Kafadan girelim, mayasında kuruculuk olan bir ideoloji, elbette ki hegemonisini yitirdikten sonra tamamen dağılmadan defansa geçebilir. Yugoslavya ardılı ülkelerde Titoizm, Peru’da Fujimorizm, İspanya’da Falanjizm, SSCB bakiyelerindeki SBKP ardılı irili ufaklı partiler böyledir. Bunların içinde Fujimorizm, ülkenin ilk kurucusu olmasa da, yeni bir müesses nizam getirmiş akım olarak yine de “kurucu ata” sayılabilir ve bu siyaset bugün de güçlüdür. Fuerza 2011 adlı parti Peru’da ana muhalefet partisidir. Bu bakımdan Fujimorizmin durumu ile Türkiye’deki CHP ve ondan öte Kemalizm, koşut pozisyonlarda ama birbirine benzemeyen iki verili durum olarak karşılaştıtılabilir -ama biz burada bunu yapmayacağız. Peru çok uzak ve okuyucu sıkılabilir.-
Kaldı ki bırakın “ilk kurucular”ı destekleyen akımları, “eskimiş kurucular”ı ihya etme peşindeki monarşist hareketler bile başta Avrupa ülkeleri olmak üzere pek çok cumhuriyette kendilerine az ya da çok bir tabanı hâlâ daha bulabilmekteler. Ama biz bu “yine de yaşayabilme” becerisini bir kenara koyalım, bizim defans etme anlayışımızdaki kıstasımız bu değil zirâ.
Kemalizm ve “Dimos” (1)
Biz bu yazıda Kemalizmin/Kemalistlerin demokrat bir biçimde defans edebilmerinin mümkünlüğü üzerine duracağız. Ve bunu “Mustafa Kemal’i sevenler”le (2), “bir mono-idea ve bulamaç” olarak Kemalizm severleri ayırarak yapmaya çalışacağız.
Mustafa Kemal bir kurucu ata ve Kemalizm de kurucu bir ideoloji olduğu için ve ayrıca Kemalizmin çeşitli düşüncelerin kolajından mürekkep pragmatik bir ideoloji olmasından mütevellit Kemalistliğin ne’liği aslında üzerine konuşulması bazen zor olabilen bir konu. Sağdan sola pek çok siyasi akım ve kişi kendisini rahatça ve inanarak “Kemalist”, “Atatükçü” diye sunabilmekteler. Bunun için de kimi Mustafa Kemal’in dua ederkenki fotoğraflarına, kimi “Bursa nutku”na, kimi Türklüğün yüceliğine dair verdiği demeçlere, kimi de belli bir dönemde/ “milat”tan önce sarf ettiği demokrat/ çoğulcu söylemlerine sarılıverilirler.
Fakat gelin görün ki bunların hepsi boşluk’tadır.. Kemalizm, menşei İttihat Terakki’ye ve Bâb-ı âli baskınından sonraki siyaset etme tecrübesine sıkı sıkıya bağlı olan ve pratiğini cumhuriyetin tek partili döneminde kuvvetle, daha sonra AKP’nin ikinci ve son dönemlerine dek yavaş fakat biteviye hafifleyerek göstermiş, oturmuş bir ideoloji ve iktidar biçimidir.
Bu ideolojiye göre halk ve devlet tamamen bir bütündür, herkes birbirinin aynıdır/ öyle olmalıdır. Bütün bir halk Türk, Müslüman, “laisist”, “çağdaş” ve her ne şekilde becerilebilecekse sınıfsız kaynaşmış bir millet olmalıdır. Kemalizmin millet anlayışını anlayabilmek için onun “azınlık” tanımına, dine ve laikliğe bakışını kavrayabilmek için de Diyanet kurumuna göz atmak yeterli olacaktır.
Kemalizm ve “Kratos” (3)
Kemalist iktidar, her yönüyle tekçi, buyurgan ve tepeden inmeci bir karakter taşır. Kemalizmin “çağdaşlık” anlayışından ötürü memleketin gündelik hayatında kimi önemli sayılabilecek ilerlemeler kaydedilmiş olsa da, bu çağdaşlık olduğu gibi taklitçi, şablonsever, dayatmacı ve müdahalecidir. Öyle ki bu “muasırlık” algısı sebebiyle ülkede halk türküleri bile “modern” olmadığı gerekçesiyle bir dönem yasaklanabilmiştir.
