HIDE

GAZETE DEMOKRAT / EKONOMİ

GRID_STYLE

SON HAVADİS

SHOW_BLOG

GÖRÜYORSUN İŞTE, SENİNLE OLMUYOR BE “USTA”

  2004 yılı Mart’ında Alman başbakanı Gerhard Schröder’in Türkiye ziyaretiyle ilgili olarak gazetecilere yaptığın açıklamada, Alman b...

 

2004 yılı Mart’ında Alman başbakanı Gerhard Schröder’in Türkiye ziyaretiyle ilgili olarak gazetecilere yaptığın açıklamada, Alman başbakanının 15 bin Euro maaş aldığını beyan ettikten sonra eklemiştin; “Bizimkisi 3 bin Euro, ticaret yapmasam bu parayla geçinemem” Bu, “Ticaret yapmasam geçinemem” cümlesi, etrafındaki yalaka kahkahaları arasında kaynayıp gitmişti. Bir başbakanın ticaret yapmasının ahlaki boyutu o günden bu yana hiç ama hiç tartışılmadı, konuşulmadı. Kimse cesaret edemedi buna. Herkes biliyordu o cümlenin arka planını ama dağları saran korku, dilleri bağlamıştı. Ticaret yapma meselesiyle ilgili olarak örneğin başbakanın hangi imkanları nasıl kullandığı konusu kimi dillerin ucuna kadar gelse de, ağızlardan dışarı bir türlü çıkamadı.
2005 yılı Nisan ayıydı. Bir mitingdeydin. Kalabalık tam istediğin gibiydi. Korumalarına dağıttırdığın plastik oyuncaklar, AKP amblemli naylon torbaların içindeki birkaç kalem, bir iki silgi ve defter kalabalığın o her zaman teslim alınan, daha doğrusu alınıp satılabilen yalancı coşkusunu istediğin kıvama getirmişti. Tam iyice kabardığın bir anda, karşısında atıp durduğun o kalabalığın içerisinde bir pankart gözüne çarpmıştı: “Satılık Böbrek Var!”. Pankartı okuyunca o kabarmaların, atıp tutmaların ve peş peşe hiç çekinmeden sıraladığın bütün yalanların bir anda yerle bir oldu. Sinirlendin. Sinirlenince de gerçek ve asıl Recep Tayyip oluverdin elinde olmadan. “Kusura Bakma, Sakatatçı Dükkanı Değil Burası” diye çok tuhaf, çok garip, çok zavallı ve çok çaresiz bir cümle kaçırdın ağzından. Ülkesini yönettiğin bir vatandaşın böbreğini niye satılığa çıkardığı sorusunun kahredici cevabını ve o cevabın kan donduran yalınlığını herkesten çok daha iyi bildiğin için, o ana kadar söylemiş olduğun bütün yalanlarından utandın belki de. O utanman daha da sinirlendirdi seni. Sonra hemen konu değişikliği yapıverdin.
2006 yılı Şubat ayını biliyorsun zaten. Hani şu “Artistlik yapma lan” ve “Hadi ananı da al git buradan” mevzusunu. Mersin’de halkın sorunlarını dinliyordun sözüm ona. Halk karşına gelip de “2 yıldır anamız ağladı” dediğinde bir dövmediğin kalmıştı o sorunlarını dinlediğin halkı.
2007 yılında, meclisteki kadın kotasının artırılmasını isteyen bir sivil toplum örgütü üyesine, “Sen Ruanda mı olmak istiyorsun, buyur ol” diye karşılık vermiştin çok net hatırlıyorum. Ruanda’nın kadın temsiliyeti konusunda çok berbat bir durumda olduğunu zannederek böyle bir açıklama yapmıştın. Yine sallayıverdin yani desteksiz. Donanım konusunda ciddi sıkıntılarının olduğu noktasında o ana kadar sayısız örnekler yaşatmıştın bizlere ama bu Ruanda açıklaması tam bir bombaydı konuyu iyi bilenler için. Çünkü Ruanda, kadın temsiliyeti sıralamasında dünya ölçeğinde ilk sıradaydı. Meselenin doğrusunu bilenler, yaptığın açıklamaya ağızlarıyla gülmediler.
2009 yılı sonlarına doğru –ki köşe yazarlarına olan kinin tavan yapmışken- “Ne kadar az yazarsanız, o kadar huzurlu oluruz, eskiden köşe yazarları haftada bir, iki kez yazardı, şimdi her gün” diye ilginç bir cümle kurmuştun. Bunu bir başbakanın ağzından duymak o günden beri benim için elbette ki birçok bakımdan somut birtakım sonuçlara ulaşmış olmayı beraberinde getirmişti. Ama bunları burada tek tek yazmanın, geleceğim açısından nelere mal olabileceğini kestirebildiğim için, geriye bir tek şeyin kaldığını “şimdilik” kaydıyla yazımın tam da burasına not olarak düşüyorum ve ülkem adına utanç duymamı engelleyemediğimi belirtmekle yetiniyorum. Dedim ya, o da “şimdilik”.
