“Avni’nin atları” güzeldir çünkü bağımsızlık için savaşmak üzere binilir sırtlarına, o kavgayı taşırlar. Ferit Edgü’nün deyimiyle, “epik”tirler. Resim sanatının bir soyutlama olduğuna inanmadı pek. Belki o yüzden, çizdiği balıkçıda, demircide, figürden çok emeği görmüştür bakanlar.
Bir panelde, Nâzım’ın şiirine anıştırmayla, “bazen kendimi at gibi hissediyorum” deyince, panel yöneticisinin, “aman estağfurullah” demesine şaşırmış Avni Arbaş. Çünkü, at olmak güzel bir şeymiş, o bunu övünmek için söylemiş. At var, at var. “Avni’nin atları” güzeldir çünkü bağımsızlık için savaşmak üzere binilir sırtlarına, o kavgayı taşırlar.
Ferit Edgü’nün deyimiyle, “epik”tirler. Destan yazarlar.
At, hareket, mücadele... Avni Arbaş, “clochar”ları da resmetti, Paris’in baldırıçıplaklarını. Mahmut Makal’ın “Bizim Köy”ünden esinle, Paris’in göbeğinde Türkiye’nin köylüsünü de çizdi. O köylüyü, Köy Enstitüleri’nden, Anadolu’yu gezerek tanımış, korkunç sefaleti ve insanı tanımıştı.
Kendine hiç ihanet etmediğini söylüyordu, 1919’da başlayan, 16 Ekim 2003’te sona eren yaşantısı boyunca.
Babasından aldığı ilk resim derslerini, akademide tamamladı. Paris’te yaşadı uzun yıllar. Ülkesine döndüğünde, vatandaşlıktan çıkarıldığını öğrendi. Kuvayi Milliye atlarını çizmeyi bırakmadı ama.
Resimde, Picasso ile kıyaslandı. Ahbabı Picasso’ya hiç öykünmediği, kendi olmak istediği ve olduğu bilindiği halde. Eşinin en çok tanışmak istediği iki kişiden biri Chaplin’di. Bunu tanıştıklarında ilk isim olan Picasso’ya da söyledi. Picasso, üçüncü bir isimsiz eksik olacağı kanısındaydı: Nâzım.
Sonra bu anıyı dostları Nâzım’a anlattılar.
Sonra Nâzım’ı da desenledi Avni Arbaş. Atları hiç bırakmadan. Sağrıları o kadar doluydu ki o atların, o koca şair, üstünde duramayıp düştüğünü söyleyecekti... Bir de şiir yazacaktı...
“Bu atlar Avni’nin atları” diyecekti. “Kuvayi Milliye atları”...
Kuyruğuna memleketi satanların bağlanacağı atlar yine gelecekti, Nâzım binemese bile sırtlarına. Ama oğlu binecekti elbet. Yine geleceklerdi, hem bu kez bayraklarının üzerindeki ayyıldız, orak-çekiçli olacaktı.
Sonradan, Avni Arbaş’la otururken, bu orak-çekici, “ışıklar içinde” olarak değiştirecek, bunun nedeni üzerinde tartışmalar başlayacaktı. Ama değişmeyen tek şey vardı ki, Avni’nin atları, görür görmez, orak-çekiçli bayrak taşıyan bağımsızlık savaşçılarının şiirini yazdırmıştı.
“İnce Memed”in kapağını desenler gibi çizmişti, hastane odasında yatağının yanındaki duvarları bile. Son nefesine kadar çizmek dedikleri, bu kadar somutlaşabilirdi.
Somut. Resim sanatının bir soyutlama olduğuna inanmadı pek. Belki o yüzden, çizdiği balıkçıda, demircide, figürden çok emeği görmüştür bakanlar.
Süvarinin ışık taşıdığını gördükleri gibi...
Bir panelde, Nâzım’ın şiirine anıştırmayla, “bazen kendimi at gibi hissediyorum” deyince, panel yöneticisinin, “aman estağfurullah” demesine şaşırmış Avni Arbaş. Çünkü, at olmak güzel bir şeymiş, o bunu övünmek için söylemiş. At var, at var. “Avni’nin atları” güzeldir çünkü bağımsızlık için savaşmak üzere binilir sırtlarına, o kavgayı taşırlar.
Ferit Edgü’nün deyimiyle, “epik”tirler. Destan yazarlar.
At, hareket, mücadele... Avni Arbaş, “clochar”ları da resmetti, Paris’in baldırıçıplaklarını. Mahmut Makal’ın “Bizim Köy”ünden esinle, Paris’in göbeğinde Türkiye’nin köylüsünü de çizdi. O köylüyü, Köy Enstitüleri’nden, Anadolu’yu gezerek tanımış, korkunç sefaleti ve insanı tanımıştı.
Kendine hiç ihanet etmediğini söylüyordu, 1919’da başlayan, 16 Ekim 2003’te sona eren yaşantısı boyunca.
Babasından aldığı ilk resim derslerini, akademide tamamladı. Paris’te yaşadı uzun yıllar. Ülkesine döndüğünde, vatandaşlıktan çıkarıldığını öğrendi. Kuvayi Milliye atlarını çizmeyi bırakmadı ama.
Resimde, Picasso ile kıyaslandı. Ahbabı Picasso’ya hiç öykünmediği, kendi olmak istediği ve olduğu bilindiği halde. Eşinin en çok tanışmak istediği iki kişiden biri Chaplin’di. Bunu tanıştıklarında ilk isim olan Picasso’ya da söyledi. Picasso, üçüncü bir isimsiz eksik olacağı kanısındaydı: Nâzım.
Sonra bu anıyı dostları Nâzım’a anlattılar.
Sonra Nâzım’ı da desenledi Avni Arbaş. Atları hiç bırakmadan. Sağrıları o kadar doluydu ki o atların, o koca şair, üstünde duramayıp düştüğünü söyleyecekti... Bir de şiir yazacaktı...
“Bu atlar Avni’nin atları” diyecekti. “Kuvayi Milliye atları”...
Kuyruğuna memleketi satanların bağlanacağı atlar yine gelecekti, Nâzım binemese bile sırtlarına. Ama oğlu binecekti elbet. Yine geleceklerdi, hem bu kez bayraklarının üzerindeki ayyıldız, orak-çekiçli olacaktı.
Sonradan, Avni Arbaş’la otururken, bu orak-çekici, “ışıklar içinde” olarak değiştirecek, bunun nedeni üzerinde tartışmalar başlayacaktı. Ama değişmeyen tek şey vardı ki, Avni’nin atları, görür görmez, orak-çekiçli bayrak taşıyan bağımsızlık savaşçılarının şiirini yazdırmıştı.
“İnce Memed”in kapağını desenler gibi çizmişti, hastane odasında yatağının yanındaki duvarları bile. Son nefesine kadar çizmek dedikleri, bu kadar somutlaşabilirdi.
Somut. Resim sanatının bir soyutlama olduğuna inanmadı pek. Belki o yüzden, çizdiği balıkçıda, demircide, figürden çok emeği görmüştür bakanlar.
Süvarinin ışık taşıdığını gördükleri gibi...