Tek parti döneminde muhalefet partisinin bizzat Mustafa Kemal’in emriyle kurdurulmasından bile övgüyle söz edebilen Kemalistlerin -üstelik parti kısa sürede beklenmedik şekilde gelişince onu alelacele kapattıran yine Mustafa Kemal iken- “gerçek dünya”yla ilişkileri oldukça zayıftır. Onlar için sadece kendi yarattıkları ya da görmek istedikleri dünya, içinde yaşanması gerekendir. Bu yüzden yapılan her türlü eleştiriye onların en yumuşak cevabı her zaman “o zamanın şartları öyle gerektirdi” olabilemekte. Hâlbuki bambaşka bir olanağın her şeyin yeniden inşa edildiği o dönemde orta yerde durduğu ve sürdürülebilir olduğu da apaçıktı -kastım sosyalizm filan değil-. Tersine böyle bir malzemesi olan bir ülkeye tekçi anlayış dayatılınca olanlar oldu ve T.C. sürekli bir krizin ve sürdürülemezliğin atlastaki öne çıkan adreslerinden biri hâline geldi.
Yaşanan bir travmayı bambaşka travma ve alt üst edişlerle sağaltma denemesi ve inancı ülkedeki her şeyi budadı geçti. Türkiye’deki bütün kamplaşmalar ve sorunlar da kendilerine referanslarını o ilk birkaç on yıldan böylece edindi.
Kendine efsane bir tarih ve hayali bir ulus yaratan Cumhuriyet, doğal olarak herkesi bunlara inandırmaya çalıştı, nitekim dikişlerin sicimleri hep çok zayıftı, çoğu yerde yamalar patladı/ patlıyor.
Cumhuriyet, yönetme biçimini öncüllerinden -Osmanlı, Bizans- neredeyse aynen devraldı ve “halk için devlet değil, devlet için halk” düsturu yeniden üretildi ve güçlendirildi – devlet zaten halka rağmen kurulmuş bir örgüttür ancak yine de “halk için devlet olabilir mi?” sorusu bambaşka bir tartışmanın konusu-. Türkiye’de devlet mekanizması kendi halkına her zaman hazır ve nâzır bir iç savaş örgütü olarak biçimlendirildi, kurumsallaştı. Ki bu “iç savaş örgütü” mevzuu bugün de aynen böyledir ancak birkaç yıllık “yeni Cumhuriyet”te siyasetin bazı renklerinde ton farklılıkları ortaya çıkmıştır ve kimi renklerin tamamen değişmesi de muhtemeldir.
Kemalist Muhalefet ve Demokrasi
Kemalistler -ama tamamen Kemalizm değil- AKP’nin son iki döneminde yargı, akademi, Cumhurbaşkanlığı ve ordu kalelerini bir bir yitirerek siyasal hegemoniden tamamen şutlandılar. Bu sürecin onlar için anlamı salt iktidar kaybedildiği için içine düşülen kaygı, güçsüzleşme ve histerik hırs hâli değil, aynı zamanda onlara ve sevdiklerine yönelik gerçekleştirilen operasyonlar sonucu ortaya çıkan uzun ve yığınsal tutukluluklar durumunun yarattığı çıkışı iyice zorlaşmış kapkaranlık bir kâbusun orta yerine çakılma hâlidir de kuşkusuz.