2010 yılı Mayıs ayında, Zonguldak’ta 30 maden emekçisinin hayatını kaybetmesiyle ilgili olarak yaptığın konuşmanda, bu ölümlerin, madencinin kaderi olduğunu söylemiştin. Ölen madencilerin yakınları, sendikanın açtığı davada taraf olarak duruma müdahale etmelerinin sonucunda, yani senin o konuşmandan tam bir buçuk yıl sonra dava nihayete ermiş ve o ölümlerin, senin dediğin gibi kaderden değil de, tamamen işveren kusurundan olduğu ortaya çıkmıştı. Her sıkıştığında, gündemi değiştirecek bir pozisyonun da yokken, tıpkı “başörtüsü” argümanını raftan aşağıya indirip ülkenin ortasına fırlatıp atmana benzer bir biçimde, o ölümleri için de, dört elle sarıldığın “kader” argümanı yerle bir olmuştu yani. Bir daha ne kader dedin o ölümler için, ne de başka bir şey. “Kader” deyip de kestirip attığın cenazeler için düzenlenen törene bile katılmamıştın hatırlıyorum.
Aynı yılın Temmuz ayında kadın örgütleriyle yaptığın kerameti kendinden menkul açılım toplantılarının birinde, kadın – erkek eşitliğine inanmadığını söylemekte herhangi bir sakınca görmedin. Senden açılım hakkında bilgi bekleyen kadınlar, kendilerinin erkeklerle eşit olmadığı şeklinde zuhur eden ve ağızdan çıkan bir başbakan açıklaması duyup da salonu ufak ufak terk etmeye başlayınca sinirlenip toplantıyı yarıda bıraktın ve çıkıp gittin. Giderken de, tam kapı önünde etrafındaki yalamalara dönerek kızgın bir ifadeyle; “Ben ne dedim şimdi yaa” diye adeta höykürdün. Bu höykürmeni hemen ertesi günü manşet yapan gazetelere ilk grup toplantında sallayan bir başbakan olarak biraz da garip bir biçimde tarihe geçtin.
3 Haziran 2011 günü, Ankara’da gerçekleşen Hopa protestoları sırasında polis tarafından vahşice tekmelenmesi sonucu kalçası kırılan Dilşat Aktaş’tan söz ederken, “Kız mıdır, kadın mıdır bilemem” dedin ve bunu kulaklarımla duyduğumda kanım dondu. Senin adına değil ama, yönettiğin ülkem adına utandım. Hem de çok utandım. Bu yaptığın şey, “Siyaset” değildi çünkü. Ve sen bunu herkesten çok daha iyi bilen tek kişiydin.
Bundan yaklaşık 1 yıl kadar önceydi. Suriye yönetimini hedef almıştın ya, yine “salladın”. İşgal ordusu komutanı gibi konuşuyordun. Bir ara; “En yakın zamanda Şam’a gidip, Emevi camisinde Cuma namazı kılacağız inşallah” deyiverdin. O “En Yakın Zaman” bir türlü gelmedi. Gelişmelere bakılırsa, pek gelecek gibi de görünmüyor. O frensiz ve pek de “izanlı” sayılmayacak konuşmanı hala hatırlıyorsan, şu an ne düşündüğünü inan en fazla ben merak ediyorum.
Bu listeyi uzatmak mümkün. Ama o kadar çok dehşete imza attın ki, hepsini bu yazıya sığdırmak mümkün değil.
Sahi, unutmadan kısaca üzerinden geçmemiz gerekiyor, bir de şu geçen on, oniki yıl boyunca yaptıkların, daha doğrusu “yaptırdıkların” var.
Bir “Tabiat Kanunu” var mesela. Hani şu HES’lere izin veren, 2/B statüsündeki orman arazilerinin imara açılmasını serbest bırakan…
Sonra ne idüğü belirsiz, ama İstanbul’un talanı konusunda akıllarda en ufak bir şüphe kırıntısı bile bırakmayan Kentsel Dönüşüm martavalı…
Sonra, yabancılara mülk satışının önünü açan Mütekabiliyet Yasası…
Sonra, Galataport, Haydarpaşaport talanları…
Sonra KHK’lar ile, mevcut bütün koruma kurul ve komisyonlarının özerkliğine, yani bir başka deyişle “müdahilliğine” son vermeler…
