurtdışına gitmiş, Altın Palmiye almış, yeni bir filme başlamış…
Bunları gazetelerden bile takip edemiyordunuz, ne interneti, o bir rivayetti.
Ama, şimdikinden çok daha hızlı yayılıyordu sözler, tıkılıp kalınmış barlarda.
Diyorlardı ki, “Duvar” filminin kamera arkası görüntüleri varmış, Paris’ten gelmiş. İzlemişler şekerim ve orada, ne oluyormuş biliyor musunuz? Faşizan bir şey oluyormuş, alçakça, insanlık dışı. Yılmaz Güney, bir çocuğa tokat atıyormuş! Aaa! Elleri kırılasıca, niye yapıyormuş bunu? Sahnede çocuğun ağlaması lazımmış, çocuk işte, ağlamıyormuş bir türlü; Yılmaz öfkeyle gidip basıyormuş tokadı, ağlıyormuş çocuk, çekiliyormuş sahne.
İlenmeler, olmaz olsun böyle adamlar eşliğinde, modern oyuncu ağlatma yöntemleri, kremler, gözyaşı damlası, Vicks, olmadı limon suyu önerileri arasında, konu geniş alana taşınıyor ve görülüyordu işte, ne kadar haklı olunduğu, solun kabalıklarını aşıp incelmiş duyarlılıklar geliştirmekte… Primitifler!
Bu rivayeti esas alıp düşünürdük biz de, altı üstü ağlayacak bir çocuk bir sahnede, niye o aceleci öfke, telaş, ilk akla geleni yapıp bir tokat atmak çocuğa…
Sonradan gidip sarıldığı, öptüğü okşadığı, çocuğun hiç kırgın bakmadığı, hatta ifadesinin “iyi ettin” şükranı yansıttığı gibi eklemelerle yumuşatılıyordu “olay”, Yılmaz’ı harcatmamak için…
Yılmaz Güney’den geriye kalan her şey siliniyordu, bir tokatta. O tokat, “avantür” hayatının, kaba erkekliğinin yeniden her şeyinin üzerini örtmesine vesile oluyordu.
12 Eylül hüküm sürerken… Yılmaz hapisten kaçmış, dünya çapında ödül almış, dur durak bilmeden çalışır, yeni bir film yaparken…
Ve Yılmaz ölürken.
Bunun üzerinden çok az zaman geçip de, ölüm haberi gelecekken.
Yılmaz, bir tokadı, ölümün nefesi sırtında atarken. Bilirken bunu.
Taa ne zaman romanında anlattığı çocuk mahkumları sinemaya aktarmak ister, bunu gerçekleştirmeye odaklanır, acaba bittiğini görecek miyim kaygısıyla çırpınırken.
Bir tokat, artık zamanı kalmamışlığa. Bir tokat, ölümün elinden iki parça pelikül koparmaya. Bir tokat, o çocuklar için. Bir tokat, bütün dünya bu filmi izlemeli, anlamalı amacının önünde dikilen ölüm meleğine.
Ölüyorum ey çocuk, zamanım yok ağlamanı beklemeye! Ağla ki, bir film bitsin. Ağla ki, son filmim bitsin, yarım kalmasın. Ağla ki, bu film çocukların ağlamasını kessin… Ağla, başka film yapamayacağım ben!
Bir şey başarmak için ne kadar az zamanım var öfkesinin tokadı suratında Yılmaz’ın. Beş parmağı, “bekle!” diyen bir yanakta.
Ne yaptığını bilemezlik, başka yöntem arayamazlık halidir, artık bir şey olsun telaşına dar vakitte düşmek. Hırçınlaşmaktır. Hınçlanmaktır.
Ölüyorum… Bu film bitmeli…
Çocuk yüzünde bir tokat, kırılası elin göstergesidir. Rol yapamayacak masumiyeti, cebren müdahaleyle bozmadır. Acıtıcı. İncitici.
Ama midesindeki illet kıvrandırıyordu Yılmaz’ı, ölüyordu Yılmaz, bunu biliyordu.
