"Haziran Direnişi günlerindeydik, Erdoğan’ın başdanışmanı 'Erdoğan’ı yedirtmeyiz' diyen yazılar yazıyor ve aynı şeyi söyleyen afişler tasarlanıyordu. Yani 'korku dağları sarmıştı': Erdoğan’ın kaderinin Menderes ve Özal’ınkine benzeyeceği korkusu."
Fatih Yaşlı - soL
“İlk kez “yetmez ama evet” günlerinde karşımıza çıkmıştı o afiş. Menderes, Özal ve Erdoğan’ın fotoğrafları yan yana getirilmiş ve altına da şöyle yazılmıştı: “Demokrasinin Yıldızları” Aradan üç yıl geçtikten sonra aynı üç isim bir kez daha yan yana getirilecek; ancak o yazının yerinde bu sefer başka şeyler yazacaktı: Menderes’in adının altında “astınız”, Özal’ın adının altında “zehirlediniz” ve Erdoğan’ınkinin altında ise “yedirtmeyiz.” Haziran Direnişi günlerindeydik, Erdoğan’ın başdanışmanı vazifesini yerine getirmek için elinden geleni yapıyor, “Erdoğan’ı yedirtmeyiz” diyen yazılar yazıyor ve bunun yetmeyeceği düşünülüyor olmalı ki, aynı şeyi söyleyen afişler tasarlanıyordu. Yani “korku dağları sarmıştı”: Erdoğan’ın kaderinin Menderes ve Özal’ınkine benzeyeceği korkusu.
Bu üç ismin “Demokrasinin Yıldızları” ilan edilmelerinden başlayıp “ölüm” vurgusuyla temellendirilen aralarındaki “kader ortaklığı”na doğru uzanan söyleme ve bu söylemle şekillendirilen mitolojik evrene yakından bakmak, hem liberal-muhafazakâr tarihyazımına ve mit inşasına, hem de Türk sağına yakından bakmak anlamına gelecek; bu yazıda bunu yapmayı deneyeceğim.
Toprak Ağası bir Demokrat: Menderes
Demokrasinin ilk yıldızı, aslında Aydın’lı bir toprak ağasıydı. CHP’de başladığı siyaset hayatına kurduğu Demokrat Parti ile devam etmesinin ise demokrasiyle uzaktan yakından bir alakası yoktu. 2. Dünya Savaşı bitmek üzereyken, CHP’nin halkla kopan bağlarını tamir etmenin bir parçası olarak gündeme getirdiği toprak reformu girişimi, Menderes’in içindeki “demokrat”ı açığa çıkarıvermişti birden; çünkü reform yasalaşırsa topraklarının bir kısmını kaybedecekti. Bu nedenle, tıpkı kendisi gibi sınıfsal kaygılar taşıyan başka vekillerle birlikte “dörtlü takrir” olarak adlandırılan bir önerge vererek parti içi muhalefeti ilan etti. Savaş biterken Türkiye’de artık tek parti rejiminin devam etmeyeceği ve dünyadaki “demokrasi” rüzgârlarına uygun bir şekilde çok partili hayata geçileceği tahmin edilebiliyordu zaten, zamanın ruhu da Menderes ve arkadaşlarının yanındaydı yani. Çok geçmeden CHP’den ayrıldılar ve Demokrat Parti’yi (DP) kurdular.
1950 seçimlerinde “yeter söz milletindir” diyerek iktidara gelen DP’nin ilk icraatı Türkçeleştirilmiş olan ezanı yeniden Arapça okutmak oldu; bu “millet” olarak adlandırılan mütedeyyin kitlelerin sesi olma iddiasına dair sembolik bir jestti aslında ve başarılı da olacaktı. Yaklaşık on yıl boyunca, özellikle taşradaki mütedeyyin kitleler DP’yi ve Menderes’i desteklediler. İlk yıllardaki ABD yardımı kaynaklı ekonomik büyüme bir süre sonra yerini durgunluğa bırakıp bir krize doğru yol almaya başladığında ise kentlerde yaşayanların başını çektiği toplumsal muhalefet buna paralel bir şekilde ivme kazanacaktı. Menderes ve DP’nin söz konusu yükselişe yanıtıysa otoriterleşme sürecini derinleştirmek olacaktı. 1960’a doğru gidilirken rejim giderek diktatoryal bir veçheye kavuşacak, bunun üzeri ise seçim başarılarıyla, yani “millet”in desteğiyle örtülecekti: DP, egemenliği millet adına kullanmakta ve milli iradeyi temsil etmekteydi.