Ancak Kemalizmin ya da Kemalizmi bayrak edinenlerin bu süreçten biraz olsun demokratlaşarak çıkmadıkları açık. Tersine yaşananların getirdiği psikolojik itkiyle daha da anti-demokratik bir kimliğe büründükleri de söyenebilir -“sol Kemalizm” denilen şey silindi gibi bir şey (4), Ataol Behramoğlu‘nun “Andımız” demeçlerine bakın. Ya da Tarık Akan‘a, Müjdat Gezen‘e, Levent Kırca‘ya. Bu bir yandan da üzücü-. “Tek dil, tek devlet, tek bayrak” gibi tekerlemelerde -ki bunu AKP de şiar edinir, ama politik olarak daha kıvrak olabildiği için başka bir biçimde işleyebilmekte – şiddetlenme gözle görülürdür ve Kemalistler, memleketteki “zorunlu olarak yürünülen ‘normalleşme’” sürecinde etkileri, etkinlikleri ve kitlesellikleri bakımından ülkücülere göre daha güçlü bir direnç odağı olabilmekteler.
Gezi sürecindeki müşterekliğin de “ulusalcılar” denilen bu kesime olumlu yönde hiçbir şey katamadığı görülüyor. Hâlâ “devlet baba”, hâlâ “Türk’üz”, yine “Türkçe!”, yine türbanlılara Suudi Arabistan ya da İran’da yaşama önerileri, yine “Kürtler kalleş”. “T.C.” meselesinde koparılan gümbürtü hâlâ hafızalarda tazeliğini koruyor (5), T.C. neyi simgesidir, bunu tartışmaya bile gerek yoktur hâlbuki. Ya da şimdi sıcağı sıcağına “Andımız” meselesinde kotarılan etkinliklere bakalım, bunların neresinde demokratlık var? Küçüklerimizi koruyalım, büyüklerimizi sayalım, yurdumuzu özümüzden çok sevelim hepsine eyvallah da, Neo-nazi disiplininde her sabah “Türk’üm!” diye çığırmanın, Türk’sen bununla övünmenin ya da bu satırların yazarı gibi değilsen varlığını Türk varlığına armağan etmenin neresi normaldi ki?
Böyle bir zihniyetin taşıyıcısı olan insanlarla solun, demokratların, anarşistlerin aynı yarı sahada takım kurup mücadele etmesini savlamak, sonucunda da bu ekibin rakibi hezimete uğratabilmesini beklemek en hafif tabirle hayalperestlik olacaktır. Bu şekilde bir defans anlayışıyla “ilericilik/ilericiler” gerek kendi kalesine attığı, gerekse de rakibin organize ataklarla kalesine yuvarladığı gollere doymayacaktır. Bu tip birliğin geliştireceği her hücum da ya ofsayta düşmekten kurtulamayacak ya da rakip kale önünde harcanıp gidecektir.
Zirâ Kemalistler “şahsi oynama”yı severler. İSMAİL GÜNEY YILMAZ-FRAKSİYON.ORG
[Kapak Fotoğrafı: 1934 Mustafa Kemal bir müze ziyaretinde]
(1) Yunanca “δῆμος”, halk.
(2) Böyle bir ayrım neden yaptık? Çünkü “Mustafa Kemal’i sevmek” ile bir kalıp olarak Kemalizmi savunmak kimi insanlar özelinde örtüşmeyebilir. Ülkenin çoğunluğu Mustafa Kemal’e “Ata” olarak saygı ve sevgi beslemektedir fakat bunların hepsinin “beton Kemalist”, “şoven” olduğunu kim söyleyebilir? Aileleri ’80 öncesi sol geleneklerden gelenler bu yakınlarına bir bakıversinler, bunların çoğu özellikle de son on yılda kendilerini “ulusalcı”, “Kemalist” ya da “Atatürkçü” diye tanımlayan insanlar olmamışlar mıdır? Fakat belirttiğimiz sınıftaki kişilerin çoğu demokrat duyarlılıklarını büyük ölçüde koruyan, devrimcilere sempati besleyen, çoğu kendini aynı zamanda “sol”da konumlandıran, emek ve demokrasi hareketine omuz vermeyi sürdüren insanlar. Bu açıdan bakıldığında bu konumda olan insanları -“kolay ikna edilebilir bazı çelişki ve ön yargıları” olmakla birlikte- “beraber yürünemeyecekler” havuzuna koyamayız elbet. Düz ve sâde bir Mustafa Kemal ve Cumhuriyet sevgisi olan herkes için de durum bu şekildedir.
