Son zamanların değerlendirmeye alınabilecek siyasal gündemlerini kısaca sıralamakla başlayalım. Tayyip Erdoğan, aylardır beklenen “demokratikleşme paketini” bizzat kendisi açıkladı, TBMM artık klasikleşen bir biçimde “savaş tezkeresini” oylayarak (kabul ederek) yeni yasama yılını açtı, Uzun menzilli füze savunma ihalesi Çin’e verildi, CHP içinde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı belirleme süreci tüm şiddetiyle devam ediyor, Hükümet kurban derilerinin Türk Hava Kurumu tarafından toplaması tekelini kaldırdı ve Haziran İsyanı’nın ruhu egemenlerin koltuklarının arasında ve halkın sokaklarında dolaşmaya devam ediyor.
AKP iktidarı dönemindeki 4.paketmiş bu seferki “demokratikleşme paketi” ve Tayyip Erdoğan’ın dediğine göre “son da olmayacakmış”. Ülke bu kadar “demokratikleştiğine” göre “ileri demokrasi” aşamasına gelmiş olması gerek ama Tayyip Erdoğan ve şürekası, bir dönemlerde moda haline getirdikleri bu “müthiş sloganı” çoktan unuttu bile. Nasıl unutmasınlar demokrasi şu an en büyük tehdit AKP iktidarı için.
Demokratik kurallar Kürtler için işletilirse, yani yüzde 10 barajı kalkarsa, yani temsilde adalet (burjuva demokrasisinin şartı ya) sağlanırsa, Kürtler şu an sahip olduklarının en az iki katı milletvekiliyle temsil edilirler ki bu da Meclis’in savaş politikalarının önünde çok daha büyük bir barikat oluşturur. Kamusal bir hak olan ana dilde eğitim hakkı sağlanırsa, tek dil üzerinden kurumsallaşan faşist devlet yapısı zaman içerisinde köklü bir değişikliğe gitmek zorunda kalır ve eski yönetme biçimleri yerine yeni “yönetme biçimleri” aramak zorunda kalırlar. Toplumsal/sosyal yaşamda ise halklar arası ayrışmayı değil, ortak yaşamın yeni koşulları (hiç olmazsa empati kurma) oluşturulmaya başlar.
Demokratik kurallar kadınlar için işletilirse, toplumsal yaşamda kadın-erkek eşitliğini sağlamaya dönük her adım AKP gericiliğinin asıl beslendiği yeri, yani aile içinde başlayan kadını tahakküm altına alma zihniyetini kurutacaktır. “Eşit işe eşit ücret” uygulaması bile tek başına, sömürü mekanizmasında patronlar aleyhine çok büyük kayıp anlamına gelecektir. Siyasal temsiliyette ise durum daha vahimdir, Meclis’in yarısının kadın olması, Tayyip Erdoğan’ın bırakın Başbakanlığı AKP Genel Başkanlığı’nı bir kadın ile gerçekten eşit bir biçimde paylaşması ütopya sınırlarını bile aşar. (MHP bile, hani Asena kültürü nedeniyle göstermelik de olsa belki paylaşabilir ama dini gericilikte bir erkeğin bir kadınla iktidarı paylaşması bunların kitabında yazmaz.)
Demokratik kurallar Aleviler için işletilirse, mezhepçilik yaparak iktidar olma yöntemi (ya da muhalefet olma) orta vadede iflas eder. Başta Diyanet İşleri Başkanlığı olmak üzere devletin birçok kurumu ya ortadan kaldırılır, ya mezhepler arası eşitliğe göre yeniden yapılandırılır ya da mezhep özelliklerinin devlet işleyişindeki belirleyiciliği terk edilir. AKP, Sünni mezhepçiliğine yaslanmadan nasıl iktidarda kalır?
Demokratik kurallar sendikal hak ve özgürlükler işçiler ve kamu çalışanları için işletilirse, milyonlarca insan nasıl kayıt dışı çalıştırılabilir; milyonlarca insan nasıl açlık sınırının bile altında bir asgari ücretle çalıştırılabilir; bir kölelik sistemi olduğu doğrudan bu ülkenin Çalışma Bakanı tarafından söylenen taşeron sistemine isçiler nasıl mahkum edilebilir; bu sistem nasıl sürdürülebilir olur acaba? Bütün bunları garanti altına almak için Türk-İş’in başına kendi adamını atayıp, Hak-İş’in önündeki tüm engelleri kaldırabilir mi? KESK’i sürecin dışında bırakıp kendi örgütlediği Memur Sen’le kamu çalışanlarını cendereye hapsedebilir mi?