İktidar yılları boyunca, CHP’nin mallarına haciz koymaktan 6-7 Eylül olaylarına, Vatan Cephesi uygulamasından Tahkikat Komisyonları’na uzanan geniş bir icraatlar silsilesi DP’nin demokrasi söyleminin sahteliğini net bir şekilde ortaya koyacaktı. Kore’ye savaşmaya gönderilen askerlerin kanının rüşvet olarak verildiği NATO üyeliğiyle birlikte Gladio, Özel Harp Dairesi adıyla Türkiye’de kurumsallaşacak, 60’ların sonları ve 70’lerde sol güçlere yönelik saldırıları tertipleyecek olan bu “derin” yapılanma, Menderes döneminde ve elbette ki onun bilgisi ve yönlendirmesi dâhilinde, Rum vatandaşlara yönelik 6-7 Eylül Olayları’nı tertipleyecekti.
Yükselen toplumsal muhalefete karşı DP tabanını mobilize etmek için kurulan Vatan Cephesi, iktidarda olan bir parti tarafından kurulmuş bir cephe örgütü olması itibariyle neresinden bakılırsa bakılsın “anti-demokratik” bir örgütlenme biçimiydi. Radyoda saatler boyunca Vatan Cephesi’ne üye olan yurttaşların isimleri okunuyordu ama sonradan bu isim listelerinin büyük ölçüde sahte olduğu anlaşılacaktı. DP’li vekillerin üyesi olduğu ve CHP’yi siyaset sahnesinden silmek amacıyla oluşturulan Tahkikat Komisyonları ise bütünüyle hukuk dışı yapılanmalardı; soruşturma yapma ve karar verme yetkileri vardı, kararlara itiraz edilemiyordu ve herhangi bir yargı denetimi de söz konusu değildi.
Velhasıl kelam “demokrasi şehidi Menderes” Türk sağı tarafından sonradan oluşturulacak mitolojik anlatıya ait bir yalandan başka bir şey değildi. Menderes’in bir askeri darbe neticesinde devrilmiş ve darbeciler tarafından yargılanarak idam edilmiş olması bu anlatıyı son derece güçlü kılıyordu ama o kadar; söz konusu olan bir kurguydu.
Nakşibendî ve Neoliberal Bir Demokrat: Özal
Demokrasinin ikinci yıldızı Özal, piyasa ekonomisine iman etmiş bir Nakşî’ydi; 12 Eylül darbesinin hemen öncesinde bir patron sendikası olan Madeni Eşya İşverenleri Sendikası’nın (MESS) başkanlığını yapıyor, Maden-İŞ’le MESS arasında kıran kırana devam eden sınıf savaşında sermaye sınıfına büyük bir iştahla hizmet ediyordu. Sermayenin yaşadığı derin krize karşı IMF tarafından gündeme getirilen neoliberal iktisat politikalarını hayata geçirme görevi kendisine düşmüştü ve o kararların bir taslağını ilk kez milliyetçi-muhafazakâr kalem erbabının mensubu olduğu Aydınlar Ocağı’nın bir toplantısında okuyacaktı. Aydınlar Ocağı’nın misyonu komünizmle fikri alanda mücadele olarak belirlenmişti ve Ocak aynı zamanda Milliyetçi Cephe hükümetlerinin fikir babası olma unvanına da sahipti.