(3) Yunanca, κράτος, iktidar.
(4) Yine de bazı köşe yazarları bir yana Cumhuriyet gazetesinin “ana dili”nin Kürt meselesine yaklaşım büyük ölçüde dışında olmakla birlikte hâlâ “sol Kemalizm” olduğu söylenebilir.
(5) Bu T.C. Meselesiyle ilgili şu eğlenceli yazıyı öneriyorum; http://haber.stargazete.com/yazar/tc-deyip-gecme/yazi-744908
Kaldı ki bırakın “ilk kurucular”ı destekleyen akımları, “eskimiş kurucular”ı ihya etme peşindeki monarşist hareketler bile başta Avrupa ülkeleri olmak üzere pek çok cumhuriyette kendilerine az ya da çok bir tabanı hâlâ daha bulabilmekteler. Ama biz bu “yine de yaşayabilme” becerisini bir kenara koyalım, bizim defans etme anlayışımızdaki kıstasımız bu değil zirâ.
Kemalizm ve “Dimos” (1)
Biz bu yazıda Kemalizmin/Kemalistlerin demokrat bir biçimde defans edebilmerinin mümkünlüğü üzerine duracağız. Ve bunu “Mustafa Kemal’i sevenler”le (2), “bir mono-idea ve bulamaç” olarak Kemalizm severleri ayırarak yapmaya çalışacağız.
Mustafa Kemal bir kurucu ata ve Kemalizm de kurucu bir ideoloji olduğu için ve ayrıca Kemalizmin çeşitli düşüncelerin kolajından mürekkep pragmatik bir ideoloji olmasından mütevellit Kemalistliğin ne’liği aslında üzerine konuşulması bazen zor olabilen bir konu. Sağdan sola pek çok siyasi akım ve kişi kendisini rahatça ve inanarak “Kemalist”, “Atatükçü” diye sunabilmekteler. Bunun için de kimi Mustafa Kemal’in dua ederkenki fotoğraflarına, kimi “Bursa nutku”na, kimi Türklüğün yüceliğine dair verdiği demeçlere, kimi de belli bir dönemde/ “milat”tan önce sarf ettiği demokrat/ çoğulcu söylemlerine sarılıverilirler.
Fakat gelin görün ki bunların hepsi boşluk’tadır.. Kemalizm, menşei İttihat Terakki’ye ve Bâb-ı âli baskınından sonraki siyaset etme tecrübesine sıkı sıkıya bağlı olan ve pratiğini cumhuriyetin tek partili döneminde kuvvetle, daha sonra AKP’nin ikinci ve son dönemlerine dek yavaş fakat biteviye hafifleyerek göstermiş, oturmuş bir ideoloji ve iktidar biçimidir.
Bu ideolojiye göre halk ve devlet tamamen bir bütündür, herkes birbirinin aynıdır/ öyle olmalıdır. Bütün bir halk Türk, Müslüman, “laisist”, “çağdaş” ve her ne şekilde becerilebilecekse sınıfsız kaynaşmış bir millet olmalıdır. Kemalizmin millet anlayışını anlayabilmek için onun “azınlık” tanımına, dine ve laikliğe bakışını kavrayabilmek için de Diyanet kurumuna göz atmak yeterli olacaktır.
Kemalizm ve “Kratos” (3)
Kemalist iktidar, her yönüyle tekçi, buyurgan ve tepeden inmeci bir karakter taşır. Kemalizmin “çağdaşlık” anlayışından ötürü memleketin gündelik hayatında kimi önemli sayılabilecek ilerlemeler kaydedilmiş olsa da, bu çağdaşlık olduğu gibi taklitçi, şablonsever, dayatmacı ve müdahalecidir. Öyle ki bu “muasırlık” algısı sebebiyle ülkede halk türküleri bile “modern” olmadığı gerekçesiyle bir dönem yasaklanabilmiştir.