Demokratik kurallar Halk için işletilirse, her kararları her icraatları tökezler. Devletin, yerel yönetimlerin olanaklarını fütursuzca kullanamaz, sermayeye peşkeş çekemezler. Kentleri, doğayı talan edemezler. Düşündüğünü özgürce ifade eden, ifade ettiğini yasaksız örgütleyen, örgütlü gücüyle toplumsal ve siyasal yaşama müdahale eden birileri sermayenin ve gericiliğin iktidarında en son istenecek özelliktir.
Kısacası AKP iktidarını isterse yüzüncü Demokratikleşme Paketi”ni açıklasın, yukarıdakilerin hiçbirinin yapılmasına izin vermez/veremez. Çünkü kapitalizmin ve gericiliğin iktidarı tehlikeye girer. “Ülke henüz bunlara hazır değil” söylemi, değişecek koşullarda “ben iktidarımı sürdüremem” korkusundan başka bir şey değildir. Yukarıdakiler sağlandığında tehlikeye girmeyecek olan ancak sosyalist bir iktidardır. Üstelik tam tersine iktidarda kalmak için demokratik kuralları daha da geliştirmek ve yerleştirmek zorundadır. O yüzden bu ülkenin sahte “demokratikleşme paket(ler)ine” değil sosyalizme ihtiyacı var.
AKP iktidarında TBMM’nin “savaş baltalarını” çıkartarak yeni döneme başlaması artık kural haline geldi. Bu yıl da AKP Hükümeti, Meclis’ten savaş çıkarma yetkisi alarak işe başladı. Bu yetki için üç-beş gün geciktirmeye bile tahammülleri yok, çünkü ilk kararın tezkere olması bir politik tercih. Bu seferkinin gerekçesinde ise ufak bir değişiklik yapmışlar ve Suriye’nin elindeki kimyasal silahları gerekçe olarak eklemişler. Bu gerekçesinde inandırıcı olabilmesi için AKP Hükümeti’nin ilk yapması gereken icraat bellidir; kimyasal saldırıya karşı halkı savunabilecek önlemler almak. Örneğin; halkı bilgilendirmek, erken uyarı sistemi yerleştirmek, sığınaklar inşa etmek ve elbette ki başta yakın bölgelerde yaşayanlar olmak üzere herkese kimyasal silahtan korunabilecekleri “gaz maskeleri” dağıtmak. Dağıtır mı? Asla, çünkü o zaman kendi polisinin “kendi halkına” karşı saldırı gücünü zayıflatmış olur!
AKP’nin asıl derdi Suriye gerilimini daha doğrusu Esad ile başlattığı gerilimi sürdürmek, uluslararası dengeler elverdiğinde ise kendine duyulacak ihtiyacı pazarlamaktır. Konjonktür her değiştiğinde ise yeni duruma ayak uydurmakta ise hep geç kalmasına rağmen hala umudunu korumakta. ABD’nin Rusya ile yaptığı pazarlıktan sonra, Suriye iktidarının kimyasal silahları imha etme kararından sonra sürecin en az beş-altı ay daha uzayacağı aşikar. ABD’nin bu dönem boyunca tercih ettiği politika ise Esad muhaliflerini güçlendirmek biçiminde. Ancak ABD’nin muhaliflere yapacağı silah yardımını arttırma kararı, El-Kaide tehlikesi nedeniyle ciddi denetimlere uğrayacak. Bu duruma “uyum sağlamak” zorunda kalan AKP için işler daha karmaşıklaşacak. Bir taraftan ABD baskısı ile sınıra duvar örmeye zorlanırken, diğer taraftan şimdiye kadar destek verdiği (ve desteğini de sürdürmek zorunda olduğu) İslamcı militanlarla yeni bir “denge” tutturmak zorunda. Sonuç, Suriye konusundaki hesapsızlık ve tutarsızlık AKP’nin bölge halkları için çok büyük bir tehlike olarak varlığını sürdüreceği anlamına geliyor.