O film, ağlayan çocuklar için bitmeliydi. Soba, pencere camı ve iki ekmek bulsunlar diye bitmeliydi. “Faşizmin zindanlarını emekçi halk yıksın” diye bitmeliydi. Ölmeden.
Ya şimdi ağlayacaktı o çocuk, ya çok geç olacaktı.
Evrimi, geniş zamanları, usul usul yöntemleri, kendiliğindeni bekleyemeyen bir iradeciliğin zorlaması gibidir o tokat. “Dur, sabret, bekle”ye indirilmiştir.
Zaman daralırken, ölüm kapıdayken, armudun sapı üzümün çöpü “böyle gitsin”ciliğin fantezisidir.
Yılmaz, bir tokat atmıştır masum bir çocuğa. Masum bir devrimci müdahaledir madalyonun öbür yüzündeki. Sabırsızlıktır.
İnsani duyarlılıkların, çok daha insani bir dünya kavgasında, zora maruz kalmasıdır.
Ya çocuğa ağlarsınız, ya çocukla ağlarsınız…
Birinde, müdahaleden vazgeçmişsinizdir. Diğerinde, bir telaşı kavramışsınızdır…
Tarihe tokat da böyledir. Ya zamanında atarsınız, başka bir şeyi umursamadan, mızıldananlara kulak asmadan, ya asıl umursadıklarınızın tarihe gömülmesini el böğürde izler, kalanla yetinirsiniz…”
ASAF GÜVEN AKSEL-SOL.ORG
Adana’da bir köylü ailenin çocuğu olarak 1937 yılında dünyaya gelen Yılmaz Güney ismi hem sanatı hem politik duruşu ile Türkiye tarihinin efsaneleri arasına girdi.
Bugün 1 Nisan, namı diğer ‘Çirkin Kral’ın doğum günü…
Sosyalist kimliğini sakınmadan ortaya koyan, sanatı ile politik kimliğini birbiri içinde eriterek unutulmayacak yapıtlara imza atan Güney’i, onun nasıl biri olduğunu çok iyi anlatan, daha önce soL gazetesinde yayınlanan bir Asaf Güven Aksel yazısı ile anıyoruz:
“Yılmaz Güney tokadı…
O yıllarda birey keşfedilmişti elhak. İnsan hakları, demokrasi, ezilenler, cinsel ufuklar, günü yaşamak keşfedilmişti. 12 Eylül faşizmi bir kıran gibi hüküm sürüyordu ülkede ama, “eksik bırakılmışların, ihmal edilmişlerin önemi” üzerinden “solun kabalıkları”yla hesaplaşmayı da, elma şekeri gibi, “bunalan aydın”ların eline tutuşturmuştu. Dün, dün ile gitmişti ya cancağızım, şimdi yeni şeyler söylemek lazımdı ya…
80’lerin başları. Yılmaz Güney hapisten kaçmış, yurtdışına gitmiş, Altın Palmiye almış, yeni bir filme başlamış…
Bunları gazetelerden bile takip edemiyordunuz, ne interneti, o bir rivayetti.
Ama, şimdikinden çok daha hızlı yayılıyordu sözler, tıkılıp kalınmış barlarda.
Diyorlardı ki, “Duvar” filminin kamera arkası görüntüleri varmış, Paris’ten gelmiş. İzlemişler şekerim ve orada, ne oluyormuş biliyor musunuz? Faşizan bir şey oluyormuş, alçakça, insanlık dışı. Yılmaz Güney, bir çocuğa tokat atıyormuş! Aaa! Elleri kırılasıca, niye yapıyormuş bunu? Sahnede çocuğun ağlaması lazımmış, çocuk işte, ağlamıyormuş bir türlü; Yılmaz öfkeyle gidip basıyormuş tokadı, ağlıyormuş çocuk, çekiliyormuş sahne.
İlenmeler, olmaz olsun böyle adamlar eşliğinde, modern oyuncu ağlatma yöntemleri, kremler, gözyaşı damlası, Vicks, olmadı limon suyu önerileri arasında, konu geniş alana taşınıyor ve görülüyordu işte, ne kadar haklı olunduğu, solun kabalıklarını aşıp incelmiş duyarlılıklar geliştirmekte… Primitifler!