Sonra TOKİ ve benzeri “talan alanları”nın denetlenebilirliğinin ortadan kaldırılması…
Sonra, cumhuriyet tarihinin en büyük vergi cezasıyla Aydın Doğan’ın teslim alınışı…
Ve TMSF’nin elindeki medya kuruluşlarının “dünürlere” ya da sana en yakın isimlere, üstelik de çok tartışmalı ve bir kısmı da mahkemelik ihalelerle sözüm ona “satılmaları”… Sabah ve ATV’nin örneğin, Çalık’a, ya da Star gazetesinin, “Erdoğan benim idolümdür” diyen, eski ülkücü artığı Ethem Sancak’a altın tepsiler içinde “servis edilmeleri”…
Sana muhalif, sana asla boyun eğmeyen gazetecilerin, çalıştıkları gazetelerden birer birer “kovdurulmaları”… Bekir Coşkun, Emin Çölaşan, Cüneyt Ülsever, Ece Temelkuran, Nuray Mert, Özdemir İnce, Banu Güven, Can Dündar… Saymakla bitmez, biliyorsun.
İnsanlar belki bilmezler diye buraya yazıyorum, senin, AKP’nin ve kimi bakanların, yani toplamda sen ve etrafının, gazetelere ve gazetecilere açtığınız davaların sayısı 5 bini geçmiş. Ne berbat bir durum öyle değil mi?
Ya, uydurma birtakım soruşturmalarla cezaevlerine tıkılan 103 gazetecinin haline ne demeli?
Bir de Soner Yalçın ve ekibi var, Ergenekon denilen tertibin bir tarafına iliştirilerek içeri atıldıktan bir zaman sonra suçsuz oldukları ortaya çıkan ve serbest bırakılan…
Peki ya, kadrolaşmada sınır tanımadığın devlet kurumları…
Onları da bir hatırlayalım mı, ne dersin?
Polis Akademilerinin başına, Dışişleri Bakan Yardımcılığına, YÖK Genel Sekreterliğine hep İmam Hatiplilerin getirilmesi sence tesadüf mü?
Hele bir tanesi var ki, akıllara zarar… Ankara Şehirlerarası Otobüs Terminali mescidinin imamının, 144 milyon TL bütçeli RTÜK’ün saymanı yapılmasından söz ediyorum… Buna içilir işte, yanılıyor muyum?
Hüseyin Çelik’in, inanılmaz bir biçimde övünerek yaptığı bir açıklamayı buluyor gözlerim notlarımın arasından… Türkiye genelindeki il ve ilçe milli eğitim müdürlerinin üçte ikisinin Din ve Ahlak Kültürü öğretmeni olduğunu beyan etmiş Çelik… Hayırlısı demek gelmiyor içimden, yalan yok…
4+4+4 meselesine hiç girmek istemiyorum. Zaten daha ilk yılının sonunda elinizde patlamadı mı? Ne demişti daha geçenlerde milli eğitim bakanın; “İsteyen veli, 66aylık çocuğunu okula göndermeyebilir, bunun için rapor zorunluluğunu da kaldırdık, çünkü okuma yazma öğrenme ve öğretme konusunda büyük sıkıntılar var, çoğu çocuk daha tuvaletini bile tutamıyor…” Bakanın bu açıklamasından sonra, bu işi en çok savunan sen, o gece örneğin rahat uyuyabildin mi?
2009, 2010, 2011 ve 2012 yıllarına ait 500 büyük firma listelerine senin gibi ben de bakıyorum. Ve karşıma hep aynı sonuç çıkıyor. Kendi zenginini yaratma konusunda Özal’ı bile geçtin, farkındasın değil mi? Son 2 yılın listesinde, MÜSİAD’a üye 63, Fethullah Gülen cemaatinin sermaye kuruluşu TUSKON’a üye 72 şirket var. Üstelik de bunların büyük bir çoğunluğu 3, bilemedin 4 yıl önce kurulmuş şirketler… Sen de benim gibi “PES” diyebiliyor musun?
Sözünü etmeden geçmek olmaz; son 2 yıl içerisinde, kaynağını bir türlü açıklamadığınız ve bir tek Allah’ın kulunun da korkudan üzerinde duramadığı birtakım “sıcak para” girişleri var. Toplamda 28 kez gerçekleşen girişler bunlar. Sonuncusu geçen hafta tam 400 milyar dolar olarak iktidarınıza teslim edilen “keş” girişler… Doların alıp başını gittiği, altının tavan yaptığı, kredilerin dönmemeye başladığı ve egemenliğinizin tek dayanağı olan inşaat sektörünün, bu dönmeyen krediler yüzünden büyük bir hızla “son”a yaklaştığı bir anda avcunuza atılan paralar… Sahi neyin karşılığı olarak size veriliyor bu eşek yüküyle para? Ve neden her “giriş”ten sonra Esad’a daha bir iştahla saldırıp duruyorsunuz? Neden en çok sen ve iktidarın hevesli oluyor Suriye’ye girme konusunda?