AKP’nin özellikle dış politikada uygulamaya çalıştığı fırsatçı, taşeron zihniyet artık iyice fiyasko haline geldi. En son örnek, uzun menzilli füze savunma sistemi projesinin Çin’e verildiğinin açıklaması oldu. Bilindiği gibi bu proje 2009’dan beri gündemde ve ha verildi, veriliyor aşamasında. AKP’nin gerçek derdi ülkeye uzun menzilli savunma sistemi kurmak falan değil, yakın zamanda da olmayacak. 4 milyar dolarlık bu projenin parası kadar, kurulacak askeri ortaklığın siyasal işbirliği yönü de mevcut. O yüzden AKP, bu projeyi şimdiye kadar sürekli geciktirerek büyük aktörler (ABD, AB, Rusya ve Çin) arasında aklınca pazarlık gücünü kullandı. Şimdi ise bir hamle yapıp Çin’e verdiğini açıkladı. Bunun bir blöf olduğunu herkesin bilmesine rağmen. Bir taraftan “NATO üyesiyim, Suriye bana saldırdı, NATO’da ona saldırsın” diye debelenen, NATO’dan Patriot dilenen AKP Hükümeti, şimdi NATO sistemiyle hiçbir uyumu olmayan füze sistemini Çin’den alacakmış! Hepsi bir kenara ABD, Ortadoğu’nun dibinde Tayyip’in Çin sistemi kurdurmasına izin verir mi? Maazallah, hükümet devrilir!
Yaptıkları saçmalığı çok geçmeden de itiraf etmek zorunda kaldılar, iş yine Davutoğlu’na düştü; “Sıralamanın başında Çin şirketi var ancak bu, nihai bir tercih değil. NATO’yla çelişkili bir savunma yapısına girmemiz hiçbir şekilde söz konusu değil”. Sonuç; Erdoğan-Davutoğlu ikilisi poker oynamayı bilmiyor, o zaman sorarlar, poker masasında ne işin var? (Yan masada okeye dördüncü aranıyor.)
Siyaseti blöf yapmak, rest çekmek sanan biri daha var, o da Gürsel Tekin. İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanlığı’na aday olduğunu açıkladı. Kime karşı? Kadir Topbaş’a karşı mı? Hayır, Mustafa Sarıgül’e karşı. Kılıçdaroğlu’nun, son yerel seçimde İstanbul’da kaybettiği tarihten beş yıl sonra yeniden bir seçim yapılacağını bütün CHP teşkilatı (Genel Başkanı dahil) bilmesine rağmen, bu beş yılda bir tek aday bile hazırlayamamış olması nasıl bir kısırlıktır! (AKP ister kendi içinden ister dışından en az yirmi aday çıkartabilecekken.) Tüm bu süreç sonunda CHP’nin mahkum olduğu ve İstanbul halkını da (eğer kazanırsa) mahkum edeceği şahıs kim? Mustafa Sarıgül! O Sarıgül ki hangi partiden aday olsa (AKP dahil) yadırganmayacak, siyasi çizgisi (omurgası) olamayan bir şahsiyet. AKP’nin geriletilmesindeki (cumhurbaşkanlığı ve genel seçim öncesi) en önemli hedef olan İstanbul Belediye Başkanlığı tercihi, CHP’nin ufuksuzluğuna, hizipçiliğine ve megaloman kişilerin tiyatro oyunlarına bırakılmış durumda.
AKP ise aklı sıra hala destekçilerini besleyerek, büyüterek iktidarda kalabileceğinin hesaplarını yapıyor. (Tek tehlike CHP olsa bunlara da ihtiyaç duymazdı oysa.) Demokratikleştirme paketine sokuşturduğu kamuda türban serbestliği ile daha önce atladığı eşiği şimdi yasalaştırdı, sağlamlaştırdı. Türban konusunda iki alan kaldı sadece, ilkokuldaki kız çocukları ve üniformalı devlet çalışanları. Artık yakında moda defilelerinde türbandan polis şapkası, hakim cüppesinin türbanlı modellerini sergileyebilirler. (Bu arada bazı solcularımızın türbanı hala bir “kıyafet tercihi” olarak görmeleri ne zaman son bulacak!) Bir de tarikatları beslemeye sürekli devam etmek zorunda AKP. Çünkü beslenmezlerse, beslemezler, hele seçimler öncesi. Kurban derilerini daha açıktan, üstelik devlet olanaklarıyla toplasınlar ki hem daha da büyüsünler, hem AKP’nin iktidarda kalmasına daha da bağımlı olsunlar.
Ama nafile! AKP rüzgar ekmeye devam ediyor. Sözde demokratikleşme paketine, en kötü ihtimalle “yetmez ama evet” korosunun karşılık vereceğini hesap ediyordu, olmadı. Ve hemen ardından getirmeyi planladığı “içinde ‘önleyici gözaltı’ların olduğu, polisin yetkilerini arttıran yeni paket” ise çok daha büyük bir tepki yaratacak. Gerici uygulamalara ise tepki, her geçen gün kendisini biriktirmeye devam ediyor. Üstelik korku duvarı da aşıldı artık. Kah yurt protestosunda, kah maç tribününde, kah kuzey ormanında, kah ilkokul önünde.