Bu rivayeti esas alıp düşünürdük biz de, altı üstü ağlayacak bir çocuk bir sahnede, niye o aceleci öfke, telaş, ilk akla geleni yapıp bir tokat atmak çocuğa…
Sonradan gidip sarıldığı, öptüğü okşadığı, çocuğun hiç kırgın bakmadığı, hatta ifadesinin “iyi ettin” şükranı yansıttığı gibi eklemelerle yumuşatılıyordu “olay”, Yılmaz’ı harcatmamak için…
Yılmaz Güney’den geriye kalan her şey siliniyordu, bir tokatta. O tokat, “avantür” hayatının, kaba erkekliğinin yeniden her şeyinin üzerini örtmesine vesile oluyordu.
12 Eylül hüküm sürerken… Yılmaz hapisten kaçmış, dünya çapında ödül almış, dur durak bilmeden çalışır, yeni bir film yaparken…
Ve Yılmaz ölürken.
Bunun üzerinden çok az zaman geçip de, ölüm haberi gelecekken.
Yılmaz, bir tokadı, ölümün nefesi sırtında atarken. Bilirken bunu.
Taa ne zaman romanında anlattığı çocuk mahkumları sinemaya aktarmak ister, bunu gerçekleştirmeye odaklanır, acaba bittiğini görecek miyim kaygısıyla çırpınırken.
Bir tokat, artık zamanı kalmamışlığa. Bir tokat, ölümün elinden iki parça pelikül koparmaya. Bir tokat, o çocuklar için. Bir tokat, bütün dünya bu filmi izlemeli, anlamalı amacının önünde dikilen ölüm meleğine.
Ölüyorum ey çocuk, zamanım yok ağlamanı beklemeye! Ağla ki, bir film bitsin. Ağla ki, son filmim bitsin, yarım kalmasın. Ağla ki, bu film çocukların ağlamasını kessin… Ağla, başka film yapamayacağım ben!
Bir şey başarmak için ne kadar az zamanım var öfkesinin tokadı suratında Yılmaz’ın. Beş parmağı, “bekle!” diyen bir yanakta.
Ne yaptığını bilemezlik, başka yöntem arayamazlık halidir, artık bir şey olsun telaşına dar vakitte düşmek. Hırçınlaşmaktır. Hınçlanmaktır.
Ölüyorum… Bu film bitmeli…
Çocuk yüzünde bir tokat, kırılası elin göstergesidir. Rol yapamayacak masumiyeti, cebren müdahaleyle bozmadır. Acıtıcı. İncitici.
Ama midesindeki illet kıvrandırıyordu Yılmaz’ı, ölüyordu Yılmaz, bunu biliyordu.
O film, ağlayan çocuklar için bitmeliydi. Soba, pencere camı ve iki ekmek bulsunlar diye bitmeliydi. “Faşizmin zindanlarını emekçi halk yıksın” diye bitmeliydi. Ölmeden.
Ya şimdi ağlayacaktı o çocuk, ya çok geç olacaktı.
Evrimi, geniş zamanları, usul usul yöntemleri, kendiliğindeni bekleyemeyen bir iradeciliğin zorlaması gibidir o tokat. “Dur, sabret, bekle”ye indirilmiştir.
Zaman daralırken, ölüm kapıdayken, armudun sapı üzümün çöpü “böyle gitsin”ciliğin fantezisidir.
Yılmaz, bir tokat atmıştır masum bir çocuğa. Masum bir devrimci müdahaledir madalyonun öbür yüzündeki. Sabırsızlıktır.
İnsani duyarlılıkların, çok daha insani bir dünya kavgasında, zora maruz kalmasıdır.
Ya çocuğa ağlarsınız, ya çocukla ağlarsınız…
Birinde, müdahaleden vazgeçmişsinizdir. Diğerinde, bir telaşı kavramışsınızdır…
Tarihe tokat da böyledir. Ya zamanında atarsınız, başka bir şeyi umursamadan, mızıldananlara kulak asmadan, ya asıl umursadıklarınızın tarihe gömülmesini el böğürde izler, kalanla yetinirsiniz…”
ASAF GÜVEN AKSEL-SOL.ORG