24 Ocak Kararları 1980 yılında ilan edildi ama Türkiye işçi sınıfı tarihinin en örgütlü dönemini yaşamaktaydı ve o kararların olağan koşullarda emekçilere kabul ettirilmesi mümkün değildi. 12 Eylül 1980 darbesi sermayenin krizini neoliberal 24 Ocak Kararları’yla çözmek adına gerçekleştirildi ve hem işçi sınıfının hem de solun bütün örgütlerini dağıttı; yani Özal’ın mimarı olduğu kararlar cuntanın himayesinde hayata geçirilebildi. Demokrasinin yıldızlarından Özal, darbe hükümetinde bakanlık yaptı, başbakanlık yaptığı ANAP iktidarı döneminde ise o ve ANAP’lı vekiller Devrimci Yol üyesi Hıdır Aslan’ın idamı için evet oyu kullandılar. Özal’ın idam sevdası aslında yeni değildi; Denizler’in idamından bir ay önce Tercüman Gazetesi’ne ABD’den bir mektup göndermiş ve “Türkiye’yi yıkmak isteyenlere bir şans daha mı vereceğiz” diyerek idamları savunmuştu. Ahmet Kabaklı’ya gönderdiği mektupta şöyle diyordu:
“Teknik Üniversite duvarlarına, bir tarafa köprü karikatürü, diğer tarafa da 6. Filo'yu koyarak 'Köprü ve bekçisi' diyen komünistlerin, aslında neyin peşinde oldukları bugün daha iyi anlaşılmıyor mu? Tarihten, tecrübeden ders alacak mıyız, yoksa sözde bir acıma duygusu ile karıştırılan, aslında maksatlı birtakım oyunlara alet olarak Türkiye'yi yıkmak isteyenlere bir şans daha mı vereceğiz?
Türkiye hiçbir zaman komünist olmayacaktır, ama kalkınma yolunda kaybettiğimiz zamanları geri getirmenin mümkün olmamasından korkuyorum."
Özal’lı yıllar, Türkiye’de kısa yoldan para kazanmanın, köşe dönmeciliğin, sahtekârlığın, hayali ihracatçılığın muteber hale geldiği yıllar olarak kaydedildi tarihe. Zenginleri severdi ve onun memuru işini bilirdi; dış politikadan anladığı Baba Bush’la telefonda görüşmek ve Körfez Savaşı’nda bir koyup üç alacağını zannetmekten ibaretti. İşsiz güçsüz çocuklarını servet sahibi yapan merkez sağ siyasetçi geleneğinin en başarılı örneklerinden birini sundu, işçiler açısından ise “Çankaya’nın Şişmanı, İşçi Düşmanı”ydı. Demokrasi ve özgürlüklerden anladığı, şortla askeri birlik denetlemekten öteye hiçbir zaman gitmedi; gerisi ise Mehmet Barlas’ın ya da Altan Ailesi’nin inşasına büyük katkı yaptığı mitolojik bir kurgudan ibaretti.
Astınız, Zehirlediniz, Yedirmeyiz: Mazlumiyet Söylemi ve Ölüm
“Demokrasinin Yıldızları”nın “öldürülmek” ortak paydasında buluşturulması tesadüf değildir kuşkusuz; ölümün/öldürülmenin politik bir araçsal işlevi vardır. Menderes’in asılmış olmasıyla, Özal’ın ise ölümünden yıllar sonra inşa edilen bir suikast mitiyle anılması, Erdoğan’ın da sürekli olarak “biz bu yola kefenimizle çıktık” minvalinde açıklamalar yapması, “milletinin çıkarları uğruna ölmüş/ölebilecek lider” imajına yaptığı katkı açısından benzersizdir. Bu, “milletine sevdalı olmak”tan başka hiçbir suçu bulunmayan ve tam da bu nedenle “zalimler”, -ki masonlardan Yahudilere, darbecilerden Gladio’ya uzanan geniş bir yelpaze anlamına gelir bu- tarafından hedef tahtasına yerleştirilen lider imgesi etrafında kurgulanmış bir mitolojik anlatının kapısını aralar. Bu mitolojik anlatıya göre, yerli ve milli olan lider, yabancı/gayri milli güçlerle onların içerideki uzantılarının esas hedefidir ve ülkesini bir dünya gücü haline getirmek için gösterdiği çabalar nedeniyle karanlık odaklar tarafından devrilmesi ya da öldürülmesine karar verilmiştir. O tüm bunları bilir ama korkmaz, doğru bildiği yolda yürümeye devam eder, çünkü gücünü milletinden almaktadır.