AKP fırtına biçecek! SENDİKA.ORG
AKP iktidarı dönemindeki 4.paketmiş bu seferki “demokratikleşme paketi” ve Tayyip Erdoğan’ın dediğine göre “son da olmayacakmış”. Ülke bu kadar “demokratikleştiğine” göre “ileri demokrasi” aşamasına gelmiş olması gerek ama Tayyip Erdoğan ve şürekası, bir dönemlerde moda haline getirdikleri bu “müthiş sloganı” çoktan unuttu bile. Nasıl unutmasınlar demokrasi şu an en büyük tehdit AKP iktidarı için.
Demokratik kurallar Kürtler için işletilirse, yani yüzde 10 barajı kalkarsa, yani temsilde adalet (burjuva demokrasisinin şartı ya) sağlanırsa, Kürtler şu an sahip olduklarının en az iki katı milletvekiliyle temsil edilirler ki bu da Meclis’in savaş politikalarının önünde çok daha büyük bir barikat oluşturur. Kamusal bir hak olan ana dilde eğitim hakkı sağlanırsa, tek dil üzerinden kurumsallaşan faşist devlet yapısı zaman içerisinde köklü bir değişikliğe gitmek zorunda kalır ve eski yönetme biçimleri yerine yeni “yönetme biçimleri” aramak zorunda kalırlar. Toplumsal/sosyal yaşamda ise halklar arası ayrışmayı değil, ortak yaşamın yeni koşulları (hiç olmazsa empati kurma) oluşturulmaya başlar.
Demokratik kurallar kadınlar için işletilirse, toplumsal yaşamda kadın-erkek eşitliğini sağlamaya dönük her adım AKP gericiliğinin asıl beslendiği yeri, yani aile içinde başlayan kadını tahakküm altına alma zihniyetini kurutacaktır. “Eşit işe eşit ücret” uygulaması bile tek başına, sömürü mekanizmasında patronlar aleyhine çok büyük kayıp anlamına gelecektir. Siyasal temsiliyette ise durum daha vahimdir, Meclis’in yarısının kadın olması, Tayyip Erdoğan’ın bırakın Başbakanlığı AKP Genel Başkanlığı’nı bir kadın ile gerçekten eşit bir biçimde paylaşması ütopya sınırlarını bile aşar. (MHP bile, hani Asena kültürü nedeniyle göstermelik de olsa belki paylaşabilir ama dini gericilikte bir erkeğin bir kadınla iktidarı paylaşması bunların kitabında yazmaz.)
Demokratik kurallar Aleviler için işletilirse, mezhepçilik yaparak iktidar olma yöntemi (ya da muhalefet olma) orta vadede iflas eder. Başta Diyanet İşleri Başkanlığı olmak üzere devletin birçok kurumu ya ortadan kaldırılır, ya mezhepler arası eşitliğe göre yeniden yapılandırılır ya da mezhep özelliklerinin devlet işleyişindeki belirleyiciliği terk edilir. AKP, Sünni mezhepçiliğine yaslanmadan nasıl iktidarda kalır?
Demokratik kurallar sendikal hak ve özgürlükler işçiler ve kamu çalışanları için işletilirse, milyonlarca insan nasıl kayıt dışı çalıştırılabilir; milyonlarca insan nasıl açlık sınırının bile altında bir asgari ücretle çalıştırılabilir; bir kölelik sistemi olduğu doğrudan bu ülkenin Çalışma Bakanı tarafından söylenen taşeron sistemine isçiler nasıl mahkum edilebilir; bu sistem nasıl sürdürülebilir olur acaba? Bütün bunları garanti altına almak için Türk-İş’in başına kendi adamını atayıp, Hak-İş’in önündeki tüm engelleri kaldırabilir mi? KESK’i sürecin dışında bırakıp kendi örgütlediği Memur Sen’le kamu çalışanlarını cendereye hapsedebilir mi?
Demokratik kurallar Halk için işletilirse, her kararları her icraatları tökezler. Devletin, yerel yönetimlerin olanaklarını fütursuzca kullanamaz, sermayeye peşkeş çekemezler. Kentleri, doğayı talan edemezler. Düşündüğünü özgürce ifade eden, ifade ettiğini yasaksız örgütleyen, örgütlü gücüyle toplumsal ve siyasal yaşama müdahale eden birileri sermayenin ve gericiliğin iktidarında en son istenecek özelliktir.