Tek parti döneminde muhalefet partisinin bizzat Mustafa Kemal’in emriyle kurdurulmasından bile övgüyle söz edebilen Kemalistlerin -üstelik parti kısa sürede beklenmedik şekilde gelişince onu alelacele kapattıran yine Mustafa Kemal iken- “gerçek dünya”yla ilişkileri oldukça zayıftır. Onlar için sadece kendi yarattıkları ya da görmek istedikleri dünya, içinde yaşanması gerekendir. Bu yüzden yapılan her türlü eleştiriye onların en yumuşak cevabı her zaman “o zamanın şartları öyle gerektirdi” olabilemekte. Hâlbuki bambaşka bir olanağın her şeyin yeniden inşa edildiği o dönemde orta yerde durduğu ve sürdürülebilir olduğu da apaçıktı -kastım sosyalizm filan değil-. Tersine böyle bir malzemesi olan bir ülkeye tekçi anlayış dayatılınca olanlar oldu ve T.C. sürekli bir krizin ve sürdürülemezliğin atlastaki öne çıkan adreslerinden biri hâline geldi.
Yaşanan bir travmayı bambaşka travma ve alt üst edişlerle sağaltma denemesi ve inancı ülkedeki her şeyi budadı geçti. Türkiye’deki bütün kamplaşmalar ve sorunlar da kendilerine referanslarını o ilk birkaç on yıldan böylece edindi.
Kendine efsane bir tarih ve hayali bir ulus yaratan Cumhuriyet, doğal olarak herkesi bunlara inandırmaya çalıştı, nitekim dikişlerin sicimleri hep çok zayıftı, çoğu yerde yamalar patladı/ patlıyor.
Cumhuriyet, yönetme biçimini öncüllerinden -Osmanlı, Bizans- neredeyse aynen devraldı ve “halk için devlet değil, devlet için halk” düsturu yeniden üretildi ve güçlendirildi – devlet zaten halka rağmen kurulmuş bir örgüttür ancak yine de “halk için devlet olabilir mi?” sorusu bambaşka bir tartışmanın konusu-. Türkiye’de devlet mekanizması kendi halkına her zaman hazır ve nâzır bir iç savaş örgütü olarak biçimlendirildi, kurumsallaştı. Ki bu “iç savaş örgütü” mevzuu bugün de aynen böyledir ancak birkaç yıllık “yeni Cumhuriyet”te siyasetin bazı renklerinde ton farklılıkları ortaya çıkmıştır ve kimi renklerin tamamen değişmesi de muhtemeldir.
Kemalist Muhalefet ve Demokrasi
Kemalistler -ama tamamen Kemalizm değil- AKP’nin son iki döneminde yargı, akademi, Cumhurbaşkanlığı ve ordu kalelerini bir bir yitirerek siyasal hegemoniden tamamen şutlandılar. Bu sürecin onlar için anlamı salt iktidar kaybedildiği için içine düşülen kaygı, güçsüzleşme ve histerik hırs hâli değil, aynı zamanda onlara ve sevdiklerine yönelik gerçekleştirilen operasyonlar sonucu ortaya çıkan uzun ve yığınsal tutukluluklar durumunun yarattığı çıkışı iyice zorlaşmış kapkaranlık bir kâbusun orta yerine çakılma hâlidir de kuşkusuz.
Ancak Kemalizmin ya da Kemalizmi bayrak edinenlerin bu süreçten biraz olsun demokratlaşarak çıkmadıkları açık. Tersine yaşananların getirdiği psikolojik itkiyle daha da anti-demokratik bir kimliğe büründükleri de söyenebilir -“sol Kemalizm” denilen şey silindi gibi bir şey (4), Ataol Behramoğlu‘nun “Andımız” demeçlerine bakın. Ya da Tarık Akan‘a, Müjdat Gezen‘e, Levent Kırca‘ya. Bu bir yandan da üzücü-. “Tek dil, tek devlet, tek bayrak” gibi tekerlemelerde -ki bunu AKP de şiar edinir, ama politik olarak daha kıvrak olabildiği için başka bir biçimde işleyebilmekte – şiddetlenme gözle görülürdür ve Kemalistler, memleketteki “zorunlu olarak yürünülen ‘normalleşme’” sürecinde etkileri, etkinlikleri ve kitlesellikleri bakımından ülkücülere göre daha güçlü bir direnç odağı olabilmekteler.