Milletle lider arasında kurulan bu ilişki, lideri demokrasinin bekçisi ilan eder ve lidere yönelik her türlü saldırı demokrasiye yönelik bir saldırı olarak sunar: Menderes’i darbeciler asmıştır, Özal’ı derin devlet zehirlemiştir, Erdoğan’ı ise Geziciler devirmek istemektedir. Demokrasinin muhafızı olarak kurgulanan liderin devrilmesi ya da öldürülmesi ise demokrasinin ortadan kaldırılması anlamına gelmektedir. Dolayısıyla lidere sahip çıkmak demokrasiye, demokrasiye sahip çıkmak ise lidere sahip çıkmak demektir.
Bu mitolojik anlatı, tabanı diri tutmak ve mobilize etmek için de benzersiz bir işleve sahiptir. Vesayet henüz bitmemiştir, darbeciler hala fırsat kollamaktadır, derin devlet her an birtakım hamleler yapabilecektir, masonlar, siyonistler, Baasçılar, Kemalistler, Ergenekoncular, komünistler, bölücüler, anarşistler, Geziciler vs. demokrasiye ve onun muhafızı lidere karşı her an bir eyleme girişebilirler; su uyur, düşman uyumaz ve bu nedenle uyanık olmak gerekmektedir yani. Geçmişte uyanık davranılmamış, ömrünü millete ve demokrasiye adamış iki isimden birinin asılması, diğerinin ise zehirlenmesi engellenememiştir; ancak bu sefer buna izin verilmeyecek ve lider “yedirtilmeyecek”tir.
Hakan Fidan’la ilgili ABD ve İsrail basınında çıkan haberlerin ardından yapılan açıklamalara verilen tepkinin “asıl hedef Erdoğan” şeklinde olmasının da ortaya koyduğu gibi, iktidar çevrelerinde Gezi’den beri küresel güçlerin Erdoğan’ı “yemek” istediklerine dair güçlü bir algı var. Bu algının yarattığı teyakkuz halini ise rahatlıkla gözlemleyebiliyoruz; El Kaide’ye karşı değişmeye başlayan tutumun da AKP ile Cemaat arasındaki kavganın böylesine şiddetlenmesinin de gerisinde bu bulunuyor. Bu algı derinleştikçe “demokrasinin yıldızları”na dair “ölüm” ortak paydasına dayalı söylemin daha fazla gündeme getirileceğini ve “yedirtmeyeceğiz” iddiasının altının daha fazla doldurulmaya çalışılacağını söylememiz ise şimdiden mümkün görünüyor.
Fatih Yaşlı - soL
“İlk kez “yetmez ama evet” günlerinde karşımıza çıkmıştı o afiş. Menderes, Özal ve Erdoğan’ın fotoğrafları yan yana getirilmiş ve altına da şöyle yazılmıştı: “Demokrasinin Yıldızları” Aradan üç yıl geçtikten sonra aynı üç isim bir kez daha yan yana getirilecek; ancak o yazının yerinde bu sefer başka şeyler yazacaktı: Menderes’in adının altında “astınız”, Özal’ın adının altında “zehirlediniz” ve Erdoğan’ınkinin altında ise “yedirtmeyiz.” Haziran Direnişi günlerindeydik, Erdoğan’ın başdanışmanı vazifesini yerine getirmek için elinden geleni yapıyor, “Erdoğan’ı yedirtmeyiz” diyen yazılar yazıyor ve bunun yetmeyeceği düşünülüyor olmalı ki, aynı şeyi söyleyen afişler tasarlanıyordu. Yani “korku dağları sarmıştı”: Erdoğan’ın kaderinin Menderes ve Özal’ınkine benzeyeceği korkusu.
Bu üç ismin “Demokrasinin Yıldızları” ilan edilmelerinden başlayıp “ölüm” vurgusuyla temellendirilen aralarındaki “kader ortaklığı”na doğru uzanan söyleme ve bu söylemle şekillendirilen mitolojik evrene yakından bakmak, hem liberal-muhafazakâr tarihyazımına ve mit inşasına, hem de Türk sağına yakından bakmak anlamına gelecek; bu yazıda bunu yapmayı deneyeceğim.