Ve iktidarın boyunca, açılan davalar… Ergenekon, Balyoz, Odatv ve 12 Eylül davaları… Hiç uzatmaya gerek yok bunlardan söz ederken aslında. Sadece bir karşılaştırma yapmak yetip de artıyor. Sen de bir bak istersen, bu davaların 3’ü şu 12 Eylül davasına hiç benziyor mu? 12 Eylül nasıl yargılanıyor Allah aşkına, daha “paşaları” mahkemeye bile getiremediler sağlık sorunlarını bahane edip, ama oysa diğer davalarda şimdiye kadar 3 ölüm yaşandı ve örneğin kanser hastası olan Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu hala cezaevinde yatırılıyor. Vicdan tellerin hangi müziği dillendiriyor bize bir anlatsan da dinlesek…
Bütün bunları, her şeye ama her şeye rağmen bir kenara bırakıp bir an düşünüyorum.
Bir an var ki, hani kısacık, bir cümlelik bir an, bir görüntün… Hiç gitmiyor gözlerimin önünden.
Keşke hiç olmasaydı dediğim ama asla şaşırmadığım bir an…
Meclis grup toplantı salonun… Kürsüdesin… Höykürüyorsun yine dizginsiz…
“İki ayyaşın yaptığı kanunlara itibar ediyorsunuz da, dinin emirlerine neden itibar etmiyorsunuz”
İki ayyaş derken kimleri kast ettiğini, ölülerin ardından konuşmanın dinen günah olduğunu ve bunlara benzer bütün argümanları söz konusu bile etmiyorum ama…
O iki kelimeyi söylerken, “İki Ayyaş” derken yani, “suratının tam orta yerine… “ gelip de çöreklenen o kini, o öfkeyi, o intikam duygusunu hayatımın sonuna kadar aklımın bir köşesinde tutacağımdan hiç şüphe duymayacağım biliyor musun…
Unutursam eğer, aldığım onca eğitim, okuduğum onca kitap ve üzerinde durup da hayata baktığım “düzlem”bana, “Manyak mısın lan sen, madem bunları unutacaktın, ne diye biriktirdin bizi ve bunca şeyi” diyeceklerdir bundan eminim.
Unutmak ihanettir, ihanetse, bilinenin aksine uyanıkların değil, “hıyar”ların işidir.
Sözü bilerek çok uzattım, köşenin diğer bölümlerine bu defa yer ve takat kalmadı. Okur beni bağışlasın.
Ve “son söz”…
Görüyorsun işte, seninle olmuyor be “Usta”…
Sevgiyle, dirençli ve uyanık kalın!
(Bu yazı, Mehmet Ayvalıtaş, Abdullah Cömert, Ethem Sarısülük, Ali İsmail Korkmaz, Ahmet Atakan, Gezi Direnişlerindeki polis saldırıları sonucu gözlerini kaybeden 14 genç insan ve iktidar baskısına rağmen doğrudan yana saf tutan ve bu yüzden sürgün yiyen Dolmabahçe Bezm-i Alem Valide Sultan Camii imam ve müezzini için yazılmıştır… Saygı, Onur, Şeref!)
SOHBET
TEMEL SORU BUDUR
Önce bazı ayetlere kulak verelim mi:
Enam-159. Dinlerini parça parça edip guruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi ancak Allah’a kalmıştır. Sonra Allah onlara yaptıklarını bildirecektir.
Rum-32. Dinlerini parçalayan ve bölük bölük olanlardan (olmayın. Bunlardan) her fırka, kendilerinde olan ile böbürlenmektedir.
Ali İmran-103. Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin.
Ali İmran-105. Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte bunlar için büyük bir azap vardır.
Yani ayetler diyor ki: "Dinlerini parça parça edip gruplara ayrılanlarla işin, ilişkin yoktur."
Bizim de olmamalı.
Ne tarikatlarla, ne cemaatlerle, ne din baronlarıyla ve ne de din üzerinden malı götürenlerle…
Son Halk Günü köşesinde de yazmıştım, yineliyorum; “Kenz yani biriktirmek ateştir” diyen Tevbe suresi mi, yoksa cipli, dolarlı tarikatlar, cemaatler, din baronları ve “gemicikler” sahipleri mi?
Temel soru budur!
HAYRİ GÜNEL

Business News