Kısacası AKP iktidarını isterse yüzüncü Demokratikleşme Paketi”ni açıklasın, yukarıdakilerin hiçbirinin yapılmasına izin vermez/veremez. Çünkü kapitalizmin ve gericiliğin iktidarı tehlikeye girer. “Ülke henüz bunlara hazır değil” söylemi, değişecek koşullarda “ben iktidarımı sürdüremem” korkusundan başka bir şey değildir. Yukarıdakiler sağlandığında tehlikeye girmeyecek olan ancak sosyalist bir iktidardır. Üstelik tam tersine iktidarda kalmak için demokratik kuralları daha da geliştirmek ve yerleştirmek zorundadır. O yüzden bu ülkenin sahte “demokratikleşme paket(ler)ine” değil sosyalizme ihtiyacı var.
AKP iktidarında TBMM’nin “savaş baltalarını” çıkartarak yeni döneme başlaması artık kural haline geldi. Bu yıl da AKP Hükümeti, Meclis’ten savaş çıkarma yetkisi alarak işe başladı. Bu yetki için üç-beş gün geciktirmeye bile tahammülleri yok, çünkü ilk kararın tezkere olması bir politik tercih. Bu seferkinin gerekçesinde ise ufak bir değişiklik yapmışlar ve Suriye’nin elindeki kimyasal silahları gerekçe olarak eklemişler. Bu gerekçesinde inandırıcı olabilmesi için AKP Hükümeti’nin ilk yapması gereken icraat bellidir; kimyasal saldırıya karşı halkı savunabilecek önlemler almak. Örneğin; halkı bilgilendirmek, erken uyarı sistemi yerleştirmek, sığınaklar inşa etmek ve elbette ki başta yakın bölgelerde yaşayanlar olmak üzere herkese kimyasal silahtan korunabilecekleri “gaz maskeleri” dağıtmak. Dağıtır mı? Asla, çünkü o zaman kendi polisinin “kendi halkına” karşı saldırı gücünü zayıflatmış olur!
AKP’nin asıl derdi Suriye gerilimini daha doğrusu Esad ile başlattığı gerilimi sürdürmek, uluslararası dengeler elverdiğinde ise kendine duyulacak ihtiyacı pazarlamaktır. Konjonktür her değiştiğinde ise yeni duruma ayak uydurmakta ise hep geç kalmasına rağmen hala umudunu korumakta. ABD’nin Rusya ile yaptığı pazarlıktan sonra, Suriye iktidarının kimyasal silahları imha etme kararından sonra sürecin en az beş-altı ay daha uzayacağı aşikar. ABD’nin bu dönem boyunca tercih ettiği politika ise Esad muhaliflerini güçlendirmek biçiminde. Ancak ABD’nin muhaliflere yapacağı silah yardımını arttırma kararı, El-Kaide tehlikesi nedeniyle ciddi denetimlere uğrayacak. Bu duruma “uyum sağlamak” zorunda kalan AKP için işler daha karmaşıklaşacak. Bir taraftan ABD baskısı ile sınıra duvar örmeye zorlanırken, diğer taraftan şimdiye kadar destek verdiği (ve desteğini de sürdürmek zorunda olduğu) İslamcı militanlarla yeni bir “denge” tutturmak zorunda. Sonuç, Suriye konusundaki hesapsızlık ve tutarsızlık AKP’nin bölge halkları için çok büyük bir tehlike olarak varlığını sürdüreceği anlamına geliyor.
AKP’nin özellikle dış politikada uygulamaya çalıştığı fırsatçı, taşeron zihniyet artık iyice fiyasko haline geldi. En son örnek, uzun menzilli füze savunma sistemi projesinin Çin’e verildiğinin açıklaması oldu. Bilindiği gibi bu proje 2009’dan beri gündemde ve ha verildi, veriliyor aşamasında. AKP’nin gerçek derdi ülkeye uzun menzilli savunma sistemi kurmak falan değil, yakın zamanda da olmayacak. 4 milyar dolarlık bu projenin parası kadar, kurulacak askeri ortaklığın siyasal işbirliği yönü de mevcut. O yüzden AKP, bu projeyi şimdiye kadar sürekli geciktirerek büyük aktörler (ABD, AB, Rusya ve Çin) arasında aklınca pazarlık gücünü kullandı. Şimdi ise bir hamle yapıp Çin’e verdiğini açıkladı. Bunun bir blöf olduğunu herkesin bilmesine rağmen. Bir taraftan “NATO üyesiyim, Suriye bana saldırdı, NATO’da ona saldırsın” diye debelenen, NATO’dan Patriot dilenen AKP Hükümeti, şimdi NATO sistemiyle hiçbir uyumu olmayan füze sistemini Çin’den alacakmış! Hepsi bir kenara ABD, Ortadoğu’nun dibinde Tayyip’in Çin sistemi kurdurmasına izin verir mi? Maazallah, hükümet devrilir!