Toprak Ağası bir Demokrat: Menderes
Demokrasinin ilk yıldızı, aslında Aydın’lı bir toprak ağasıydı. CHP’de başladığı siyaset hayatına kurduğu Demokrat Parti ile devam etmesinin ise demokrasiyle uzaktan yakından bir alakası yoktu. 2. Dünya Savaşı bitmek üzereyken, CHP’nin halkla kopan bağlarını tamir etmenin bir parçası olarak gündeme getirdiği toprak reformu girişimi, Menderes’in içindeki “demokrat”ı açığa çıkarıvermişti birden; çünkü reform yasalaşırsa topraklarının bir kısmını kaybedecekti. Bu nedenle, tıpkı kendisi gibi sınıfsal kaygılar taşıyan başka vekillerle birlikte “dörtlü takrir” olarak adlandırılan bir önerge vererek parti içi muhalefeti ilan etti. Savaş biterken Türkiye’de artık tek parti rejiminin devam etmeyeceği ve dünyadaki “demokrasi” rüzgârlarına uygun bir şekilde çok partili hayata geçileceği tahmin edilebiliyordu zaten, zamanın ruhu da Menderes ve arkadaşlarının yanındaydı yani. Çok geçmeden CHP’den ayrıldılar ve Demokrat Parti’yi (DP) kurdular.
1950 seçimlerinde “yeter söz milletindir” diyerek iktidara gelen DP’nin ilk icraatı Türkçeleştirilmiş olan ezanı yeniden Arapça okutmak oldu; bu “millet” olarak adlandırılan mütedeyyin kitlelerin sesi olma iddiasına dair sembolik bir jestti aslında ve başarılı da olacaktı. Yaklaşık on yıl boyunca, özellikle taşradaki mütedeyyin kitleler DP’yi ve Menderes’i desteklediler. İlk yıllardaki ABD yardımı kaynaklı ekonomik büyüme bir süre sonra yerini durgunluğa bırakıp bir krize doğru yol almaya başladığında ise kentlerde yaşayanların başını çektiği toplumsal muhalefet buna paralel bir şekilde ivme kazanacaktı. Menderes ve DP’nin söz konusu yükselişe yanıtıysa otoriterleşme sürecini derinleştirmek olacaktı. 1960’a doğru gidilirken rejim giderek diktatoryal bir veçheye kavuşacak, bunun üzeri ise seçim başarılarıyla, yani “millet”in desteğiyle örtülecekti: DP, egemenliği millet adına kullanmakta ve milli iradeyi temsil etmekteydi.
İktidar yılları boyunca, CHP’nin mallarına haciz koymaktan 6-7 Eylül olaylarına, Vatan Cephesi uygulamasından Tahkikat Komisyonları’na uzanan geniş bir icraatlar silsilesi DP’nin demokrasi söyleminin sahteliğini net bir şekilde ortaya koyacaktı. Kore’ye savaşmaya gönderilen askerlerin kanının rüşvet olarak verildiği NATO üyeliğiyle birlikte Gladio, Özel Harp Dairesi adıyla Türkiye’de kurumsallaşacak, 60’ların sonları ve 70’lerde sol güçlere yönelik saldırıları tertipleyecek olan bu “derin” yapılanma, Menderes döneminde ve elbette ki onun bilgisi ve yönlendirmesi dâhilinde, Rum vatandaşlara yönelik 6-7 Eylül Olayları’nı tertipleyecekti.
Yükselen toplumsal muhalefete karşı DP tabanını mobilize etmek için kurulan Vatan Cephesi, iktidarda olan bir parti tarafından kurulmuş bir cephe örgütü olması itibariyle neresinden bakılırsa bakılsın “anti-demokratik” bir örgütlenme biçimiydi. Radyoda saatler boyunca Vatan Cephesi’ne üye olan yurttaşların isimleri okunuyordu ama sonradan bu isim listelerinin büyük ölçüde sahte olduğu anlaşılacaktı. DP’li vekillerin üyesi olduğu ve CHP’yi siyaset sahnesinden silmek amacıyla oluşturulan Tahkikat Komisyonları ise bütünüyle hukuk dışı yapılanmalardı; soruşturma yapma ve karar verme yetkileri vardı, kararlara itiraz edilemiyordu ve herhangi bir yargı denetimi de söz konusu değildi.
