2011 senesinde kadın besteciler hakkında avrupa birliği destekli üç sene sürecek bir arşivleme projesi için gönüllü oldum. Fondazione Adkins Chiti Donne in Musica önderliğinde 22 ülkenin kadın besteciler organizasyonu temsilcileri bir araya geldi. Amaç aynı zamanda Avrupa’daki kadın müzik yaratıcılarının eserlerini İtalya’da Donne in Musica kütüphanesinde toparlamaktı. Türkiye Avrupa birliği üyesi olmamasına rağmen bilinçli olarak destek amaçlı oluşuma dahil edilmişti. Benden ilk konferansta konuşmacı olmamı istediler. Konuşmamda ülkemizde müziği ilk elden yaratan kadın müzisyenlerin sayısının azlığından, kendini ifade edecek ortamın pek oluşamadığından bahsettim. Başlangıçta elimde yeterince bilimsel data olmamasına rağmen konumuz; “özgürleşme umudu olan kadınlar için Türkiye’de müzik adına bir yol açılabilir mi?” idi. Bir sene sonra yeniden konferansa çağrıldığımda üzerimizde Kürtaj yasası ile ilgili baskı ile gittim. Konferans Temmuz’un ilk haftasıydı ve bu sefer Türkiye’de kadının varoluşu, seçimleri, özgür iradesi üzerindeki baskının arttığından, artık bizim için konunun kadın bestecilerin mesleki haklarından çok kadın olma hakkı üzerinde yoğunlaşmaya başladığından ve önceliklerimizin değişmeye başladığından bahsettim. 2013 konuşması ise tam Gezi olaylarının karmaşası içine denk geldi. Organizasyon başkanı Patricia Adkins Chiti aradı ve olaylardan endişe duyduklarını görüşmeye katılıp katılamayacağımı sordu. Bir şekilde gidebildim. Konferansın açılışını Türkiye’den başka bir kadın besteci arkadaşımızın organizasyona yazdığı, gaz baskınları yüzünden evinin içinde rahatsızlanan seksen yaşındaki babasını nasıl kaybettiğini anlatan, duygusal, herkesi derinden etkileyen mektubunu okuyarak yaptılar. Bu durumda artık bizim için sorun “kadın olmak” sorunu bile değildi. Basitçe insan olmak hakkıydı. Kendini ifade edebilme hakkı. Bu hikaye üç sene içinde gelmiş olduğumuz somut durumu anlatıyor.

AKP hükümeti özellikle son seçimden bu yana toplumun belli bir kesimini rencide edebilecek bir konuyu açıkca beyan edip yıpratma usulü ile bilgi toplamaya çalışıyor. Biz de bu açıklamalardan yoruluyoruz. Muhafazakar bakış açısını artık saklamaya ihtiyaç duymadan her alanda toplum normu olarak uygulamaya giriştiler. 2011’de özellikle çocuk yaşta evlilik, tecavüz, darp ve cinayet konuları ile ilgilenen bakanlık olan Kadın bakanlığı’nı kaldırıp meselelerini Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’na bağlamış olmaları kafalarındaki kadının toplumdaki yerinin ne olması gerektiği fikrini açıkca beyan etmiş oldu. Kürtaj yasağı baskısı, Başbakan tarafından bizzat yapılan üç çocuk çağırısı, ve kadına yönelik tecavüz, aile içi şiddet vakalarındaki artış da durumun vahamiyetini ortaya koyuyor. Kadının varlığı açık bir şekilde kontrol altına alınmaya çalışılıyor.

Gezi Parkı olayları esnasında gençlerin kendini ifade etme şekli hayranlık uyandırıcıydı. Yenilikçi, heyecanlı ve akıllı bir dil kullandılar. Bu durum AKP hükümetini müthiş rahatsız etmiş olmalı ki son zamanlarda üniversiteler üzerinde büyük baskı uygulamaya çalışıyorlar. Gerek başbakan’ın açıklamaları gerek YÖK’ün yeni yasakçı ve cezalandırıcı kuralları bu rahatsızlığı gözler önüne seriyor. O olaylarda bir kaç ağaç diye nitelendirmeye çalışılan savunmanın gelmiş olduğu nokta hepimiz biliyoruz ki hükümet tarafından doğru okunsaydı toplum şu an başka bir yerdeydi. Fakat maalesef öyle olmadı.

Alkol hakkındaki düzenlemelerden tutun da sofranızdaki tuzun miktarına, şekerin tipine, yiyeceğiniz ekmeğin beyaz olup olmamasına, hangi kitabı okumak, müziği dinlemek senin için iyidir’e kadar karışan, alışkanlıklara kendi doğrularıyla müdahale eden, kendinde karar verme ve uygulama hakkı gören bir tavır karşısında toplumun tavrı ne olmalıdır? Örneğin biz müzisyen kesimi olarak alkol yasasından net olarak etkileniyoruz. Yasa uygulamaya koyulduğundan beri özellike alternatif müzik çalınan küçük mekanlar ayakta duramadı. Bu basbayağı sektöre müdahaledir. “Biz kimin hayatına müdahale ediyor muşuz?” açıklaması bir sebepten hepimize ağır geldi.

Başbakanının her dediğinin merak konusu olduğu konu edildiği bir ortamda kız ve erkek öğrencilerin aynı evde kalması hususunda, “Bize ters düşer, valiye gerekli emri verdim. Bir şekilde denetimi yapılacak” derse bu devletin valisi de ev ev ava çıkar. Netekim bu konuşmanın sonucunun ne olduğunu şu an görüyor, duyuyoruz. Ben de Amerika’daki öğrenciliğim döneminde ev kiralamış ve erkek öğrenci arkadaşımla birlikte yaşamıştım. Ne annemim ne de onun annesinin namus elden gitti gibi bir endişe yaşadığını hatırlamıyorum. Tam tersi böylece tanışıp çok yakın arkadaş olmuşlardı. Devletin erkek öğrencilerini fırsatçı, tacizci, kız öğrencilerine de kendini koruyamayacak kadar aciz ve her durumda mağdur gözüyle baktığı bir toplumdan kendine güvenen, kendi kararlarını alıp uygulayabilen özgür birey yetişme ihtimali nedir? Ayrıca politikacıların kullandığı “onlar bizim bacımız, ablamız, yengemiz”, “ben onların ağabeyi olurum” gibi açıklamalarını aşağılayıcı buluyorum. Bu sahiplenme dili bile erkek politikacıların kadınları korunmaya muhtaç ve değersiz gördüğünün bir işaretidir. Geçenlerde evlenen üniversite öğrencisine burs vereceklerini açıkladılar. Devlet erkenden aile kurmayı tek onurlu ve güvenli yaşam formu olarak göstereriyor. Oysaki aile içi şiddet ve sonuçları ortada. Bu durumda geriye hükümete asıl bize ne ters düşer diye derdimizi anlatmaya çalışmak kalıyor.

SELEN GÜLÜN-Müzisyen / Akademisyen-BİRGÜN
Daha yeni Daha eski