Gezi sürecindeki müşterekliğin de “ulusalcılar” denilen bu kesime olumlu yönde hiçbir şey katamadığı görülüyor. Hâlâ “devlet baba”, hâlâ “Türk’üz”, yine “Türkçe!”, yine türbanlılara Suudi Arabistan ya da İran’da yaşama önerileri, yine “Kürtler kalleş”. “T.C.” meselesinde koparılan gümbürtü hâlâ hafızalarda tazeliğini koruyor (5), T.C. neyi simgesidir, bunu tartışmaya bile gerek yoktur hâlbuki. Ya da şimdi sıcağı sıcağına “Andımız” meselesinde kotarılan etkinliklere bakalım, bunların neresinde demokratlık var? Küçüklerimizi koruyalım, büyüklerimizi sayalım, yurdumuzu özümüzden çok sevelim hepsine eyvallah da, Neo-nazi disiplininde her sabah “Türk’üm!” diye çığırmanın, Türk’sen bununla övünmenin ya da bu satırların yazarı gibi değilsen varlığını Türk varlığına armağan etmenin neresi normaldi ki?
Böyle bir zihniyetin taşıyıcısı olan insanlarla solun, demokratların, anarşistlerin aynı yarı sahada takım kurup mücadele etmesini savlamak, sonucunda da bu ekibin rakibi hezimete uğratabilmesini beklemek en hafif tabirle hayalperestlik olacaktır. Bu şekilde bir defans anlayışıyla “ilericilik/ilericiler” gerek kendi kalesine attığı, gerekse de rakibin organize ataklarla kalesine yuvarladığı gollere doymayacaktır. Bu tip birliğin geliştireceği her hücum da ya ofsayta düşmekten kurtulamayacak ya da rakip kale önünde harcanıp gidecektir.
Zirâ Kemalistler “şahsi oynama”yı severler. İSMAİL GÜNEY YILMAZ-FRAKSİYON.ORG
[Kapak Fotoğrafı: 1934 Mustafa Kemal bir müze ziyaretinde]
(1) Yunanca “δῆμος”, halk.
(2) Böyle bir ayrım neden yaptık? Çünkü “Mustafa Kemal’i sevmek” ile bir kalıp olarak Kemalizmi savunmak kimi insanlar özelinde örtüşmeyebilir. Ülkenin çoğunluğu Mustafa Kemal’e “Ata” olarak saygı ve sevgi beslemektedir fakat bunların hepsinin “beton Kemalist”, “şoven” olduğunu kim söyleyebilir? Aileleri ’80 öncesi sol geleneklerden gelenler bu yakınlarına bir bakıversinler, bunların çoğu özellikle de son on yılda kendilerini “ulusalcı”, “Kemalist” ya da “Atatürkçü” diye tanımlayan insanlar olmamışlar mıdır? Fakat belirttiğimiz sınıftaki kişilerin çoğu demokrat duyarlılıklarını büyük ölçüde koruyan, devrimcilere sempati besleyen, çoğu kendini aynı zamanda “sol”da konumlandıran, emek ve demokrasi hareketine omuz vermeyi sürdüren insanlar. Bu açıdan bakıldığında bu konumda olan insanları -“kolay ikna edilebilir bazı çelişki ve ön yargıları” olmakla birlikte- “beraber yürünemeyecekler” havuzuna koyamayız elbet. Düz ve sâde bir Mustafa Kemal ve Cumhuriyet sevgisi olan herkes için de durum bu şekildedir.
(3) Yunanca, κράτος, iktidar.
(4) Yine de bazı köşe yazarları bir yana Cumhuriyet gazetesinin “ana dili”nin Kürt meselesine yaklaşım büyük ölçüde dışında olmakla birlikte hâlâ “sol Kemalizm” olduğu söylenebilir.
(5) Bu T.C. Meselesiyle ilgili şu eğlenceli yazıyı öneriyorum; http://haber.stargazete.com/yazar/tc-deyip-gecme/yazi-744908