Velhasıl kelam “demokrasi şehidi Menderes” Türk sağı tarafından sonradan oluşturulacak mitolojik anlatıya ait bir yalandan başka bir şey değildi. Menderes’in bir askeri darbe neticesinde devrilmiş ve darbeciler tarafından yargılanarak idam edilmiş olması bu anlatıyı son derece güçlü kılıyordu ama o kadar; söz konusu olan bir kurguydu.
Nakşibendî ve Neoliberal Bir Demokrat: Özal
Demokrasinin ikinci yıldızı Özal, piyasa ekonomisine iman etmiş bir Nakşî’ydi; 12 Eylül darbesinin hemen öncesinde bir patron sendikası olan Madeni Eşya İşverenleri Sendikası’nın (MESS) başkanlığını yapıyor, Maden-İŞ’le MESS arasında kıran kırana devam eden sınıf savaşında sermaye sınıfına büyük bir iştahla hizmet ediyordu. Sermayenin yaşadığı derin krize karşı IMF tarafından gündeme getirilen neoliberal iktisat politikalarını hayata geçirme görevi kendisine düşmüştü ve o kararların bir taslağını ilk kez milliyetçi-muhafazakâr kalem erbabının mensubu olduğu Aydınlar Ocağı’nın bir toplantısında okuyacaktı. Aydınlar Ocağı’nın misyonu komünizmle fikri alanda mücadele olarak belirlenmişti ve Ocak aynı zamanda Milliyetçi Cephe hükümetlerinin fikir babası olma unvanına da sahipti.
24 Ocak Kararları 1980 yılında ilan edildi ama Türkiye işçi sınıfı tarihinin en örgütlü dönemini yaşamaktaydı ve o kararların olağan koşullarda emekçilere kabul ettirilmesi mümkün değildi. 12 Eylül 1980 darbesi sermayenin krizini neoliberal 24 Ocak Kararları’yla çözmek adına gerçekleştirildi ve hem işçi sınıfının hem de solun bütün örgütlerini dağıttı; yani Özal’ın mimarı olduğu kararlar cuntanın himayesinde hayata geçirilebildi. Demokrasinin yıldızlarından Özal, darbe hükümetinde bakanlık yaptı, başbakanlık yaptığı ANAP iktidarı döneminde ise o ve ANAP’lı vekiller Devrimci Yol üyesi Hıdır Aslan’ın idamı için evet oyu kullandılar. Özal’ın idam sevdası aslında yeni değildi; Denizler’in idamından bir ay önce Tercüman Gazetesi’ne ABD’den bir mektup göndermiş ve “Türkiye’yi yıkmak isteyenlere bir şans daha mı vereceğiz” diyerek idamları savunmuştu. Ahmet Kabaklı’ya gönderdiği mektupta şöyle diyordu:
“Teknik Üniversite duvarlarına, bir tarafa köprü karikatürü, diğer tarafa da 6. Filo'yu koyarak 'Köprü ve bekçisi' diyen komünistlerin, aslında neyin peşinde oldukları bugün daha iyi anlaşılmıyor mu? Tarihten, tecrübeden ders alacak mıyız, yoksa sözde bir acıma duygusu ile karıştırılan, aslında maksatlı birtakım oyunlara alet olarak Türkiye'yi yıkmak isteyenlere bir şans daha mı vereceğiz?
Türkiye hiçbir zaman komünist olmayacaktır, ama kalkınma yolunda kaybettiğimiz zamanları geri getirmenin mümkün olmamasından korkuyorum."
Özal’lı yıllar, Türkiye’de kısa yoldan para kazanmanın, köşe dönmeciliğin, sahtekârlığın, hayali ihracatçılığın muteber hale geldiği yıllar olarak kaydedildi tarihe. Zenginleri severdi ve onun memuru işini bilirdi; dış politikadan anladığı Baba Bush’la telefonda görüşmek ve Körfez Savaşı’nda bir koyup üç alacağını zannetmekten ibaretti. İşsiz güçsüz çocuklarını servet sahibi yapan merkez sağ siyasetçi geleneğinin en başarılı örneklerinden birini sundu, işçiler açısından ise “Çankaya’nın Şişmanı, İşçi Düşmanı”ydı. Demokrasi ve özgürlüklerden anladığı, şortla askeri birlik denetlemekten öteye hiçbir zaman gitmedi; gerisi ise Mehmet Barlas’ın ya da Altan Ailesi’nin inşasına büyük katkı yaptığı mitolojik bir kurgudan ibaretti.