Yaptıkları saçmalığı çok geçmeden de itiraf etmek zorunda kaldılar, iş yine Davutoğlu’na düştü; “Sıralamanın başında Çin şirketi var ancak bu, nihai bir tercih değil. NATO’yla çelişkili bir savunma yapısına girmemiz hiçbir şekilde söz konusu değil”. Sonuç; Erdoğan-Davutoğlu ikilisi poker oynamayı bilmiyor, o zaman sorarlar, poker masasında ne işin var? (Yan masada okeye dördüncü aranıyor.)
Siyaseti blöf yapmak, rest çekmek sanan biri daha var, o da Gürsel Tekin. İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanlığı’na aday olduğunu açıkladı. Kime karşı? Kadir Topbaş’a karşı mı? Hayır, Mustafa Sarıgül’e karşı. Kılıçdaroğlu’nun, son yerel seçimde İstanbul’da kaybettiği tarihten beş yıl sonra yeniden bir seçim yapılacağını bütün CHP teşkilatı (Genel Başkanı dahil) bilmesine rağmen, bu beş yılda bir tek aday bile hazırlayamamış olması nasıl bir kısırlıktır! (AKP ister kendi içinden ister dışından en az yirmi aday çıkartabilecekken.) Tüm bu süreç sonunda CHP’nin mahkum olduğu ve İstanbul halkını da (eğer kazanırsa) mahkum edeceği şahıs kim? Mustafa Sarıgül! O Sarıgül ki hangi partiden aday olsa (AKP dahil) yadırganmayacak, siyasi çizgisi (omurgası) olamayan bir şahsiyet. AKP’nin geriletilmesindeki (cumhurbaşkanlığı ve genel seçim öncesi) en önemli hedef olan İstanbul Belediye Başkanlığı tercihi, CHP’nin ufuksuzluğuna, hizipçiliğine ve megaloman kişilerin tiyatro oyunlarına bırakılmış durumda.
AKP ise aklı sıra hala destekçilerini besleyerek, büyüterek iktidarda kalabileceğinin hesaplarını yapıyor. (Tek tehlike CHP olsa bunlara da ihtiyaç duymazdı oysa.) Demokratikleştirme paketine sokuşturduğu kamuda türban serbestliği ile daha önce atladığı eşiği şimdi yasalaştırdı, sağlamlaştırdı. Türban konusunda iki alan kaldı sadece, ilkokuldaki kız çocukları ve üniformalı devlet çalışanları. Artık yakında moda defilelerinde türbandan polis şapkası, hakim cüppesinin türbanlı modellerini sergileyebilirler. (Bu arada bazı solcularımızın türbanı hala bir “kıyafet tercihi” olarak görmeleri ne zaman son bulacak!) Bir de tarikatları beslemeye sürekli devam etmek zorunda AKP. Çünkü beslenmezlerse, beslemezler, hele seçimler öncesi. Kurban derilerini daha açıktan, üstelik devlet olanaklarıyla toplasınlar ki hem daha da büyüsünler, hem AKP’nin iktidarda kalmasına daha da bağımlı olsunlar.
Ama nafile! AKP rüzgar ekmeye devam ediyor. Sözde demokratikleşme paketine, en kötü ihtimalle “yetmez ama evet” korosunun karşılık vereceğini hesap ediyordu, olmadı. Ve hemen ardından getirmeyi planladığı “içinde ‘önleyici gözaltı’ların olduğu, polisin yetkilerini arttıran yeni paket” ise çok daha büyük bir tepki yaratacak. Gerici uygulamalara ise tepki, her geçen gün kendisini biriktirmeye devam ediyor. Üstelik korku duvarı da aşıldı artık. Kah yurt protestosunda, kah maç tribününde, kah kuzey ormanında, kah ilkokul önünde.
AKP fırtına biçecek! SENDİKA.ORG