Astınız, Zehirlediniz, Yedirmeyiz: Mazlumiyet Söylemi ve Ölüm
“Demokrasinin Yıldızları”nın “öldürülmek” ortak paydasında buluşturulması tesadüf değildir kuşkusuz; ölümün/öldürülmenin politik bir araçsal işlevi vardır. Menderes’in asılmış olmasıyla, Özal’ın ise ölümünden yıllar sonra inşa edilen bir suikast mitiyle anılması, Erdoğan’ın da sürekli olarak “biz bu yola kefenimizle çıktık” minvalinde açıklamalar yapması, “milletinin çıkarları uğruna ölmüş/ölebilecek lider” imajına yaptığı katkı açısından benzersizdir. Bu, “milletine sevdalı olmak”tan başka hiçbir suçu bulunmayan ve tam da bu nedenle “zalimler”, -ki masonlardan Yahudilere, darbecilerden Gladio’ya uzanan geniş bir yelpaze anlamına gelir bu- tarafından hedef tahtasına yerleştirilen lider imgesi etrafında kurgulanmış bir mitolojik anlatının kapısını aralar. Bu mitolojik anlatıya göre, yerli ve milli olan lider, yabancı/gayri milli güçlerle onların içerideki uzantılarının esas hedefidir ve ülkesini bir dünya gücü haline getirmek için gösterdiği çabalar nedeniyle karanlık odaklar tarafından devrilmesi ya da öldürülmesine karar verilmiştir. O tüm bunları bilir ama korkmaz, doğru bildiği yolda yürümeye devam eder, çünkü gücünü milletinden almaktadır.
Milletle lider arasında kurulan bu ilişki, lideri demokrasinin bekçisi ilan eder ve lidere yönelik her türlü saldırı demokrasiye yönelik bir saldırı olarak sunar: Menderes’i darbeciler asmıştır, Özal’ı derin devlet zehirlemiştir, Erdoğan’ı ise Geziciler devirmek istemektedir. Demokrasinin muhafızı olarak kurgulanan liderin devrilmesi ya da öldürülmesi ise demokrasinin ortadan kaldırılması anlamına gelmektedir. Dolayısıyla lidere sahip çıkmak demokrasiye, demokrasiye sahip çıkmak ise lidere sahip çıkmak demektir.
Bu mitolojik anlatı, tabanı diri tutmak ve mobilize etmek için de benzersiz bir işleve sahiptir. Vesayet henüz bitmemiştir, darbeciler hala fırsat kollamaktadır, derin devlet her an birtakım hamleler yapabilecektir, masonlar, siyonistler, Baasçılar, Kemalistler, Ergenekoncular, komünistler, bölücüler, anarşistler, Geziciler vs. demokrasiye ve onun muhafızı lidere karşı her an bir eyleme girişebilirler; su uyur, düşman uyumaz ve bu nedenle uyanık olmak gerekmektedir yani. Geçmişte uyanık davranılmamış, ömrünü millete ve demokrasiye adamış iki isimden birinin asılması, diğerinin ise zehirlenmesi engellenememiştir; ancak bu sefer buna izin verilmeyecek ve lider “yedirtilmeyecek”tir.
Hakan Fidan’la ilgili ABD ve İsrail basınında çıkan haberlerin ardından yapılan açıklamalara verilen tepkinin “asıl hedef Erdoğan” şeklinde olmasının da ortaya koyduğu gibi, iktidar çevrelerinde Gezi’den beri küresel güçlerin Erdoğan’ı “yemek” istediklerine dair güçlü bir algı var. Bu algının yarattığı teyakkuz halini ise rahatlıkla gözlemleyebiliyoruz; El Kaide’ye karşı değişmeye başlayan tutumun da AKP ile Cemaat arasındaki kavganın böylesine şiddetlenmesinin de gerisinde bu bulunuyor. Bu algı derinleştikçe “demokrasinin yıldızları”na dair “ölüm” ortak paydasına dayalı söylemin daha fazla gündeme getirileceğini ve “yedirtmeyeceğiz” iddiasının altının daha fazla doldurulmaya çalışılacağını söylememiz ise şimdiden mümkün görünüyor.